İsrail ve Soykırımcı Müstehcenlik

Medya haklıydı, Gazze’nin yıkımını televizyonda yayımlanan ilk soykırımdı. “Adalet sadece uygulanmakla kalmamalı, görünür de olmalı” sloganı böylece tersine çevrilmiştir: Kötülük sadece yapılmakla kalmamalı, olduğu gibi, saf kötülük olarak görünmelidir de.
Okuma listesi
Çeviren:
ŽIŽEK GOADS AND PRODS
Özgün Başlık:
Not Only Justice, Evil Also Has to Be Seen to Be
14 Haziran 2025

Yazarın Notu

Yoldaşlar,

Eski bir konuşmamı yayınlıyorum. “Eski” diyorum ama (bazıları ödünç alınmış) yeni materyallerle uyarladım ve başta Gazze’de devam etmekte olanlar olmak üzere, son zamanlarda yaşanan korkunç olaylar ışığında yeniden yorumladım.

7 Kasım 1920’de, Ekim Devrimi’nin üçüncü yıldönümünde Petrograd’da sahnelenen “Kışlık Saray Baskını” performansını hatırlayın.1Burada Like a Thief in Broad Daylight (Londra: Allen Lane, 2018) eserimdeki açıklamamı sürdürüyorum. On binlerce işçi, asker, öğrenci ve sanatçı  kasha (tatsız tutsuz buğday lapası), çay ve donmuş elma ile beslenerek, tam da üç yıl önce olayın “gerçekten gerçekleştiği” yerde, gece gündüz demeden çalışarak gösteriyi hazırladı. Çalışmalar, Maleviç’ten Meyerhold’a dek avangart sanatçılar, müzisyenler ve yönetmenlerin yanı sıra ordu subayları tarafından koordine edildi. Bu bir performans olmasına ve “gerçek” olmamasına rağmen, askerler ve denizciler kendilerini oynuyorlardı. Çoğu 1917 olaylarına bilfiil katılmıştı, aynı zamanda kuşatma altında ve ciddi gıda kıtlığı çeken Petrograd yakınlarında şiddetli şekilde süren İç Savaş’ın gerçek çarpışmalarında da bulunmuşlardı. Çağdaşlardan bir isim, oyunu şöyle yorumlamıştı: “Geleceğin tarihçileri, en kanlı ve en amansız devrimlerden birinde tüm Rusya’nın nasıl oyunculuk sergilediğini kaydedecekler.”2Susan Buck-Morss, Dreamworld and Catastrophe (Boston: MIT Press, 2022), s. 144. Biçimcilik teorisyeni Viktor Şklovski, “yaşamın canlı dokusunun tiyatroya dönüştüğü bir tür temel süreç yaşanıyor”3Susan Buck-Morss, op.cit., s. 144. diyecekti.

Ancak yine de bu “yaşayan dokunun tiyatroya dönüştürülmesi” fikrini sıkı bir eleştirel analize tabi tutmalıyız: 1920’de sahnelenen tam olarak neydi? Teatral tekrarlar asla masum olaylar değillerdir; yeniden sahneledikleri gerçekliği daima incelikli şekilde dönüştürürler, hele de Ekim Devrimi gibi politik olarak yüklü bir gerçeklik söz konusu ise: “100 bin seyircinin izlediği bu canlandırma, daha sonra çekilen resmî filmler için örnek teşkil edecekti; gerçekte Bolşevik isyancılar çok az dirençle karşılaşmış olsalar da, Kışlık Saray’ın ele geçirilmesi sırasında şiddetli çatışmalar tasvir eden filmlerdi bunlar.”4Oldukça doğru bir tasvir için bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/October_Revolution Geçici Hükümet, Kışlık Saray’da bakanların katıldığı bir toplantıya indirgenmişti. Birkaç Kızıl Muhafız, hizmetçi girişinden içeri girerek bakanları tutukluyordu. (Bu saldırıdan önce [Geçici Hükümetin Başbakanı] Kerenski, arabasıyla saraydan ayrılmıştı.) Elindeki tüfeğin patlamasıyla bir denizci öldü. Dört Kızıl Muhafız ve bir denizci, serseri kurşunlarla öldürülmüştü. Bu tarihî günde ölenlerin toplam sayısı buydu. Petrograd’daki çoğu insanın bir devrim gerçekleştiğinden haberi bile yoktu. Lenin, devrimi ilan etmek için Bolşevik toplantısına gitmek üzere bir gün önce tramvaya bindi ve tramvaylar sorunsuz çalışmasına rağmen neredeyse kayboluyordu. Şoföre “Affedersiniz, acelem var, devrim yapmam gerekiyor” dediğini hayal edebilirsiniz. Devrim tramvayı.

Ortadan kaldırılması gereken sadece bu kaos değildi. Rusya’da halkın hoşnutsuzluğu arttığında ve Lenin’in devrim için bir fırsat olduğu fikri kabul gördüğünde, Bolşevik parti liderlerinin çoğu kitlesel bir halk ayaklanması örgütlemeye girişti. Ancak Troçki, geleneksel Marksistler için “Blankist” olarak görülebilecek bir görüşü savunuyordu: Yani dar, iyi eğitimli bir elit tabaka iktidarı ele geçirmeliydi. Kısa bir tereddüttün ardından Lenin, Troçki’yi haklı buldu.5Yine, Like a Thief in Broad Daylight eserimdeki açıklamamı sürdürüyorum. Otantik kitle hareketleri ve taban demokrasisini savunan (neredeyse) “demokratik” bir Troçki’nin taraftarı sonraki “Troçkist”lere karşı, Troçki’nin kitlelerin ataletinin ziyadesiyle farkında olduğunu vurgulamak gerekir; “kitlelerden” en üst noktada beklenebilecek şey kaotik bir hoşnutsuzluktur. Dar, iyi eğitilmiş devrimci bir vurucu güç, bu kaosu iktidara saldırmak için kullanmalı, böylece kitlelere gerçekten örgütlenebilecekleri bir alan açmalıdır. Ancak burada can alıcı bir soru ortaya çıkar: Bu dar elit tabaka tam olarak ne yapar? Hangi anlamda “iktidarı ele geçirir”? Troçki’nin özgünlüğü burada zuhur ediyor: Vurucu güç, geleneksel bir saray darbesi yaparak, hükümet binalarını ve ordu karargâhlarını işgal ederek “iktidarı ele geçirmez”; barikatlarda polisle veya orduyla çatışmaya odaklanmak onun işi değildir. Bunun tadını çıkarmak için Curzio Malaparte’nin eşsiz eseri Hükûmet Darbesi Sanatı’ndan (1931) pasajlar aktaralım:6https://archive.org/stream/CurzioMalaparteTechniqueCoupDEtatTheTechniqueOfRevolution_djvu.txt

Kerenski’nin polisi ve askeri otoriteler, özellikle devletin resmî ve siyasi kuruluşlarının savunmasıyla ilgileniyorlardı: hükümet daireleri, Cumhuriyet konseyinin toplandığı Maria Sarayı, Duma’nın merkezi olan Tauride Sarayı, Kışlık Saray ve Genel Karargah gibi. Troçki bu açığı fark ettiğinde, merkezî ve yerel hükümetin sadece teknik birimlerine saldırma kararı aldı. Troçki için ihtilal sadece teknik bir meseleydi. Söyle diyordu: “Modern devleti devirmek için ihtiyacınız olan, bir öncü kuvvet, teknik uzmanlar ve mühendisler tarafından yönetilen silahlı çeteler.

Darbe arifesinde Troçki, Cerjinski’ye Kerenski hükümetinin Kızıl Muhafızlar tarafından tamamen görmezden gelinmesi gerektiğini; esas önemli olanın hükümetle makineli tüfeklerle savaşmak değil devleti ele geçirmek olduğunu; Cumhuriyet Konseyi, bakanlıklar ve Duma’nın ayaklanma taktiklerinde önemsiz bir rol oynadığını ve silahlı ayaklanmanın hedefleri olmaması gerektiğini; devletin anahtarı, siyasi ve idari örgütlerinde, Tauride, Maria veya Kışlık Saraylarında değil, elektrik santralleri, telefon ve telgraf ofisleri, liman, gaz fabrikaları ve su şebekeleri gibi teknik hizmetlerinde yatıyordu.

Troçki böylece, devlet iktidarının boşlukta asılı kalıp işlevsiz hale geldiği yeri, iktidarın maddi (teknik) altyapısını (demiryolları, elektrik, su tedarik, posta vb.) hedef aldı. Efsane odur ki, sabahın erken saatlerinde, Troçki’nin adamları tüm bunları yaptıktan sonra, Troçki Bolşevik liderliğine şöyle dedi: “Evet, devrim kazanıldı, yorgunum ve şimdi biraz uyuyacağım!” Lenin ve beraberindekiler daha sonra seferber olan kitleleri polise karşı savaşmaya ve Kışlık Sarayı basmaya yönlendirdiler (gerçek hiçbir önemi olmayan bir eylem)…

Böyle bir usulü acınası bir ahlakçı-demokratik bakış açısıyla reddetmek yerine, onu soğukkanlılıkla analiz etmek ve bugün nasıl uygulanabileceğini düşünmek gerekir. Zira yaşamlarımızın giderek dijitalleşmesiyle birlikte, insan-sonrası iktidarının yeni çağı olarak nitelendirilebilecek bu dönemde, Troçki’nin öngörüsü yeni bir boyut kazanmıştır. Yaptıklarımızın (ve yapmadıklarımızın) büyük çoğunluğu artık bizi sürekli olarak değerlendiren, sadece eylemlerimizi değil duygusal durumlarımızı da izleyen bir dijital bulutta kayıt altına alınmaktadır; kendimizi en üst düzeyde özgür hissettiğimizde (her şeyin el altında olduğu internette gezinirken), tamamen “dışsallaştırılmış” ve ince bir işçilikle manipüle edilmiş durumdayız. Ulaşımdan sağlığa, elektrikten suya kadar, bugün hemen her şey bazı dijital ağlar tarafından düzenlenmektedir. Dolayısıyla internet bugün en önemli müşterekler alanımızdır ve internetin kontrolü için verilen mücadele, bugün mücadelenin TA KENDİSİDİR. Düşman ise özelleştirilmiş ve devlet kontrolündeki müşterekler alanının, yani şirketler (Google, Facebook) ile devlet güvenlik kurumlarının (NSA) birleşimidir.

Tüm bunları zaten biliyoruz, peki Troçki’nin dahil olduğu yer neresi? Toplumlarımızın işleyişini ve kontrol mekanizmalarını sürdürmekte olan dijital ağ, iktidarı ayakta tutan teknik ağın nihai biçimidir – ve bu, Troçki’nin devletin anahtarının siyasi ve idari örgütlerde değil, teknik hizmetlerde yattığına dair fikrine yeni bir anlam kazandırmıyor mu?

Sonuç olarak, Troçki için posta, elektrik, demiryolları vb. kurumların kontrolü iktidarın devrimci zaptının kilit uğrağı idiyse, bugün de devletin ve sermayenin iktidarını kırmak için dijital ağın “işgali” kesinlikle hayati önem taşımıyor mu? Tıpkı Troçki’de bu “teknik sorunu” çözmek için dar, iyi eğitilmiş bir “vurucu kuvvet, teknik uzmanlar ve mühendisler tarafından yönetilen silahlılar çetesi”nin seferber edilmesini gerektiği gibi, son on yıllardan öğreniyoruz ki, kitlesel halk protestoları da ayrıntılı siyasi vizyonlara sahip iyi organize olmuş siyasi hareketler de yeterli değildir; aynı zamanda disiplinli bir komplo grubu olarak organize olmuş, adanmış “mühendislerden” (hackerlar, ihbarcılar vb.) oluşan dar bir  vurucu kuvvete de ihtiyacımız var. Bu gücün görevi, dijital ağı “ele geçirmek”, onu şu anda fiilen kontrol eden şirketlerin ve devlet kurumlarının elinden almak olacaktır.

Bu da bizi başlangıç noktasına döndürüyor: bir olayın, bu olayın gerçekliğini gizlemek, bu olayın ideolojik imajına uydurmak veya daha doğrusu bu imajı inşa etmek için tiyatro oyunu olarak yeniden sahnelenmesi. Yeniden sahnelenmesi sayesinde Ekim Devrimi, geriye dönük olarak yeni bir sosyopolitik düzenin kurucu olayı olarak olması gerektiği gibi bir hal alır. Bu yeniden sahnelenme ile adaletin durumu arasında garip bir paralellik vardır. 1924 yılında İngiltere’nin o zamanki Başyargıcı Lord Hewart tarafından dile getirilen şu ünlü aforizmayı hatırlayın: “Adalet sadece uygulanmakla kalmamalı, görünür de olmalı.” Lord Hewart, sorunun, yardımcı katibin varlığının kararı etkileyip etkilemediği veya onun şirketinin, bu hukuk davasına dahil olması nedeniyle, mahkumiyette herhangi bir rol oynayıp oynamadığı olmadığını belirtmiştir. Lord Hewart, önemli olanın aslında ne yapıldığı değil, ne yapılmış gibi göründüğü olduğunu işaret ederek şöyle demiştir: “Adaletin seyrine uygunsuz bir müdahale olduğu şüphesini uyandıracak hiçbir şey yapılmamalıdır.”7https://www.barandbench.com/columns/the-origins-of-justice-must-be-seen-to-be-done Ekim Devrimi’ni yeniden sahnelemenin güdüleyen şey de aynıydı: “Devrimin makbul seyrine makbul olmayan bir müdahale olduğu şüphesini uyandıracak hiçbir şey yapılmamalıdır” – tıpkı dar bir uzmanlar grubunun eylemden önce yaptığı gibi.

Geçmişteki tüm devrimler, fiilen yeniden sahnelenmeseler bile imajlarını yeniden şekillendirdiler: Fransız Devrimi örneğinde, yedi marjinal mahkumun serbest bırakıldığı, gülünç derecede önemsiz bir olay olan Bastille’in düşüşü, sonraları devrimin kurucu imgelerinden biri haline getirildi… Ancak bugün, yeni ve tuhaf bir şey adım adım baş gösteriyor: İktidardakiler korkunç bir suç işlediklerinde, artık onu asil bir eylem olarak sunan bir yeniden sahneleme (veya yeniden yorumlama) yoluyla gizlemeye bile çalışmıyorlar. Gazze ve Batı Şeria’da, Ukrayna’da vb. suç, olduğu gibi, yani devasa bir suç olarak böbürlenilerek sunuluyor. Medya haklıydı, Gazze’nin yıkımını televizyonda yayımlanan ilk soykırımdı. “Adalet sadece uygulanmakla kalmamalı, görünür de olmalı” sloganı böylece tersine çevrilmiştir: Kötülük (etnik temizlik, soykırımcı şiddet…) sadece yapılmakla kalmamalı, olduğu gibi, artık sözde dürüst bir amaçla bile maskelenmeyen, saf kötülük olarak görünmelidir de.

Bu baştan aşağı kinik müstehcenlikle nasıl mücadele edeceğiz? Öyle ki, eleştirilerimizi daha baştan kabul ettiği için herhangi bir etkili eleştiriye engel oluyor gibi görünen bir müstehcenlik bu. Bu müstehcenlikte halihazırda bir boşluk olduğu için, açıklamamız durumu basitleştirdi. Devlet güçleri, işledikleri kötülüklerle doğrudan özdeşleşmiyorlar; kamuoyuna yaptıkları açıklamalarda hâlâ barış ve insanlıktan bahsediyorlar (örneğin İsrail Savunma Kuvvetleri hâlen daha, dünyanın en insancıl ordusu olduğunu iddia etmeye devam ediyor). Kısacası, iki düzey bir arada bulunmaktadır: Devlet, arkasında herhangi bir öznel taahhüt olmaksızın, tarafsız bir şekilde barış ve insanlıktan söz etmeye devam ederken, kamuoyu ve devlet propagandasının bazı kesimleri, korkunç suçlar işlemeyi açıkça sergileyerek bundan zevk almaktadır. Bu boşluk, basit kamusal etik eylemlere karşı-saldırı için bir yol açmaktadır.

Hatırlayın, yakın zamanda 1200’den fazla İsrailli akademisyen, İsrail akademik kurumlarının yöneticilerine “seslerini yükseltmeleri” ve Gazze’deki savaşı durdurmak için harekete geçmeleri çağrısında bulunan bir açık mektup yayımladı. Mektupta şöyle deniyordu: “Akademisyenler olarak, bu suçlarda kendi rolümüzün farkındayız. İnsanlık suçlarını işleyenler sadece hükümetler değil, insan topluluklarıdır. Bazıları bunu doğrudan şiddet yoluyla yapar. Diğerleri ise suçları onaylayarak ve hak vererek, olaydan önce ve sonra sessiz kalarak ve öğrenim kurumlarında çıkan sesleri bastırarak yapar. Bu sessizlik bağı, açıkça görülen suçların, tanınma engellerini aşmadan, hiç azalmadan devam etmesine izin vermektedir.” Mektupta ayrıca, “Bilmediğimizi iddia edemeyiz. Çok uzun süre sessiz kaldık. Masumların hayatları ve bu topraklardaki tüm insanların güvenliği için… savaşı derhal durdurmaya çağırmazsak, tarih bizi affetmeyecektir” deniyordu.8“‘We can’t say we didn’t know’: Israeli academics demand end to war on Gaza”

Muamma şu: Bu strateji nasıl oluyor da etkili olabiliyor (deneyimlerimizden de görüldüğü gibi –bu açık mektubu marjinalize etme çabasına bir bakın)? Eğer (hepsi olmasa da) içeriğin çoğu halihazırda kamuoyunca biliniyor ve iktidardakiler tarafından gururla benimseniyorsa, farkı yaratan şey, ifadenin öznel konumudur. 7 Kasım 2024’te, Ajax ve Maccabi arasındaki futbol maçının ardından Amsterdam’da İsrail’den gelen Maccabi Tel Aviv taraftarları ile Filistin yanlısı protestocular arasında çatışmalar çıktı. Maçtan önce bile, yüzlerce Maccabi Tel Aviv taraftarı Amsterdam’ın merkezinde dolaşarak apartman pencerelerinde asılı Filistin bayraklarını indirip “Gazze’de okullar kapalı çünkü biz tüm çocukları öldürdük!” gibi müstehcen sloganlar attı. Tek yapmamız gereken, utançla, bu sözleri tekrarlamak. Maccabi taraftarları müstehcenliklerini en ufak bir kısıtlama olmadan sarf ederken, bizler ancak bu tür eylemlerden duyduğumuz utancı [aynı hadsizlikle] göstererek insani arzularımızı kurtarırız.

Notlar

(1) Burada Like a Thief in Broad Daylight (Londra: Allen Lane, 2018) eserimdeki açıklamamı sürdürüyorum.

(2) Susan Buck-Morss, Dreamworld and Catastrophe (Boston: MIT Press, 2022), s. 144.

(3) Susan Buck-Morss, op.cit., s. 144.

(4) Oldukça doğru bir tasvir için bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/October_Revolution

(5) Yine, Like a Thief in Broad Daylight eserimdeki açıklamamı sürdürüyorum.

(6) https://archive.org/stream/CurzioMalaparteTechniqueCoupDEtatTheTechniqueOfRevolution_djvu.txt

(7) https://www.barandbench.com/columns/the-origins-of-justice-must-be-seen-to-be-done

(8) “‘We can’t say we didn’t know’: Israeli academics demand end to war on Gaza”

Bunları okudunuz mu?