Mart ayında İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin yıktıkları polis barikatıyla başlayan ve sokaklara, meydanlara, oradan da Türkiye’nin dört bir yanına yayılan öfke, düzenin çürümüşlüğüne karşı halkın içgüdüsel tepkisinin bir yansımasıydı. Gezi Direnişi’nden bu yana benzeri görülmemiş kitlesellikteki halk hareketi, meydanları adalet, demokrasi ve özgürlük talepleriyle inletti. Bugün, protestoların ilk haftadaki yoğunluğu ve coşkusunun artık var olmadığını gözlemlesek de (burada üniversiteli ve liseli arkadaşlarımızın kararlı eylemlerini ayrı bir yere koyuyorum) Mart Direnişi’ni oluşturan protesto ve eylemler silsilesi, uzun süredir umutlarını bile kaybetmiş gibi görünen bir toplumun 7’den 70’e her üyesinin geleceğe dair umutları yeniden yeşertmişe benziyor. Ben de şüphesiz, Mart Direnişi’nin sadece bir başlangıç olduğunu, gelecekte geri dönüp baktığımızda, bu direnişin bir kıvılcım olduğunu; daha büyük ve güzel bir şeye, işçi sınıfının topyekûn ayağa kalkışına, örgütlü halkın kendi kaderini eline alışına, devrimci bir döneme girişin işaret fişeğine dönüştüğünü düşlemekten kendimi alamıyorum.
Mart Direnişi’nin en dikkat çekici özelliği, yıllarca yaşanılan adaletsizlikler, geçim derdi ve geleceğe dair umutsuzluklarından ötürü birikmiş öfkelerini bir reaksiyon, bir tepki olarak dışavuran on binlerce, yüz binlerce insandan, çoğunlukla da üniversiteli gençten, kısacası çeşit çeşit ideolojiye ve görüşe sahip insandan oluşmuş olmasıdır. Ancak bu tür yeni doğmuş her hareket olabildiğince erken bir zamanda kendine ortak bir yön belirlemeli; farklılıkları, çeşitlilikleri herkesin mücadele edebileceği bir temele oturtmalıdır. Böyle bir zemin üzerine oturtulmuş hareketleri ne koltuğunu kaybetmek istemeyen iktidar ne de düzen muhalefeti bölebilir, sönümleyebilir.
Lenin, 1905 Devriminden çıkarılan dersler olmasaydı 1917 Ekim Devriminin de başarıya ulaşamayacağını söylemiştir. Tarih, sadece övünülecek zaferlerden değil, yenilgilerden de çıkarılacak derslerden oluşur. Bizim görevimiz de sadece ilerlemek değil; daha önce yürünmüş, düşülmüş, başkaldırılmış patikalara bakarak doğru yolu tayin etmektir; çünkü pratikte alacağımız yolu ancak teorinin kaynağını çektiği somut tarihsel deneyimlerle döşeyebiliriz.
Ben de içinde bulunduğumuz bu uğrakta, bizden önce başarılı ya da başarısız şekilde direnmiş, tarihin başka bir döneminden, başka sınıf hareketlerine bakmanın faydalı olacağı kanaatindeyim. Tam da burada, tarihin başka bir döneminden, başka bir sınıf hareketi bize sesleniyor: Spartaküs ve kölelerin büyük isyanı.
Özgürlük Uğruna Ayağa Kalkan Sınıf
MÖ 1. yüzyılda Roma Cumhuriyeti, tüm Akdeniz’i bir fetih alanına çevirmişti. Roma yurttaşlarının zenginliği, refahı ve kültürel yükselişi, milyonlarca kölenin bedenleri üzerine inşa edilmişti. Tarımda, madencilikte, ev işlerinde, gladyatör okullarında, limanlarda, zanaatkâr atölyelerinde, her yerde köle emeği vardı. Köleler üretim araçlarından dışlanmış, hak sahibi olmayan, nesneleştirilmiş bir sınıftı. Onların “kaderi”, mülk sahibi olmak değil, mülk edilen olmaktı.
Ancak tarihte hiçbir baskı, hiçbir ezilme, sonsuza dek süremez. Kölelerin öfkesi, en sonunda zincirleri çatlatacak noktaya gelir. Kartaca’dan Anadolu ve Doğu’daki görkemli krallıklara kadar dışarıdaki tüm düşmanlarını dize getirmiş o “muhteşem” Roma Cumhuriyeti gücünün doruk noktasındayken, tam da böyle bir an yaşanmıştı.
MÖ 73’te, Roma’nın güneyinde bulunan Capua şehrindeki bir gladyatör okulunda, yaklaşık 70 köle, zincirlerini kırarak kaçmayı başardı ve ilk kıvılcımı yaktı. Başlarında Trakyalı bir köle, Spartaküs vardı. Bu, başta yalnızca hayatta kalmaya dönük bir isyandı. Ancak kısa sürede Roma’nın taşra bölgelerinde yaşayan köylüler, kaçak işçiler, eski askerler ve diğer köleler de bu harekete katıldı. Artık her biri birer Spartaküs’tü. Sayıları yüz binleri buldu; kıvılcım, alevlendi. Spartaküs’ün komutası altındaki bu ezilenlerin halk ordusu, Roma’nın, nice orduları mağlup etmiş, düzenli, disiplinli lejyonlarını defalarca yendi.
Bu, sadece basit bir kölelikten kaçış değil; aynı zamanda bir sınıf isyanıydı. Yıllarca bastırılmış, aşağılanmış, mülksüzleştirilmiş kitleler, efendilerine karşı ayaklanmış, silaha sarılmıştı. Haklı öfkeleri büyüktü.
Ancak Spartaküs hareketinin sınırları da işte tam burada ortaya çıktı. Bu öfke, büyük bir stratejik amaçla birleşemedi. İsyan, özgürlüğe duyulan haklı özlemle başladı ama bu özgürlüğün ne şekilde ve nasıl kalıcılaştırılacağına dair ortada bir siyasal program yoktu. Hareket, kendiliğinden başlamış ve büyümüştü. Haliyle, hareketi meydana getiren kölelerin bir kısmı Alpler’i aşıp memleketlerine dönmek istiyor, bazıları Roma’yı ele geçirmekten söz ediyor, kimileri ise efendilerin villalarına saldırarak intikam almakla yetiniyordu. Sınıf içindeki dağınıklık, ortak siyasal bilincin eksikliği, bu devasa hareketi ve yakaladığı ivmeyi zayıflatıyordu. Bu sadece yönetenlerin işine yarayabilirdi.
Spartaküs ve yoldaşları, askeri olarak olağanüstü başarılar kazanslar da, bu başarılar bir devrimci stratejiye bağlanamadığı için Roma Senatosu’nun zamana yaydığı, kuşatıcı ve kırıcı hamleleriyle zaman içinde bastırıldı. Roma’nın en zengin adamı Licinius Crassus ve Marx’ın “tam bir puşt” olarak tanımladığı Roma’nın “Büyük” lakaplı generallerinden Gnaeus Pompeius’un orduları, geri çekilen, dağınık halk ordularını parça parça kuşattı. Spartaküs savaşta öldürüldü, binlerce köle, Roma’ya başkaldırmayı aklından bir an olsun bile geçirenleri sindirmek için, çarmıha gerildi. Bu bir katliamdı; yönetici sınıfın iktidarını korumak için neler yapmaya hazır olduğunu gözler önüne sürüyordu; ama aynı zamanda örgütsüz, ortak bir hedefe sahip olmayan bir sınıf öfkesinin nereye kadar götürebileceğinin sınırları da ortaya konuyordu.
Spartaküs’ün başlattığı isyanın en büyük açmazı, önderliğinin kolektif bir sınıf bilincine dayanmamasıydı. Spartaküs, Marx’ın da ifade ettiği gibi, eski proletaryanın gerçek bir temsilcisiydi. Ama devrimci bir siyasal çizgi inşa edilememişti (Eski Roma’dan bahsederken sosyalist bir devrimci çizgiden bahsetmediğimi vurgulmama gerek yok elbette). Kölelerin çığlığı haklıydı ama devrimci olarak örgütlenmemişti. Lenin’in 1905 için söylediği gibi: Yığınların öfkesini devrimci sınıf hareketine dönüştürecek bir öncü olmadığı sürece, halk hareketi, burjuva düzene teslim edilir.
Bugün yaşadığımız Momentte de aynı tehlike geçerli: Milyonlar sokağa çıkabilir ama eğer bu öfke, bir devrimci stratejiyle buluşmazsa, iktidardakiler belki de Roma İmparatorluğu’nun asıl mirası olan divide et impera (Lat. böl ve yönet) stratejisini muazzam etkili bir şekilde pratiğe döker ve halk kitleleri ana muhalefetin miting kürsüsüne, sandığın kuyruğuna, reformist hayallere terk edilir.
Spartaküs’ün Uyarısı
2025 yılının Mart ayında Türkiye’nin dört bir yanında patlak veren protesto dalgası, bir anda gelişen politik bir öfke patlamasıydı. Bu isyanın gerisinde biriken adalet özlemi, geçim sıkıntısı ve baskı rejimine karşı duyulan derin huzursuzluk vardı. Ancak bu öfke, açık bir yön ve bilinçten henüz yoksundu. Ortada devrimci bir strateji, bir politik hedef, bir sınıf yönelimi yoktu.
Bu tablo, bir Spartaküs anını çağrıştırıyor. Tıpkı antik Roma’da olduğu gibi, kitleler öfkeli ve ayakta; ama bu ayağa kalkış henüz devrimci bilinçle birleşmiş değil. Mevcut düzenin siyasi aktörleri, bugünün Roma Senatosu gibi davranarak zaman kazanmaya, öfkeyi dizginlemeye ve meydanları mücadele alanı olmaktan çıkarıp kontrollü miting alanlarına dönüştürmeye çalışıyor. Çünkü bu öfkenin, yalnızca bir yönetim karşıtlığını değil, düzenin bizzat kendisini hedef alan devrimci bir bilince dönüşmesinden korkuyorlar.
İşte bu yüzden, Spartaküs’ün isyanı bir uyarıdır. Sadece ayağa kalkmak yetmez. Öfke, örgütlü değilse bastırılır. Sınıfsal yönü olmayan her ayaklanma, ya kendi içinde çöker ya da burjuvazinin temsilcileri tarafından, iktidarda olsun ya da olmasın, kontrol altına alınır, sönümlenir. Bugün sokaklarda gördüğümüz ağırlıkla yönsüz öfke, yarın yine sandığı beklerken, gelecekte her şeyin güzel olacağına dair soyut vaatlerle eritilir. Sonra yine işçiler aç kalır, öğrenciler borç içinde yaşar, kadınlar ezilir, katledilir, Kürtler susturulur, patili dostlarımız imha edilir.
İşte bu yüzden, yenilmiş ama unutulmamış bir sınıf isyanı olarak Spartaküs’ün gölgesi bugünün tam üstüne düşüyor. Bugünün direniş hareketleri geçmişin başarısız direniş hareketlerinden ders çıkarmayı ihmal ederse, onları hafife alırsa, onlarla aynı kaderi paylaşma riski de var olmaya devam edecektir.
Bu kez Spartaküslerin kazanması umuduyla.