“Keşke günün birinde Türkiye de Boğaziçi gibi olsa”

Akademi, Yapay Zekâ ve Boğaziçi Direnişi

Bilişsel bilimci Yunus Şahin, teorik bilgisayar bilimci, akademisyen Cem Say ile Büyük Dil Modelleri’nden yapay genel zekâya, oralardan Boğaziçi Kültürü’ne varan sohbette #CorpusBilimSöyleşileri için bir araya geldi.
Okuma listesi
Redaksiyon:

Güncel çalışmalardan pek bahsetme fırsatımız olmuyor bu tarz röportajlarda. O yüzden ilk sorum şu olacak: Son zamanlarda neye odaklanıyorsunuz, ne gibi şeyler çalışıyorsunuz?

Epeyce bir süredir kuramsal bilgisayar biliminin iki alt alanı üzerinde çalışıyorum. Bunlardan bir tanesi kuantum hesaplama. Daha çok da küçük bilgisayar, yani günümüzün teknolojisiyle imal edilebilen, dar kapsamlı, az bellekli kuantum bilgisayarlarının teorik özellikleri konusunda. Bir de etkileşimli ispat sistemleri diye çok enteresan bir şey var. Yani bu şu demek: Siz normal bir insansınız; karşınızda da inanılmaz güçlü bir bilgisayar var ya da belki bir yaratık. Onun aklı sizinkinden fersah fersah ileride ve o, bir konuda sizi ikna etmeye çalışıyor. İşte bu bağlamda acaba ne kadar zeki olursa olsun sizi sadece doğru cümleler konusunda ikna edebilecek karşılıklı konuşmanın bir protokolü var mıdır? Yanlış cümleler konusunda siz onun yalanını yakalayabilecek misiniz? Bu konuda geliştirilmiş çok enteresan teknikler var. Ben bunu da küçük bellekli bilgisayarlara uyarlamakla ilgileniyorum. Yani benim uzun zamandan beri araştırma alanım küçücük bilgisayarlar, az bellekli bilgisayarlar. Teorinin o tarafına odaklandım hep.

Son zamanlarda da bu ikisini birleştirmeye başladık. Yani, küçük bellekli kuantum bilgisayarıyla size bir şey söylendiğinde, onu teyit edebilir misiniz?  Bunun enteresan şekilde, vaktiyle doktora tezim ve ondan sonraki on yıl boyunca uğraştığım yapay zekânın şimdiki müthiş geri dönüşüyle de bağlantılandırılabilir bir tarafı var bence. Çünkü sonuçta, yapay zekâlarla konuşurken de karşımıza bu problem çıkacak. Yani o süper akıllı olacak, biz o kadar akıllı olmayacağız; ama acaba yine de onun dediği doğru mu, değil mi diye kontrol edebilmek istiyoruz. Bu çalışmalar acaba o tarafa da uyarlanabilir mi şeklinde düşüncelerim var. Son zamanlarda düşündüğüm şeyler bunlar.

Son zamanlarda bir furya var. Apple yeni bir makale yayınladı Large Reasoning (Büyük Muhakeme) modelleri hakkında ve bu çalışmaya göre aslında bunlar düşünüyor (reasoning) gibi görünmüyor. Çünkü insan da olsa makine de olsa, akıl yürüten öznelerde sistemik bazı ilişkiler kurulması bekleniyor.. Bu modellerde sözkonusu sistemik ilişkileri göremiyoruz gibi görünüyor. Belki siz doğrudan büyük dil modelleri üzerine çalışmıyorsunuz ama sizin bu konudaki fikriniz nedir?

Evet, ben de geçenlerde Oksijen Gazetesi yazımda bundan bahsettim. Büyük dil modellerinin çok enteresan bir kitlesi var. Ben de Twitter’da böyle çok enteresan insanlar takip ediyorum, resmen fanları var. Yani futbol takımı tutar gibi bu konuda taraf tutuyorlar. Bir taraf, “Büyük dil modeli şunu yapamadı” deyince ona kızıyorlar. Büyük dil modeli de en nihayetinde aslında anlatması basit, mantığı basit ama çok şaşırtıcı derecede harika performans gösteren bir sistem. Yani onların esas şaşkınlık verici tarafı, bu kadar zekice gibi görünen şeyleri yapabiliyor olmaları. Bu Apple makalesinde de dediğiniz gibi, çeşitli bulmacalar sorulmuş bu sistemlere. Zaten buradaki bütün tartışma, bu sistemleri üreten OpenAI gibi şirketlerin sistemin yaptığı şeye “düşünme” demesinden kaynaklanıyor. Aslında o da çok sakıncalı değil; çünkü halka anlatmak için doğru kelime. Bir soru size sorulduğunda, şak diye mi, ezberden mi cevap vereceksiniz; yoksa bir süre düşünüp, durup, ondan sonra mı cevap vereceksiniz? Kendi kafanızın içinde konuşup, ondan sonra mı ağzınızı açacaksınız? Yani o anlamda, bunlara “düşünen modeller” adı takıldı başta.

Buna karşın Apple da diyor ki: “Ama biz deneyler yaptık. Örneğin bazı bulmacaların çok küçük versiyonlarını sorduğumuzda, düşünmeyen model, düşünen modelden daha başarılı oluyor.” Çünkü neden? O zaten bütün interneti yalayıp yuttuğu için, o zaten tüm örnekleri ezberlediği için. Sordukları temel soru, sisteme düşünme hakkı verince performansının niye düştüğü, gerçekten akıl yürütüyor olsaydı böyle olur muydu vs. gibi… Neticede bu sistemlerin yaptıklarının tam anlamıyla bir düşünme olmadığı sonucuna varıyor ama zaten öyle. Burada söz konusu olan, tam anlamıyla düşünme değil, daha doğrusu tam anlamıyla bizim yaptığımız gibi bir düşünme değil. Uçağın yaptığı, tam anlamıyla kuşlar gibi uçmak değil demek gibi bir şey bu. Makalede denilenler doğru olmakla beraber, şimdi bir sonraki versiyonunda OpenAI, ChatGPT’nin yeni versiyonunda bu problemleri çözecek. Sisteme bir şey daha ekleyecek ve ilgili problemleri çözecek. Bu bahsedilenler temel sıkıntılar değil.

Sanırım, buradaki bu hararetli tartışma OpenAI gibi, Sam Altman gibi kimilerinin biraz da ticari kaygılarla çok cüretkâr iddialarda bulunmalarına dayanıyor. Yapay genel zekâ gibi, insanı tamamen simüle edebilen, insanın tüm davranış ve kapasitelerini taklit edebilen bir ideale, sadece daha fazla veriyle, daha fazla işlem gücüyle, daha büyük modellerle ölçeklendirerek ulaşılabileceği gibi bir iddia var ortada. Buna inanmışsa birisi, kelimenin tam anlamıyla “düşünüyor” demek durumunda kalıyor sanırım. Sahiden düşünüyor. Karşı tarafsa, “Hayır, başka sistemik ve sahici ilişkiler olması gerekiyor” şeklinde itiraz ediyor.

Ben bununla alakalı bir şey daha soracağım. Sistemik ilişkiler derken neyi kastediyoruz? Belki biraz bunu ve bununla alakalı spekülasyonları deşmek isteyeceğim. Karşıt iddialardan bir tanesi, biliyorsunuz, ölçeklendirmenin bunu çözmeyeceği yönünde. Çünkü bu şekilde her seferinde prensipte sonsuz problemin çıkabileceği ve her seferinde modeli geliştirsek bile, yapay zekâ disiplininin ortaya çıkışındaki ideali gerçekleştirmek istiyorsak eğer “gerçek anlamda” zekaya, düşünmeye vs. ulaşmak için başka birtakım stratejiler, mimariler geliştirmemiz gerektiği gibi iddialar da var alanda. Belki François Chollet’nin genelleştirme, soyutlama gibi becerileri merkeze alan ARC-AGI testi ya da başka örnekler de düşünülebilir. Burada sizin tutumunuz nedir?

Ek olarak şunu da sormam gerek: Yapay genel zekâ, sizin için anlamlı bir konsept mi?  Yoksa prensipte mümkün ama pratik olarak çok uzun vadeli bir amaç mıdır? Üçüncüsü, eğer anlamlı bir konseptse modelleri ölçeklendirerek, daha fazla veri ve daha fazla işlemci gücüyle bu amaca yakınsamak, buna ulaşmak şimdiden mümkün mü? Yoksa eleştirenlerin de söylediği gibi, prensipte geliştirilen her sistem için sonsuz istisna bulmak mümkün olduğundan başka bazı stratejiler ve mimariler mi geliştirmemiz gerekir?

Yapay genel zekâ kavramının, tıpkı yapay zekâ gibi, tanımı üzerinde bir türlü anlaşamamamızdan, her sene yeni tanımın çıkmasından kaynaklanan sorunları var. Yani bence ChatGPT’nin şimdiki hâlini Alan Turing’e göstersek, hatta o da değil, 1999’da herhangi bir yapay zekâ araştırmacısına gösterseniz, “Tamam, bitmiş; yapay genel zekâ olmuş” diyecektir. O yüzden bu lafın sürekli böyle gündemde olması, aslında sizin az önce de dediğiniz gibi, bu şirketlerin patronlarının ayrı bir dertleri olmasından. Sürekli “Her şey çok iyi gidiyor, acayip bir şeyin eşiğindeyiz, geldi geliyor” diyerek bir pazarlamaya girişiyorlar. Bir yerlerden sürekli yeni para bulmaları gerekiyor.

Prensip olarak derseniz, benim ta öteden beri, 50 Soruda Yapay Zekâ kitabımda da dediğim gibi, bence fen bilimleri açısından bu çok net bir şey. Neden olmasın ki? Etten ve bizim yapıldığımız maddelerden, materyalden yapılmış bir şeyler ne yapabiliyorsa, bu zekâ adına onun aynısını yapabiliriz. Ayrıca niye daha ötesini de yapmayalım ki? Bilgisayarların uyumadığını da düşünürsek, belki bazı materyaller o açıdan daha da iyi performans gösterebilir.

Ölçekleme işi, az önce değindiğimiz soruya dönüyor. Yani bir model var elimizde, veriyi kamyonla dökelim, daha büyük sinir ağıyla eğitelim, daha iyi çalışır. E tabii ki. Ama bazı – ne bileyim, Einstein’ın göreceliliğin aklına gelmesi gibi – konular düşünüldüğünde, kamyonla böyle önemli olay olmadığı ve örneğin on bin tane Einstein da buna benzer şeyler keşfetmediğinden işin o tarafı başka bir, tırnak içinde, “düşünme” mekanizmasıyla halledilmeli. İlginç şekilde, bence zaten yapay zekâcılar, 30-40 yıl boyunca başarısız olduğu söylenen o mekanizmayı çalıştılar zaten. Hani şu “arama” denen… “Bunu da deneyelim, bunu da deneyelim; bu kavramdan bu kavrama atlayalım.” diye, daha yüksek seviye sembollerle çalışan… Onun mekanizmasını da biliyoruz zaten. Bu DeepMind’ın yaptığı ise aramayla sembolleri birleştirmek. İnsanların aklına gelmeyen harika fikirlere ulaşan bu yeni modeller, örneğin Nobeli kazanan yazılımlar da, o yolu gösteriyor. Başka da bir yolu var mıdır? Belki vardır.

Akademi ve yapay zekâ kesişiminde, aynı zamanda akademi ile Türkiye’deki ve dünyadaki politik dönüşümlerle alakalı. İlki, bu yapay zekâ coşkusu birçok şeyi dönüştürüyor: öğretme pratiklerini, okullardaki birtakım süreçleri belki, öğrenci-hoca ilişkilerini, sınav süreçlerini ya da en temelde –yani son birkaç senedir böyle bir iddia var ama ne kadar kuvvetli bilmiyorum– “Kod yazmaya artık gerek kalmayacak, zaten yazdıracağız” gibi birtakım iddialar… Dolayısıyla, aslında birçok şey; birçok pratik, birçok meslek açısından dönüşüyor. Bunun, akademiye –kendi alanınız üzerinde olur ya da sadece genel olarak bir bilim insanı olmak itibarıyla olur– çeşitli şekillerde etkileri olacak. Siz ne tür etkiler gördünüz, gördüyseniz? Ya da bu konuda projeksiyonunuz ne, özellikle yakın geleceğe dair?

Yani birebir, benim öğrencilerim ChatGPT’nin O3 versiyonu ile benim sınavıma çalıştıklarını söylediler. Ben de “Bravo” dedim. Çünkü o, bence çalışmak için –bizim gençliğimizde olmayan– harika bir yöntem; bizim çalıştığımız bazı konuları aslında bayağı iyi biliyor ve onunla karşılıklı konuşabiliyorsunuz. Eğer belli bir matematiksel olgunluktaysanız da çok güzel verim alabiliyorsunuz. Bilmiyorsanız, eğer eksperi değilseniz, onun dediklerindeki yanlışları tespit edemiyorsanız, çok sakıncalı şeyler yaşayabilirsiniz. Ama eksperleri için adım adım, bazı konularda bir anda çarpan etkisi yapacak şekilde, sizi süper güçlü hâle getirebilecek bir noktaya geldi. Ben de bazı makalelerimde, “Şimdi bu ara sonucu kaç saat uğraşıp ben mi hesabını yapacağım; sen yapıver” diyerek ondan faydalandım. O anlamda, ben faydalı tarafları olduğunu görüyorum. Hiç kompozisyon yazamayan birisi de şahane bir çıktıyla gelebiliyor hocanın karşısına. Dolayısıyla bunla ilgili süreçlerin değişmesi gerekecek. Ben mutluyum; yani bu aygıtları kullanılabilen nesle yetiştiğim için, kendim de bunu şu an işimde kullanabilir hâle geldiğim için.

Teknolojik gelişmelerin akademiyi ve hayatımızı dönüştürmesi demişken… Bu türden bir dönüşüme yol açan çok daha etkili birtakım gelişmeler de mevcut. Dolayısıyla odağımızı biraz politikaya çevireceğim. Dünyada –özellikle Amerika’da, Avrupa’da vs.– Türkiye’de zaten uzun zamandır popülist ve otoriterleşen iktidarlar var ve bunun bir çıktısı olarak da en azından son 5 senedir, özellikle pandemiden beri belki giderek artan bir dozda akademi düşmanlığından söz edebiliriz. Dahası bunun da üstüne çeşitli sebeplerle akademide bütçeler daralıyor, bilimsel faaliyetler yürütmek zorlaşıyor vs… Ama dünyada da benzer bir trend var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Görebildiğim kadarıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin durumu, Türkiye’nin bu dediğiniz açıdan durumundan çok daha kötü. Bizde, evet, Boğaziçi’nin yıkılmaya çalışıldığı izlenimi veriliyor ama orada çok daha tuhaf boyutlarda bu iş gerçekleşebiliyor. Başkan zaten cahilin, gerçek dünyayla alakası kopmuşun teki ve “Ben bu eyaletteki bütün üniversitelerin parasını kesiyorum” diyebiliyor. Türkiye’de öyle değil. Türkiye’de zaten üniversitelerin hepsinin başında, yönetim tarafından atanmış kişiler var. Öyle doğrudan karşıtlık şeklinde gelişmiyor olaylar. Ve bu çağa denk gelmemiz tabii ki çok kötü. Kendi devletlerini yıkmak için kırk yıl düşünseler bundan daha şahane bir yöntem bulamazlardı. Sonunda o olacak.

Daha spesifik olarak, Boğaziçi Direnişi ve kayyum gelişinden itibaren tartışılan bazı sorular not almışım, bunları da sormak isterim. Tabii önce bir şerh düşeyim: Bu soruların önemli bir kısmı –ya da en azından bir kısmı– benim kendi fikrim değil. Ama bunlar tartışılan konular olduğu için bahsedeceğim. Dolayısıyla provokatif gelebilir ve belki canınızı bile sıkabilir. Bir tanesi şu, en temelde zaten tartışılan ve konuşulan bir şey: İktidar cenahından, Boğaziçi akademisyenlerine karşı “Boğaziçi akademisyenleri zaten devlet okulunda hoca ve üretim yapmıyorlar; işte H-indeksleri düşük, atıf sayıları düşük” gibi eleştiriler yöneltiliyor. Sizin işin çok daha içinden, mutfağından birisi olarak bu eleştirilere yorumunuzu merak ediyorum.

Demek, H-indeks diye bir şeyin var olduğunu biliyorlarmış, bu bir başarı; tebrik ediyorum. Bunların hepsi, internette rahatlıkla bulunabilen şeyler. Merak edenler, mesela benim ya da canlarının istediği herhangi bir akademisyenin ismini yazarak, H-indeksi neymiş, hangi tarihlerde yapmış, yayını var mı yok mu bakabilirler.  Geçen gün duydum: Bu yeni usulle, göklerden paraşüt tabir edilen yöntemle inen kişilerden bir tanesinin Boğaziçi’nde süresi bitiyor. Yardımcı doçentliğin, üç yılda bir uzatılması gerekiyor ve o arada bir şeyler yapman gerekiyor. Bu kişinin üretimi sıfır; ama buna rağmen, çat diye uzatılmış. Öte yandan, Boğaziçi’nin kendi normal, liyakatli, benzer durumdaki hocaları için o üç yıl olan süre bire indiriliyor, ki yetiştiremesin. Sonra olay mahkemeden dönüyor. Bu gibi hikâyeler sürekli gündemde. Bu akademik nitelik konusunda hassas olan kişiler, biraz incelerlerse, sandıklarından çok farklı bir resimle karşılaşacaklardır.

Özellikle size sormak açısından ilginç olabilir; çünkü seksen üçten beri Boğaziçi’ndesiniz. Pek çokları için “Boğaziçi kültürü” denen, Boğaziçi’ni Boğaziçi yapan bazı özellikler var. Sizce böyle bir kültür var mı? Ve sizce bu kayyumdan beri değişiyor mu? Ya da değişiyorsa, ne kadar hızlı değişiyor? Neler değişiyor?

Böyle bir kültür var ve de hep vardı. Bunu bilenler, samimi şekilde şöyle düşünürdü: “Keşke günün birinde Türkiye de Boğaziçi gibi olsa.” Oysa şimdi, Boğaziçi, Türkiye’nin –işte bir tipinin– yansımasına giderek daha fazla benzetilmeye çalışılıyor. O kültür de özgürlük, karşılıklı saygı içinde farklı görüşlerin söylenebilmesi demek. Ben, hep rektörlere muhalif bir insandım, ama o zamanki rektörlerin benimle nasıl iletişim kurduğu ya da benim dediklerime nasıl tepki verdiğiyle şimdiki arasında, işte o kültürün olmasıyla olmaması arasındaki fark kadar büyük bir fark var. Bunun üstüne kitaplar yazılabilir. Neden çıkmış? İşte Amerikan okulu geçmişinden geliyor tabii ki; ama bir yandan da 1970’te okul devlet okulu hâline gelirken, onun kurucu kadrosu olan –o zaman için genç, idealist hocaların– kurduğu bir ortam vardı. Yani böyle bir kültürün hâlen var olduğunu görüyoruz, ki yıkma çalışmaları da hız kesmiyor.

Direnişteki öğrenci tarafı için –yine, “öğrenci direnişi” derken yekpare bir şeyden bahsetmek mümkün değilse de– o zamanlar en çok tartışılan şey, belki sloganlarda, belki metinlerde, belki söylemde, “Boğaziçi’nin tüm bileşenleriyle yönetilmesi” idi. Bu anlamda, hocaların tutumunda ise aslında “tüm bileşenler” ifadesi kadar katılımcı bir öneri yok gibiydi. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tabii ki birçok şekilde değerlendirilebilir, öyle demokratik ve heterarşik bbir dünyada henüz yaşamadığımız bile söylenebilir veya bundan daha somut birtakım görüş ayrılıkları da olabilir. Bu iki yaklaşım çerçevesinde, sizin fikrinizi sormak istiyorum.

Yani, ideal bir dünyada… Mesela –haberiniz var mı bilmiyorum– Profesör Doktor Kayıhan Pala, Bursa Milletvekili, bir kanun önerisi verdi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne. Buna göre hocalar, öğretim görevlileri, öğrenciler, çalışanlar falan… Onlar, ikinci meclis gibi, kendi aralarında seçim gerçekleştirecekt,; gayet katılımcı bir şekilde, rektörün ya da rektör adayının seçilmesini öngören bir öneri verdi. Ben gayet beğendim. Yani ideal bir dünyada böyle olması gerekir. Ama tekrar oraya dönersek, şöyle cümleleri ben asla kuramam: “Biz hocalar şöyle düşündük, öbürleri şöyle düşündü.” Çünkü “biz hocalar” diye birisi yok. Ben kendi başıma, o hocaların güvenoyu verdiği oylamaya aday oldum. Öbürüne aday olduğumu bile hatırlamıyorum ama sağ olsunlar, bana oy vermişler. Ve ben o oylamada oy da kullandım, onun mantığını, matematiğini anladım; onun başka insanları ikna etme gücü hakkında bir değerlendirmede bulundum. Diğeri de değerli bir çalışma muhakkak. Ama örneğin neden öyle oldu da böyle olmadı… Bu konuya şu anda enerji harcamasak, bence daha iyi olur.

Söyleşinin de sonuna geliyorken iki tane ucu açık sorum var. Sizce Boğaziçi’ni nasıl bir gelecek bekliyor? Bu konuda umutlu musunuz? Örneğin, Boğaziçi kültüründen bahsetmiştik. Boğaziçi, bu kültürünü bu taarruza rağmen aktarabilecek mi gelecek nesillere?

Boğaziçi denen kurum büyük hasar aldı, hâlâ da alıyor. Ve bunun nasıl bir tarafa gideceği, Boğaziçi’nin çok dışındaki başka birtakım faktörlere bağlı. Ben “Boğaziçi yıkılmaz” demiyorum. Ne kurumlar yıkılmış ülkemizde tarih boyu… Rasathaneyi kurduktan beş sene sonra, resmen top ateşiyle yıkmış padişah. Buna benzer birkaç olay daha var; kitabımda da özetlemiştim. Bunu yapmanın mantıksız olduğunu sakince söyleyerek seslendirmeye çalışıyorum ben bunu. Ama şu an itibariyle bu gidişat, “Bunu da işten atalım, bunu bezdirelim, bunu paraşütle şuraya yerleştirelim” şeklinde, büyük bir hızla devam ediyor. Ama hiçbir gidişat sonsuza kadar gitmez. Şartlar değişebilir. Boğaziçi olmazsa bile, bu fikirler değişebilir ve Türkiye’nin ya da Dünya’nın bir yerlerinde o ışık yanmaya devam eder. O ışık da sönerse, evrende hayat kalmayacak. (Gülüşmeler) O da olabilir yani. Bizim sırrımız, bize verilen kısa süre içinde en doğrusunu, en güzelini yapmaya çalışmak. Şu anda Boğaziçi için, en doğrusu ve en güzelinin tam tersini yapanlarla; “Hayır, doğrusu böyle” diyenler arasında bir tartışma devam ediyor.

Son sorum şöyle olacak. 2025 yılının ilk altı ayında, Türkiye’de politik iklim olarak muhalefet/muhalifler için -yani bu iktidarın sürmemesi gerektiğine inanan insanlar için- zorlu ve hararetli geçti. Burada yine ucu açık bir sorum var: Sizin öngörünüz nedir? Dolayısıyla, siz bu son olaylar bağlamında, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ve CHP’ye kayyum atanma ihtimali ya da diğer başka gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunlar ışığında, hem bu konuya bakış açınızı hem de son sözlerinizi rica edeyim.

Bizim nesil olarak, gençlere güzel bir noktada devredemiyoruz bayrağı. Ben neslimin temsilcisi değilim bu konularda; hiçbir partiye üye değilim; hiç kimse benim dediğimi yapmıyor; zaten öyle bir yeteneğim de yok. Ben kendim, işte annemden babamdan başlayarak, okuduklarımdan öğrendiğim bir yolda ilerliyorum; doğru bildiğimi yapmaya çalışıyorum. Dediğiniz anlamda, her şey daha kötüye de gidebilir ama belki de başka bir şeyler olur, bu olasılıkları da bilemiyoruz. Satrançta oyunu terk edebilirsiniz ya da devam ettirebilirsiniz; bu gidişle “ben kaybedeceğim” diye düşünebilirsiniz; ama eğer terk ederseniz, “kaybetti” yazılıyorsunuz zaten. Belki bir hamle çıkar, belli mi olur? O açıdan, herkesin elinden gelenin en iyisini yaparak kendisi için de, çocukları için de en iyisini düşünüp o şekilde hareket etmesi gerekir. Çok şahane, iyimser, “acilen önümüzdeki ay her şey düzeliyor” gibi bir mesaj verecek halim yok, ama belki de düzelir.

Benim için çok keyifliydi, teşekkür ediyorum. Eklemek istedikleriniz varsa…

Uzun vadede düşünmeye çalışırsak bazı açılardan, örneğin ben şu sıralar Çin tarihi okuyorum ve görüyorum ki beş bin senede bütün bu olaylar defalarca olmuş. İnsan içinde yaşarken bana denk geldi diye de ayrı bir hayıflanıyor. Bizim görevlerimizden bir tanesi kendimizi yakınlarımızı sevdiklerimizi mümkünse başkalarını da sağlıklı mutlu bir hale getirmek o yüzden bir yerlerden pozitif enerji bulursanız aman onu çevrenizle de paylaşın diye tavsiye ediyorum.

Bunları okudunuz mu?