Aydınlanmanın kurucu filozofu Immanuel Kant’ın temel felsefi amacı, bir özne olarak insanı anlamaktı. Bunun için üç büyük eleştiri kaleme aldı: Saf Aklın Eleştirisi –akıl ve mantığımızı kullanarak dünyayı nasıl anlarız; Pratik Aklın Eleştirisi –etik ve ahlaki kuralları evrensel olarak nasıl belirleriz; Yargı Gücünün Eleştirisi –bedene sahip olmamız nedeniyle duygu ve hislerimiz insanlık olarak bizi nasıl şekillendirir, sorularını araştırır. Doğru, iyi ve güzel üzerine yazılan üç büyük eser. “İyi, doğru ve güzel” ise içine doğduğumuz –ve bugün yok olmakta olan– gerçekliğin ve tüm gerçekliklerin temelini oluşturur.
Bugünkü Türkiye için soralım: Bu ülkeyi ortaklaştıran iyi, doğru ve güzel nedir? Böyle bir ortaklaşma var mıdır? Hatta, hiç olmuş mudur? Ama şurası kesin ki Türkiye’nin ortak iyi, doğru ve güzeli hiç olmadığı kadar zayıflamış ve silikleşmiştir. Mesela bu ülkede “kabul edilemez” olan nedir? Kadınların öldürülmesi mi, çocukların taciz edilmesi mi, sokak hayvanlarına reva görülen işkence ve toplu katliam mı, doğanın ve ormanların kitlesel yok oluşu mu, milyonlarca vatandaşın kölelik ve açlık sınırında yaşamaya zorunlu bırakılması mı? Bu ülkede “bu olmaz” diyebileceğimiz bir şey kaldı mı? Kurumların, kuralların ve genel olarak kurucu yasanın çöktüğü bugünkü dünyada insanlığın –özelde Türkiye’de yaşayanların– deneyimlediği başlıca krizin adı “gerçeklik krizi”dir.
Elbette bu insanlığın yaşadığı ilk gerçeklik krizi değil. Tarihteki büyük dönüşümler aynı zamanda büyük kapatmalardır. Eski özgürlüklerin yeni zorunluluklara tabi kılındığı, sadece emeğin ve eylemin değil düşünme ve hissetme biçimlerinin de büyük bir acımasızlıkla sınırlandığı, yasaklandığı zamanlardır bunlar. Bazı durumlarda ise insanlar bu yeni gerçekliğe uyum sağlayamaz, hatta bedenleri bunu reddeder. Michel Foucault’nun bize öğrettiği değerli şeylerden biridir bu. Kabul edilemez bir gerçeklik karşısında kimi ölene dek dans eder (Danse Macabre), kimi bedenini tamamen terk ederek yürüyen ölülere döner (toplama kamplarındaki Muselmann’lar), kimi de toplumdan kendini soyutlayarak derin bir yalnızlığa ve depresyona gömülür (Japonya’daki izole gençleri tanımlayan Hikikomori).
Dış dünyanın ve bu dünyadaki diğer insanların oluşturduğu gerçeklikte kendine yer bulamayan öznenin yapabileceği en mantıklı şeylerden biri delirmektir. Tersinden de söyleyebiliriz: Gerçeklik öznede kendine yer bulamazsa, delilik dediğimiz şey başlar. Duyduğumuzu algılamadığımız, gördüğümüzü tanımadığımız, o gerçekliğe ait olmayan fantezilerle gerçekliği yeniden kurmaya çalıştığımız bir durumdur delilik. Modern dünyanın şekillenişinde de benzer bir delirme hali ortaya çıkmıştır. Yel değirmenlerini “kötü kalpli” devler olarak gören, gündelik hayattan şövalyevari macera ve romanslar çıkaran Don Kişot, gelmekte olan modern kapitalist dünyaya uyum sağlayamayan bir öznenin hikayesiydi.
1600’lü yıllardan bu yana gerçeklik pek çok kez sarsıldı. Bir zamanlar tanrılara denk görülen monarklar tahtlarından edilip idam edildi. Trenin icadıyla insanlık emsalsiz hızları deneyimledi; zaman ve mekân algısı radikal biçimde dönüştü. Sokak lambalarının ortaya çıkışıyla birlikte insanlığın gökyüzü ve yıldızlarla –yani kozmosla– binlerce yıldır süren ilişkisi değişti.
20. yüzyıl ise şokların yüzyılı oldu. Onlarca yıl ciddi bir savaş görmemiş Avrupa’da 1900’lerin başında avangart hareketi, eskiyle bağları kökten koparmayı amaçlarken sanatın amacını izleyiciyi şoke etmek ve gerçeklik algısını altüst etmek olarak kurguladı. Fütüristler ise bir adım daha ileri giderek tankları, uçakları, bombaları ve makineli tüfekler gibi teknolojinin son armağanlarını savaşın içinde görmek istedi. Fütüristlerin dileği gerçekleşti: 1914’te başlayan I. Dünya Savaşı’nda o zamana kadar görülmemiş ölçüde güçlü ve yıkıcı silahlar kullanıldı. Bu yeni teknolojiyle savaş sırasında karşılaşan asker ve siviller, barış döneminde de bu şokun etkisiyle çeşitli psikolojik sorunlar yaşamaya devam ettiler. 1920’lerin iyimser havası ise bu kez büyük bir ekonomik şokla sarsıldı. Dünya çapında milyonlarca insanı işsizlik ve açlığa mahkûm eden bu kriz, yersiz-yurtsuz kalmış kitlelerin sığınak arayışına girmelerine yol açtı; “çözüm” olarak sunulanlardan biri faşizm oldu. Faşizmin yükselişiyle tetiklenen İkinci Dünya Savaşı ise daha büyük bir yıkıma sahne oldu. Savaşın sonunu getiren atom bombası, gezegensel düzeyde bir yıkım gücünü ortaya koyarak yeni bir şok yarattı.
1900’lerin ilk yarısında yaşanan bu yoğun ve ardışık şokların ardından 1945 sonrasında kurulan Soğuk Savaş düzeni, insanlığa uzun bir süre görece bir istikrar hissi verdi. Fakat bugün, 1945 sonrası düzeninin tüm kurum ve değerleriyle birlikte çökmekte olduğunu görüyoruz. Geleceğin bize ne getireceğine dair hiçbir fikrimizin olmadığı bu dünyayı anlamakta, bu dünyada nasıl var olmamız gerektiğine dair karar vermekte zorlanıyoruz.
Peki, bu durumdan nasıl çıkabiliriz? Ne yapmalı? Bu Leninci soruya kuir teoriyle cevap vermek mümkün. Kuir teorinin kurucu figürlerinden biri olan Eve Kosofsky Sedgwick, eleştirel düşüncenin yalnızca “paranoyakça” bir ardını görme çabası ve gerçeklik ifşasıyla sınırlı kalmaması gerektiğini söyleyerek “onarıcı okuma” (reparative reading) adını verdiği bir alternatif önerir. Karşımızdaki gerçekliği daha iyi –ya da en azından daha katlanabilir– bir hale getirmek için ona nasıl yaklaşmalıyız? Bugünden yarına köprüler kurabilmek için düşüncemizi de yeniden kalibre etmemiz gerekiyor.
Ama mevcut gerçeklik karşısında şöyle de sorabiliriz: Bu neden bizim başımıza geldi? Böyle zor bir dönemde yaşamayı hak edecek ne yaptık? Bunlar gayet adil sorular. Parasız okullarda okumuş, ömrü boyunca güvenceli işlerde çalışmış ve görece rahat bir emeklilik geçirmiş bizden önceki kuşakların günahları neden bizim omuzlarımıza kaldı? Bu soru tam da psikanalizin etik temelini oluşturur. Bu dünyaya gelirken seçmediğimiz ve şekillendirmediğimiz gerçekliklerin içine doğarız. Büyürken bir noktada yapmamız gereken şey, bu gerçekliği kabul etmek ve bu gerçeklikle ne yapacağımıza (ne istediğimize) karar vermektir. Bu açıdan psikanalizin etiği, seçmediğimiz bir şeyin sorumluluğunu almaya benzer. Tıpkı doğumdan önce ebeveynlerin yaptığı hataların yükünü üstlenmek zorunda kalan tragedya kahramanları gibi. Psikanalizin etiğinde trajik bir çekirdek vardır.
İngiliz psikanalist Adam Phillips trajik olanı şöyle tanımlar: “Yaşam, insanlar her istediklerini elde edemedikleri için değil; arzuları kendilerine zarar vermeye başladığında ve istedikleri şey katlanılmaz kayıplara yol açmaya başladığında trajik bir hal alır. Freudcu senaryoya göre, bir ebeveynini arzulayan çocuk ötekini rakip pozisyonuna sokar. Ve ileride samimi arzulara sahip bir yetişkin olabilmek için, eninde sonunda ebeveynlerine duyduğu ihtiyacı aşmak zorunda kalır. Cinselliği yaşayabilmek için çocukluğu geride bırakmanız gerekir. Ve tabii ki bu, geride bırakmanız gereken tek şey de olmayabilir.”
Son zamanlarda sosyal medyada çokça yankılanan bir cümle haline geldi: “Eksilerek büyüyoruz.” Evet, Phillips’in de dediği gibi, büyüyebilmemiz için çocukluğu ve belki de başka pek çok şeyi geride bırakmamız gerekir. Ama geride bırakılan şeyler kaybolmaz. Bu psikanalizin ekonomik prensibidir. Var olan enerjimiz farklı şekilde organize olur, parçalar yer değiştirir ve bazen de biçim değiştirerek ilk bakışta tanınmaz hale gelir.
Büyürken geride bırakmak zorunda olduklarımız, yetişkinlikte kendilerine yer bulabilirlerse başka bir biçimde var olmaya devam ederler; yer bulamazlarsa bizi sürekli huzursuz ederler. Ama mesele yetişkinliği reddetmek değildir. Geçmiş, bugün ve gelecek arasında köprü kurabilen bir yetişkin, hâlâ “yeteri kadar” –yani kendine yettiği kadar– çocuk olabilir. Psikanalitik dilde söylemek gerekirse, çocukluğumuzun hazlarını, yaratabildiğimiz yetişkinlik hazlarıyla takas ederiz. Tıpkı çocukların biriktirdikleri pulları, kartları, tasoları takas ederken aldıkları zevkin yalnızca kâr amaçlı olmaması gibi. Bir ötekiyle temas ederken neyi isteyip neyi istemediğine karar vermek zorunda kalan çocuk, zevkinin ve hazzının sorumluluğunu üstlenmektedir.
Büyümek bugün artık elzemdir. Belki de anlamlı bir değişim için yapmamız gereken ilk şeydir. Dış dünya bunu bize dayatıyor. Ama yetişkinlik ille de kendine yabancılaşmış bir mutsuzluk hali olmak zorunda değildir. Yetişkinliğin neye benzeyebileceğini ve neye benzemesi gerektiğini tartışmak için insanlığın biriktirdiği yeterince kadim bilgi mevcut.
Bizim içine doğduğumuz dünya halihazırda kuruluydu, bazen bizi boğdu ve onu bozmaya çalıştık. Fakat artık bozulacak bir dünya kalmadı. Kurulsa bile meyvelerini muhtemelen hiç yiyemeyeceğimiz bu dünyayı, belki de sadece yeni bir şey kurmanın hazzı için kurmaya başlamamız gerekiyor. Sınırlı ömrümüzde bize bu düştü. Şimdi, bir yetişkin gibi, seçmediğimiz ve şekillendirmediğimiz bir gerçekliğin sorumluluğunu almamız gerekiyor.