Bazen en iyi niyetlerimize rağmen işler fena halde ters gider. Özellikle solcular için bu deneyim üzücü bir şekilde tanıdık; Alman filozof ve eleştirmen Walter Benjamin’in 1940’ta gözlemlediği gibi, tarih, “durmaksızın moloz üstüne moloz yığan tek bir felaket” gibi gözükür.
20. yüzyılın sonuna gelindiğinde, siyaset bilimci Francis Fukuyama’yı “tarihin sonunu” ilan etmeye sevk eden Sovyetler Birliği felaketi ve bunun kapitalist liberal demokrasinin nihai zaferi olarak algılanışı, Benjamin’in sözünü özellikle doğru çıkardı. Bu başarısızlık duygusu sadece daha da şiddetlenmekle kaldı. Liberal demokrasinin zaferi, yeni bir otoriter sağın küresel yükselişiyle sorgulanırken, Sol’un yenilgileri ise sadece yinelenmiştir. Özellikle Gazze’deki soykırımla birlikte, Benjamin’in, moloz üstüne moloz yığan tek bir felaket olarak tarih metaforu dehşet verici bir şekilde gerçek oldu.
Zamanımız hayal kırıklığı ve kargaşa zamanı –ve işte bu yüzden Gillian Rose Sol’un ihtiyacı olan filozof olabilir. Rose’un düşüncesini tek bir cümlede özetleyebilecek olsaydık bu cümle şu olabilirdi: Zorluğu kabul et ama nihai yenilgiyi asla. Ya da, onun 1995 tarihli anı kitabı Love’s Work’ün (Aşk Yapıtı) epigrafındaki sözlerle: “Zihnini cehennemde tut ve umutsuzluğa kapılma.” İster siyasette, ister felsefede, ister aşkta, ya da isterse hayatın kendisinde olsun, işler ters gittiğinde ya da zorlaştığında pes etmek, kaçmak ya da basitçe sorunu inkâr etmek cazip gelebilir. Rose’a göre ise ancak zorluklarla ve başarısızlıklarla yüzleşerek ve bunlardan ders çıkararak –zihninizi cehennemde tutarak– ilerlemek mümkün olabilir. Rose’un fikirsel daimi müttefiği G. W. F. Hegel’in sözleriyle: “Hata korkusu, hatanın kendisidir.”
Düşüncenin Sonuna Karşı Düşünmek
Sol için Rose’un felsefesi, sadece trajediyle yüzleşmeye ve üstüne düşünmeye olan bağlılığı açısından değil; bunun da ötesinde, hayatı boyunca hem Karl Marx’ın kapitalizm eleştirisine hem de Sol’un çıkmazlarını, başarısızlıklarını ve dogmatizmlerini eleştirmeye olan bağlılığını sürdürmesi açısından da önemlidir. Yaşadığı ve düşündüğü dönem göz önüne alındığında bu, hem zor hem de son derece önemli bir çalışmaydı. Rose’un çalışmalarının çoğunu yayımladığı 1980’ler ve 1990’larda, Rose kendisini felsefenin ve solun tüm olağan meşguliyetlerini –akıl, hakikat, adalet, özgürlük– yakın tarihin dehşetlerinde oynadıkları söylenen rol nedeniyle itibarsızlaştırmaya ve bir kenara atmaya can atan bir entelektüel ve politik kültürün içinde buldu. Bu postmodernist reddi üç temel faktöre verilen umutsuz bir yanıt olarak teşhis etti: “Holokost, Heidegger’in Nazizmi [ve] Komünizmin dağılması.”
Rose’un iddia ettiği gibi, postmodern entellektüeller, hakikat ve aklın; tahakküm, baskı ve başarısızlığın suç ortakları olduğunu ilan ettiler. Bunun sonucunda hem akademik felsefe hem de Sol bu koordinatları daha rahatlatıcı ve kolay alternatifleri için terk etti: yani fark, Ötekilik veya soyut aşk kavramları için. Rose’a göre bu, siyasi açıdan –sadece ‘topluluk’ fikrine daha fazla âşık olmak için– “komünizm” fikrinden vazgeçmek anlamına geliyordu.
Fakat, bu alternatifler dünya üzerindeki şiddetle daha az suç ortağıymış gibi görünseler de, Rose, eleştirel düşünme pahasına bu alternatiflerin takip edildiğini savunuyor. Örneğin, soyut bir “topluluk” idealinde ısrar etmek; kendisini, tamamen özgürleşmiş bir toplum için verilen dağınık mücadeleden ayrı gören, küçük ve bölgesel bir şeye öncelik vermek demek oluyor. Ancak Rose’a göre, tüm felsefi düşünceler ve siyasi eylemler reddedildiklerinde de bir hata, dışlanma ve şiddet riski taşırlar. Buna karşılık, yalnızca bu riskleri kabul ederek ve hatalarımızdan ders çıkararak –ki bu, özünde, aklın kendisini tanımlayan bir süreçtir– geçmişin ve süregelen şimdinin kayıplarına uygun bir adalet tasavvur edebiliriz.
Gillian Rose Kimdi?
“Asla masum bir çocuk olmadım,” diye yazıyor Rose Aşk Yapıtı’nda, onu diğerlerinden ayıran ve zorluk yaşamasına neden olan dört özellik ona “hep eşlik etti”: “‘Göçmenlik’, ‘A-teizm’, ‘Boşanma’, ‘Dis-leksi.”’ Ancak, Rose handikap olmaları yerine bu zorluklarda motivasyon hatta güç buldu. Özellikle disleksi, onu “taşlı kelimelerin çölünde çiçek açtırabileceğini” keşfetmeye yönlendirirken “üstesinden gelemeyeceği şeyi aktarabileceğini” görmesini sağladı. Oğlu disleksiyle mücadele eden bir arkadaşına olan mektubunda şöyle yazıyordu Rose: “Kendim de disleksik bir çocuk olarak, bir şeyi yapamayacağınıza dair soyut bir yargıya varmanın ve sonrasında risk almanın kapasiteden önemli olduğunu fark etmenin ne kadar kolay olduğunu biliyorum.” Bu gibi anekdotlarda, Rose’un çalışmalarının temelinde risk almaktan doğan bir felsefenin yattığını görebiliriz.
Gençlik döneminde, bu verimli dis-leksi –kelimenin tam anlamıyla zor-konuşma–deneyimi sayesinde Rose kendini Blaise Pascal ve Platon’un yazılarındaki zorluklara hayran kalmış buldu. Bu, Oxford Üniversitesi’nde felsefe okumaya karar vermesinde etkili oldu. Ancak, Oxford felsefe bölümü onu oldukça hayal kırıklığına uğrattı. RTÉ (İrlanda ulusal yayıncısı) ile yaptığı bir röportajda dediği gibi: “Benden, her şeyi çok dar, çok yıkıcı ve felsefenin olduğunu düşündüğüm şeylerin hiçbirine karşılık gelmeyen bir tarzda okumam isteniyordu. Oxford felsefe bölümünde insanlara “zeki, yıkıcı, kibirli ve cahil” olmanın öğretildiğini söyledi, “Ruhu beslemiyordu”. Edmund Husserl, Martin Heidegger, Friedrich Nietzsche ve onun için en önemlisi Hegel ile ancak New York’u ziyareti sırasında tanışabildi Rose.
Rose, doktorasını filozof ve eleştirel teorisyen Theodor W. Adorno üzerine, bugün en çok üç ciltik tarihsel çalışması Main Currents of Marxism (Marksizmin Ana Akımları) ile tanınan Leszek Kołakowski danışmanlığında yazarak devam etti. Kołakowski, Adorno’yu “ikinci sınıf bir düşünür” olarak alaya alsa da Rose için Adorno’nun çalışmaları onun sözleriyle “disleksimi deneyimlemeye yönelik amansız bir içsel ihtiyacı” besliyordu.
Bu kısmen, Adorno’nun yazılarının üslupsal ve kavramsal zorluğundan kaynaklanıyordu. Fakat belki de daha önemlisi, Rose’a göre Adorno’nun çalışmasının zorluğu onun, kapitalizmin kontrolü altındaki modern yaşamın içsel zorluklarını –basitçe üstesinden gelinemeyen, aşılamayan, bariz ve kolay çözümleri olmayan zorlukları– tanımlamasından kaynaklanır. Rose’un doktora tezi daha sonra onun ilk kitabı olarak yayımlandı: The Melancholy Science: An Introduction to the Thought of Theodor W. Adorno (Melankoli Bilimi: Theodor W. Adorno’nun Düşüncesine Giriş). Ancak, Rose’un arkadaşı İngiliz filozof Howard Caygill’in de belirttiği gibi, “Bir giriş metni uman okuru kısa sürede hayal kırıklığına uğratacaktı.”
Rose’un Marksist Modernizmi
Rose, belki de Marksizm anlayışını en iyi şekilde, onun zorluklarını da göz önüne alarak, Frankfurt Okulu üzerine verdiği derslerde ifade etmiştir. 1979’da Sussex Üniversitesindeki lisans öğrencilerine verilen ve Rose’un da ilk akademik işi olan bu dersler 2024 yılında Marxist Modernism (Marksist Modernizm)1https://www.versobooks.com/en-gb/products/2898-marxist-modernism adıyla yayımlandı. Bu yazıların basılması, Rose’un düşüncesinin Marksist temellerine olan ilginin yeniden canlandığı bir döneme denk geldi.
Marksist Modernizm’deki dersler bir açıdan, eleştirel teorinin –ya da Rose’un deyimiyle “eleştirel Marksizm”in– ilk on yıllarına dair en iyi girişlerden birini sunuyor ve özellikle Frankfurt Okulu’nun politika ve sanat üzerine tartışmalarıyla2Mike Watson, “In Defense of the Frankfurt School”, Jacobin, https://jacobin.com/2024/06/frankfurt-school-marcuse-adorno-theory/ hayli ilgileniyor. Ancak daha da önemlisi, bu dersler Rose’un bütün çalışmalarını şekillendiren tema olan, modern toplumda illüzyonun gerekliliğine dair erken dönem kaygılarını ifade ediyor.
Marksist Modernizm’de Rose, Marx’ın meta fetişizmi teorisini, kapitalist mübadelede “insanlar arasındaki belirli bir toplumsal ilişkinin, şeyler arasındaki bir ilişkinin fantazmagorik biçimini alması” fikri olarak tanımlar. Bunun ötesinde, Frankfurt Okulu’nun Marx’ın düşüncesini nasıl radikalleştirdiğini ve öznellikle beraber diğer tüm toplumsal süreçleri kapsayacak şekilde genişlettiğini de anlatır.
Macar filozof Georg Lukács’ı3Daniel Lopez, “The Conversion of Georg Lukács”, Jacobin, https://jacobin.com/2019/01/lukacs-hungary-marx-philosophy-consciousness izleyen Frankfurt Okulu teorisyenleri buna “şeyleşme” (reification) adını verdiler. Etimolojik olarak “reification”, Latince “res”in “şey” anlamına gelmesinden dolayı, “şey-leşme” demektir. Dolayısıyla teorileri; ilişkilerin, fikirlerin ve hatta bireylerin kapitalizmin etkisi altında nasıl yanlış tanındığını ve nesneler ya da “şey-sel” olarak görülmeye başlandığını açıklar.
Frankfurt Okulu teorisyenlerine göre, şeyleşme; kültürün, siyasetin ve günlük yaşamın her düzeyine nüfuz ederek toplumsal yapıları ve iktidar ilişkilerini doğal ve değişmez hale getirmekte, böylece radikal değişimi engellemektedir. En önemlisi de, şeyleşme kapitalizmin gerçek işleyişini maskeleyen yanılsamalara ya da “fantazmagorilere” yol açsa da, bilinçteki bir değişimle basitçe ortadan kaldırılamaz. Aksine şeyleşme, kapitalist ilişkilere içkin olan, gerçek ve zorunlu bir yanılsamadır.
Mutlak Olanı Düşünmek
Bir sonraki kitabı, görkemli Hegel Contra Sociology’de (1981) (Sosyolojiye Karşı Hegel) Rose, Frankfurt Okulu’nun şeyleşme teorisini alıp onu, radikal bir Hegel okumasıyla ileriye taşıdı. Bu çalışmasında, modern sosyolojinin, farkında olmadan, en temel kavramsal şemalarında bile kapitalizmin nesne/özne, siyaset/ideoloji, pratik/teori gibi “şey-leştirilmiş” ikiliklerini ve düalizmlerini yeniden ürettiğini savunur. Mesele bu ikiliklerin kurgusal ya da varolmayan şeyler olması değildir. Aksine ikililikler, yaşamı ve yaşam hakkındaki düşüncelerimizi şekillendiren, gerçek anlamda varolan yapılar ve ilişkilerdir –ve aynı zamanda bunlara yol açan toplumun ve toplumsal pratiklerin tarihsel ürünleridir.
Rose’un argümanına göre, sosyolojik gelenek bu ikilikleri, bazen eleştirel bir şekilde, yeniden üretir ancak asla bunların çözümünü bulmaya ya da köklerine inmeye çalışmaz. Rose için bu, Hegel’in temel kavrayışını gözden kaçırmaktır. Hegel’e göre, burjuva özel mülkiyetinin ve emek ilişkilerinin (bugünün diliyle kapitalizmin) belirleyici gücü, bizim bu ikiliklerin dışında düşünememekten kaçınamamamızda yatar: bunlar zorunlu yanılsamalardır. Her şeye rağmen, yine de eleştirel düşünebiliriz çünkü şeyleşmenin ürettiği bu yanılsamaları tarihsel olarak kapitalizmin zorunlu özellikleri olarak konumlandırarak açıklama kapasitesine sahibiz. Bunun önemli olmasının sebebi, Marksizm için eleştiri ancak kapitalizmi pratik olarak alt etme girişimleriyle bağlantılı olduğu ve bu girişimlerden edinilen bilgilerle donatıldığı ölçüde radikal hale gelir.
Kitaptaki birçok bölümde Rose, “Eğer ki mutlak olan düşünülemez ise Hegel’in felsefesinin toplumsal hiçbir önemi yoktur” iddiasını öne sürer. Bu bağlamda, “mutlak olan” bu ikilikleri ortadan kaldıran bir düşünce figürünü işaret eder. Ancak Rose’un argümanının düğümü “burjuva özel mülkiyet ve hukuk ilişkilerinin süregelen egemenliği” yüzünden mutlak olanın asla düşünülemeyeceğidir. Burjuva toplumunun ikiliklerini alt etme çabası zorunlu olarak varolması gereken; yeni, devrimci ve post-kapitalist bir toplum fikrine bağlıdır. Ancak, Hegel’in izindeki Rose’un anladığı gibi, olması gereken şeye dair her fikir halihazırda olana dayanır; dolayısıyla mutlak olanı düşünmek, henüz gerçekleşmemiş sosyalist ya da komünist bir geleceği varsayar.
O halde bu, Hegel’in düşüncesinin toplumsal olarak hiçbir öneminin olmadığı, hiçbir siyasi geçerliliğinin olmadığı anlamına mı geliyor? Hayır –Rose’a göre Hegel, mutlak olanı düşünemiyor– ama kapitalist toplumun yanılsamalarından belirli bir yaşam biçimi, fikir, yöntem ya da tarz yoluyla kaçılabileceğini düşünenlerden daha iyi de düşünemiyor. Rose’un iddia ettiği gibi, Hegel’in mutlak olanın düşünülmesine büyük önemini veren şey, onun bu başarısızlığı açıklama yeteneğidir. Hegel sadece hataya eğilimli olduğumuzu değil neden hataya eğilimli olduğumuzu da ortaya koyar. Rose, kapitalizmin düşünme biçimlerimize bile nasıl hükmettiğini göstererek, Hegel’in bizi “etik yaşamı dönüştürmeye çağırdığını” yani yalnızca soyut kavramlar hakkında nasıl düşündüğümüzü değil, aynı zamanda onları şekillendiren mülkiyet ve emek ilişkilerini de dönüştürmeye çağırdığını savunuyor.
Rose’a göre bu çarpıcı argüman, ne felsefede ne de siyasi harekette hiçbir garantinin olmadığı anlamına geliyor. Hatta aslında, doğaları gereği hatalara ve beklenmedik sonuçlara eğilimlidirler. Tüm felsefeler yanlış ikililikler içinde işlemek zorundadır; tüm devrimler “bir dehşeti yeniden yaratma ya da hukuksuzluğu pekiştirme veya burjuva mülkiyet hukukunu evrenselliği ve keyfiliği içinde güçlendirme riski taşır.”
Rose’un düşüncesini benzersiz kılan şey, sadece bu riskleri kabul etmekle kalmayıp aynı zamanda bu riskleri alırken onlar üstüne düşünmemiz için bize kaynaklar sunmasıdır. Ayrıca, işler planlandığı gibi gitmediğinde, Rose bize, durum değerlendirmesi yapmak, öğrenmek ve bir kez daha düşünce ve eylem riskine girmek için kritik araçlar sunuyor. Rose şöyle yazıyor:
Siyaset, kendi zarar gören menfaatiniz için hareket ettiğinizde değil, teminatlar olmadan herkesin menfaati için hareket ettiğinizde gerçekleşir – bu, evrensel çıkar riskini almaktır.
Marx ve Hegel’in bu okuması, Rose’un felsefi ve siyasi eserler kanonuna yaklaşımının simgesidir. Rose, Marx, Hegel ve diğerlerinin yazılarını birer siyasi hareket ders kitabı olarak değil; daha eleştirel ve kavramsal mirasımızı dogmatizmlerden uzak bir şekilde düşünmek için meydan okumalar olarak okur. Sol için felsefenin amacı, Lenin’in sözleriyle, bize “Ne yapmalı?”nın cevabının buyrulması değildir. Doğru çizgiyi de garanti etmez. Felsefe, tam tersine, belki de bizi daha iyi siyasi aktörler haline getirebilecek öz-düşünümsel eleştirel düşünce için alan açar.
Rose’un İsrail Eleştirisi
Rose’un Hegel, Marx ve sosyoloji üzerine anlatısının ötesinde, daha sonraki kitapları The Broken Middle (1992) (Yarılmış Orta), Judaism and Modernity (1993) (Yahudilik ve Modernite) ve ölümünden sonra yayımlanan deneme derlemesi Mourning Becomes the Law’da (1996) (Yas, Yasaya Dönüşür) daha belirgin hale gelen başka önemli çalışmaları da var. Rose bu eserlerinde dikkatini hukuki, estetik, etik ve teolojik temalara yöneltirken bu temaların siyasi düşünceyi nasıl etkilediğini de sürekli olarak göz önünde bulundurur. Özellikle İsrail ve Holokost hakkında nasıl düşündüğümüze dair eleştirileri ibret verici ve öngörülüdür.
Rose 1990 yılında Polonya Auschwitz’in Geleceği Komisyonu’na danışmanlık yaptı. Komisyon, daha geniş anlamda Auschwitz’in nasıl düşünülmesi, temsil edilmesi ve halka nasıl anlatılması gerektiğini yeniden gözden geçirmeye çalışıyordu. Daha sonrasında Aşk Yapıtı kitabında açıkça belirttiği gibi: “Tuzağa düşürüldük.”
Rose, “Holokost’u kutsallaştırmaya, ticarileştirmeye ve bir devlet çıkarı meselesine dönüştürmeye” adanmış bir girişim olarak tanımladığı bu Holokost istismarından özellikle rahatsız oldu. Ona göre, Holokost’un gerçekleşmesine olanak tanıyan tarihsel koşulları anlamaya çalışmak –ve aynı zamanda bunu yapmanın siyasal riskiyle yüzleşmek– yerine bu sadece, Holokost’u anlaşılamayacak şekilde gizemli hale getirecek bir etkide bulunmuştur.
Rose bu tutumu “Holokost dindarlığı” olarak adlandırmış ve bu “dindarlığın” İsrail devletinin şiddetini gizemli kılmaya ve meşrulaştırmaya hizmet ettiğini savunmuştur. Rose’a göre İsrail ideolojisi halen, bir kişinin kurban olduğu için fail olamayacağı mitini sürdürmektedir. Bu mite karşı Rose başka bir çarpıcı aforizma öneriyor: “Hiç kimse, hiçbir topluluk ‘güçlendirme’ paradokslarından muaf değildir.” Adam Kitaji’nin de dediği gibi4Adam Kitaji, “Seeing and Believing in Palestine: Testimonial 12”, Verso Books, https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/seeing-and-believing-in-palestine, dünyanın en büyük Holokost müzesinin, Nakba sırasında Siyonist milisler tarafından insanları katledildikten sonra tamamen yok edilen Deir Yassin köyünün yıkıntıları üzerine inşa edilmiş olması bunun çok iyi bir örneğidir.
Rose için, Siyonizmin temel yanılgılarının aksine “hayatta kalmak, yeniden yaşama tutunmak, yeni bir hikâye gerektirir: bulunacak yeni bir dua, kurulacak yeni bir yönetim biçimi.” Bu yönetim biçimi “kutsanmış, mübarek bir İsrail olarak değil”, başka herhangi bir ayrıcalıklı grup ya da çıkar üzerine değil, bunlar yerine evrensel olanı kurma riskini alarak kurulacaktır.
Bugün Gillian Rose
Rose’un modernitede yanılsamanın zorunluluğu olarak adlandırdığı şey –şeyleri yanlış anlamaya kaçınılmaz yatkınlık– mistifikasyonun zorunluluğu anlamına gelmez. Marksist Modernizm dersleri boyunca tekrarladığı gibi:
Bize oldukça anlaşılır gibi gözüken bazı şeylerin gerçekte anlaşılabilir olmadığı ve anlaşılmaz gibi gözüken bazı şeylerin de gerçekten anlaşılabilir olduğu bir toplumda yaşıyoruz.
Eleştirinin görevi aradaki farkı bilme riskini almaktır.
İsrail’in 2023 Ekim’den beri bu yana Gazze’de gerçekleştirdiği soykırım, belki de bu yüzyılda sevgi, barış ve halk gibi soyut –dolayısıyla da kolay– ideallerin; akıl, hakikat, adalet ve özgürlük gibi somut ve zor işlere karşı tekrar tekrar olumlandığı en uç örnek olabilir. Bunlar gibi soyut olumlamalar çok kolayca karşıtlarını gizleyen birer mite dönüşebilirler: Sevgi, barış ve halk uğruna liberal yorumcular; nefret eden, savaşı sürdüren ve soykırım yapan bir İsrail’e karşı sessiz kalmakta ya da onu desteklemektedir.
Bu şiddetle ilgili en ufak duygularını ifade edenler için ise bu duyguları anlamaya yönelik herhangi bir girişime karşı üstü kapalı bir yasak söz konusu olur. Siyonist rejimin, çoğunluğunu kadınların ve çocukların oluşturduğu on binlerce, hatta muhtemelen yüz binin üzerinde ölümden ve Gazze’deki insan yaşamının neredeyse tamamen yok edilmesinden sorumlu olduğu oldukça temel gerçekliği bile kabul etmek çok görülüyor. Lancet tıp dergisinin analizine5Zeina Jamaluddine vd., “Traumatic injury mortality in the Gaza Strip from Oct 7, 2023, to June 30, 2024: a capture–recapture analysis”, The Lancet, Vol. 405, Issue 10477, pp. 469 – 477, https://www.thelancet.com/journals/lancet/article/PIIS0140-6736(24)02678-3 göre 2024 Haziran sonu itibariyle ölü sayısı 64.260’tır, resmi sayıların yüzde 40 fazlası ve bu sayı sadece travmatik yaralanmalara bağlı ölümleri kapsıyor.
Bilgiye yönelik bu yasak dilde bile kendini gösteriyor. Edilgen cümleler sıklıkla kullanılmakta: Filistinliler ölü bulundu. Ya da failin ismi çıkarılır: Filistinliler açlıktan ölüyor. Uzuvlarını kaybettiler. Örneğin, Keir Starmer ateşkesle ilgili açıklamasında6Birleşik Krallık Başbakanlık Ofisi, “PM statement on the Israel-Hamas ceasefire: 15 January 2025”, https://www.gov.uk/government/news/pm-statement-on-the-israel-hamas-ceasefire-15-january-2025 Hamas’tan “acımasız teröristler”, İsraillilerden de “vahşice yuvalarından koparılanlar”, “katledilenler” ve “öldürülenler” diye bahsediyor ve 7 Ekim olaylarını Holokost’a benzetiyor. Filistinliler ise sadece “hayatlarını kaybetti.”
Aynı şekilde, kısa süre önce istifa eden Canterbury Başpiskoposu Justin Welby de Filistinli kayıplarla ilgili bir soru üzerine, “Bir tarafın kötü olduğunu söylemek zorunda değilsiniz ama bu olaylar dünyamızdaki kötülüğün bir patlamasıdır” dedi. Bunu okuyunca sanki bütün bu ölümlerin anlaşılamayacak doğa –hatta doğaüstü– güçlerden kaynaklandığını düşünebilirsiniz. Rose’a göre, bu “tarif edilemezliğe tanıklık” –felaket karşısında düşünmeyi ya da yargılamayı reddetmek– “anlamaya cesaret edemediğimiz bir şeyi gizemli hale getirmektir, çünkü o şeyin fazlasıyla anlaşılabilir olabileceğinden korkarız.” Bu, neredeyse tümden bir yıkıma maruz kalanların aynı yıkımı başkalarına da uygulayabileceği gerçeğini gizemli hale getirmektir.
Rose’a göre gerçek bir yas için anlamaya çalışmamız gerekir; belki ancak o zaman, ölümünden sonra yayımlanan son deneme koleksiyonuna da verdiği isimle “yas yasaya dönüşür”. Yani ancak anlayışla beraber yas tutmak, kayba verilen bir yanıt olarak, yeni bir siyasi başlangıç yapabilecek bir Sol’un temellerini atabilir.