Kenan Sarıalioğlu’nun şiirlerini okurken, çevirilerini de katıyorum, bilmediğim bir dilde ilk kez şiir okuyormuş, dahası bilmediğim bu dili o anda öğreniyormuş duygusunu yaşarım.
Aydınlanmacı anlayışın“düşündürürken öğreten”dediği türden bir tavır bu. Doğrusu bir aydınlanma da yaşıyor insan. Aydınlanma, hep yeni bir şeyle karşılaşmak, öyle hissetmek, duymak, öğrenmek, ezcümle yenilenmek, arınmak, “şimdi yeni şeyler söylemek” değil mi?
Uyanma da aydınlanmayla birliktedir. Şiir bize aydınlanma yaşatırken uyandırır da. Sözcüklerin hem saf halleriyle hem de üstümüzdeki yükü paylaşmak, ruhumuzdaki ağırlığı azaltmak, etrafımızdaki dumanı dağıtmak anlamlarıyla da. Önce karıştırır, karartır, ağırlaştırır belki ama “denizler durulmaz dalgalanmadan” denildiği gibi sözcükler ve onlarla kurulan şiirler de büyük bir boşluğu var ederler ilkin ve onun içinde çalışırlar. Evrenin karadelikleri ne denli gizemliyse, şiirin işyeri olan boşluk ve o sonsuzluk içindeki hiç bitmeyen çalışma da daha az gizemli, ürkütücü, yabanıl, olağanüstü değildir!
İçerde sessizlik gibi çalışan bir şiir. Tüm verimlerini dışarıya yansıtmasa da içerde çalışmanın sürdüğünü duyuran bir şiir. Zamanı, kendisi. Yokmuş gibi duran varlığıyla ölçülebilen bir zaman. Dün değil, bugün de. Hep zamanı ve hiç zamanı.
Dolaysız. Doğrudan. Öyle doğrudan ki insanda hep arkasını çevirip bakma arzusu uyandırıyor. Bu şaşırtıcılıkla belki de sırlı bir hal alıyor. İlk kitabının adı, Metafizik ve Gülümseme (1993) de bundan payını alıyor, şiirinin sonraları daha da anlaşılacak, iyice kavranacak köklerinde, kaynağında, belki de memlekette şiirin hala bunca okunuyor olmasının temelinde bulunan hikmet anlayışı yatıyor.
Doğu deyince aklımıza gelenek, gelenek deyince şiir, şiir deyince de hikmet gelir. Yalnızca bizim geleneğimiz için değil, Hint, Çin, Japon, Arap, ezcümle coğrafyanın daha da doğusu için de bu geçerlidir. Haikunun ülkesinden sonra en çok yazıldığı yerlerden birinin Türkiye olması da bir tür hikmet kardeşliğiyle açıklanabilir. Kenan Sarıalioğlu’nun yolculuğunda da görürüz bunu.
Haiku biçiminden ibaret değildir kuşkusuz; bir öz, cevher, çekirdek olarak, kaynak olarak doğadaki varlığının dile taşınmasını ister. Doğanın dildeki evi şiirdir. İnsan doğası da bu nedenle kendiliğinden şiire yönelir, şiire yükselir. Sarıalioğlu’nun şiirleri bu yükselmeyi usul usul var eden, gösteren, gerçekleştiren örnekler olmasıyla da hem kaynağa bağlılığı sürdürür hem de onu arzu ettiği yere, dile kavuşturmayı başarır.
Bu bağlılık Sarıalioğlu’nun şiirlerinde bir tamlık hissini büyütürken, öte yandan zamanın, yukarıda da vurguladığımız üzere, insanı kendine, dünyaya ve yaşama bağlayan niteliğini öne çıkarır. Zaman, şiirin ölümle birlikte ne konusu ne teması, doğal yazılma hallerindendir çünkü, nasıl ölümü çalışmamış şair olmazsa, zamanı yok sayarak da şiir yazılmaz.
Kenan Sarıalioğlu’nun 1967-2007 arası 40 yıllık şiir birikimini içeren toplu şiirler kitabının adı Yalağuz (Kırmızı, 2007). Bu adı taşıyan bir şiir yok kitapta, ama şiirleri okuduğunuzda pek çoğunun bu adın ima ettiği durumun kıyısında şiirler olduğunu görüyorsunuz. Kolayından yalnızca Derviş, Münzevi gibi şiirlerin adlarını vermeyeceğim. Belli ki kendi ‘yalağuz’luğundan çok şairin olması gereken bir hali işaret ediyor bu adla. Şiirleriyle de hakkını veriyor zaten. Şiirin de ütopyanın ateşleyicisi olduğunu hiç unutmadan ve bu özlemin adını da koyarak, ‘Altınçağ’ diyor: “Ey yürüyen dağ, dön geri/İster ölü ister sağ, dön geri/Ey zamanın yitik çocuğu/…/Ey Altınçağ/Dön/Geri!”
Editör: Merve Turgan
Redaksiyon: Bekir Demir