O sabah oradaydık. Garın önünde, birbirimize benzeyen yüzler içinde, aynı sözcüğü söylüyorduk: Barış. Ankara Garı’nın önü artık o sabahki gibi değil. 10 Ekim sabahı kimse kahraman değildi; kimse kime son kez baktığını bilmiyordu. Cebimiz araklayıp geri veremediğimiz çakmaklarla doldu. Ama hepimiz, bu memleketin hâlâ sevilebileceğine inanıyorduk. Belki de o yüzden oradaydık: Çünkü inanmayı, hâlâ mümkün belliyorduk.
Suruç Katliamı’nın üzerinden yalnızca birkaç ay geçmişken, ülke yeniden seçime sürükleniyordu. Kürt illerinde sokağa çıkma yasakları, bombalanan mahalleler, çökmekte olan bir barış süreci vardı. Garın önü o sabah, savaşın değil yaşamın sesini duyurmak isteyen insanların buluşma yeriydi: işçiler, sendikacılar, öğrenciler, sanatçılar, emekliler… Patlama, o halkın barış talebine yönelmişti. IŞİD’in canlı bombaları, devletin gözünün önünde, en büyük toplu katliamlardan birini gerçekleştirdi. 103 insan öldü, 500’den fazla kişi yaralandı. O sabah, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük sivil katliamı yaşandı. Devlet, yalnızca ölümlere değil, yardıma da gecikti. Polis gelmedi, ambulans geçmedi, üstelik vahşetten kurtulmuş yoldaşlarının canına düşmüş insanların üzerine gaz sıkıldı. O günden sonra, bir ülkenin vicdanı o meydanda kaldı.
O sabah, bir kuşak yalnızca arkadaşlarını değil, geleceğe inanma biçimini kaybetti. Ama belki de en ağır kayıp, hatırlamanın kendisiydi. Çünkü zamanın tozu, tuttuğumuz anlamı örter önce. 10 Ekim artık bir tarih değil, bir sessizlik biçimiydi. Bu ülkenin gündeliğine sinmiş bir sessizlik: metroda göz göze gelememek, haberleri sessiz izlemek, peynirin fiyat etiketine bakıp içinden küfretmek. Politikanın, gündeliğe karışıp görünmez olduğu yer tam da burasıydı.
Oysa 10 Ekim bir “politik an” değil, gündeliğin kendisinin politikleştiği bir andı. O sabah orada olmak, tarihe tanıklık etmek değil, yaşamak, nefes almak, insana, memlekete inanmak demekti. Ve belki de 10 Ekim’in gücü, tam da bu sıradanlığındaydı: Bir ülkede barış olağan bir istek haline geldiğinde, rejim sarsıldı.
Patlamadan sonra gökyüzü değil, dil yıkıldı önce. Devlet kendi dilini kurdu: terör, güvenlik, milli birlik. Sireni dahi engellenen bir sessizliğe mahkûm edildi. Melih Cevdet’in dizelerinde duyulan o sessizlik gibi, kulağını yere koysan duyabilirdin insanların birbirine inanma arzusunu. Patlama o sesi susturdu —ama yok edemedi.
Didier Eribon’un dediği gibi, “Yenilgiyi anlatmak, onu aşmanın yolu olmamalı.” Ama biz çoğu zaman yenilgiyi sahiplenmeyi kahramanlık saydık. Bugün o fotoğraflara bakarken nostaljinin ağırlığını değil, yaşamanın borcunu hissetme gerekliliği bundan. Çünkü o sabah orada ölenler bir “devrim masalının” figürleri değil; yaşamanın sıradan güzelliğine inanan insanlardı. Eminim, ertesi günkü sınavı düşünüyorduk çünkü, ay sonuydu ve kirayı düşünüyorduk, çıkışta yiyeceğimiz yemeği düşünüyorduk.
Onlara borcumuz, o güzelliği hâlâ mümkün kılmak. Ama o güzelliğin kendisi, neoliberal çağın en büyük düşmanıydı. Saray rejimi, otoriterliğini sadece yasalarla değil, yorgunlukla kurdu. Bir ülke yavaş yavaş tüketimle, borçla, rekabetle ve yalnızlıkla susturuldu. Neoliberalizm, artık yalnızca bir ekonomik düzen değil, bir ruh hali. Bizi birbirimizden ayıran, dayanışmayı “verimsizlik”, öfkeyi “aşırılık” gibi gösteren bir ruh hali. 10 Ekim’in hatırlattığı şey, bu sessizliğin öncesiydi —bir arada olmanın hâlâ mümkün olduğu bir an. O an devletin şiddetiyle kesildi ama sessizliği kalıcı kılan, neoliberal hayatın kendisiydi. Patlamanın dumanı dağılmadan yeniden işe döndük. Yas bile artık fazla görülüyordu; üretkenlik her şeyden önemliydi.
Bugün bu ülkede siyaset, artık kürsülerde değil; işyerlerinde, mutfaklarda, market raflarında, kira sözleşmelerinde yaşanıyor. Saray rejiminin kurduğu düzen, hayatı bir performansa dönüştürdü. Herkes hayatta kalmaya çalışıyor ama kimse hak ettiği haysiyet ve onurla yaşayamıyor. Politik olan tam da burada gizli. Kira gününde omuz vermek, işten atılanla dayanışmak, bir esnaf lokantasında paylaşılan çorbanın hesabını birlikte ödemek, sessizce ama ısrarla “haksızlık” diyebilmek… Bunların her biri, 10 Ekim’in gerçek mirası. Barış artık büyük bir ideoloji değil; küçük, somut, gündelik bir inat.
Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları’ndaki karakterler gibi, çöplerin arasından kendi hikâyelerini yaratan insanlar, bugünün asıl siyasetini temsil ediyor. Bizim hikâyemiz artık büyük destanlar değil, birbirini koruma ve çoğaltma hikâyeleri. Lauren Berlant’ın “gündelik felaketler” dediği şeyin içinde yaşıyoruz; hayatın felakete dönüşmesini önlemeye çalışan küçük ayakta kalma pratikleri. Ama tam orada, gündeliğin içinde yeni bir politiklik filizleniyor. Sait Faik’in “Bir insanı sevmekle başlar her şey” cümlesi artık bir romantizm değil, bir direniş biçimi. Çünkü bu ülkede 10 Ekim’den sonra birbirine hâlâ inanmak, en politik eylem.
Unutmamak, sadece hatırlamak değil; yeniden kurmaktır. Walter Benjamin, “Geçmişin her anı kurtuluş umuduyla parıldar” der. O parıltıyı görmek için geçmişe değil, bugüne bakmak gerekir. Bugünün umudu artık büyük devrimci masallarda değil; 10 Ekim’den sonra birbirine hâlâ inanabilen, hâlâ paylaşan, hâlâ öfkelenebilen insanlarda.
Barış artık bir ideoloji değil; her sabah uyanıp hâlâ iyi bir insan kalmaya çalışmak kadar küçük, ama o kadar da tehlikeli bir şey. Çünkü bu ülkede iyi kalmak, artık siyasal bir tercihtir.
Ve belki de bu yüzden, 10 Ekim’i hatırlamak, yeniden politik olmayı seçmektir. AKP’ye rağmen, hayatta kalma ekonomisine rağmen, unutmaya rağmen. Biz hâlâ buradayız. Ve birbirimize hâlâ bakabiliyorsak, hâlâ inanabiliyorsak 10 Ekim bitmedi. Sadece biçim değiştirdi. Sokağın yerini mutfak aldı, sloganın yerini fısıltı. Ama anlam aynı: birbirimizi unutmamak ve yan yana gelebilmek.
O gün orada olmak, bu memleketi sevmenin en çıplak hâliydi. Çünkü sevgimiz, birbirimize, yan yana durduğumuz anlara, meydanlarda doğan o güvene dayanıyordu. Bugün o sevgiyi taşıyan herkes, hâlâ politik. Yorgun, kırılmış, inatçı, ama politik. Bu yüzden 10 Ekim, bir uyarı, bir borç, bir aynadır. Orada olmak, bu ülkenin hâlâ değiştirilebilir olduğuna inanmaktı. Ve bu inanç hâlâ mümkün. O sabahın anlamı budur: Bu memleket bizim ve hâlâ değiştirilebilir. Ve değiştirmeye niyetli olanlar, hâlâ burada.