15431Kopernik’in eserinin –De revolutionibus orbium coelestium– yayımlandığı tarih.-16872Newton’un eserinin –Philosophiae Naturalis Principia Mathematica– yayımlandığı tarih. yılları arasında astronomi ve fizik alanlarında gerçekleşen bilimsel devrim, gerçeklikle kurduğumuz bilgi ilişkisini neredeyse radikal bir değişime uğrattı. Dönem itibariyle, doğa felsefesi, kendi alanında (astronomi ve fizik) parçalı görünen problemleri ampirik içerikli, sınanabilir, öngörü gücüne sahip, evrensel bir teori altında birleştirmeyi ve büyük oranda çözmeyi başardı. Newton’ın kütleçekim teorisi Aristoteles’in ve Ptolemaios’un ikili evrenini büyük, bilinebilir, açıklanabilir ve hatta öngörülebilir tek bir evrene dönüştürdü. Her ne kadar bu dönüşümü izleyen entelektüel hamle ‘Aydınlanma’ olsa da esasen gerçekleşmiş olan doğa felsefesinde yaşanan bir devrimdi. Ama yine de devrimin sonuçları genelleştirilebilmeye açıktı. O kadar ki, bu yeni bilgi (daha sonraki adlandırmasıyla bilimsel bilgi) bir bilgi türü ve hatta ‘sınırlı bir alternatif’ olmanın ötesinde bilginin kendisi olmaya adaydı.
Sonunda Francis Bacon ve René Descartes’ın öngördükleri gibi insan doğayı anlayabiliyor ve onunla baş edebiliyordu. Fizik bilimi (dönem itibariyle doğa felsefesi), insanları “doğanın efendileri ve iyeleri” (Descartes, 2013: 59, 60) yapacak bilgi yolunu açmıştı. Bir adım ötede, bilimin çıktıları üzerine kurulu olan tekno-kapitalist dünyanın mottolarından biri 18. yüzyıl itibarıyla edimselleşiyordu: “Bilgi ile insan gücü eşanlamlıdır, (…) bilimlerin gerçek ve doğru hedefi, yeni keşifler ve zenginliklerle insan yaşamını donatmaktır” (Bacon, 2012: 119, 120, 157). Bir adım sonrası, Auguste Comte’un ifade edeceği gibi, olanaklı tüm alanları bilimselleştirmek, en azından buna gayret etmek olacaktı.
Tüm bu sürecin, nedeni, merkezi kavramı ve nihai hedefi olan, 19. yüzyıldan itibaren de “bilim” kavram ve kurumlarına gömülü olan “bilgi” ve “bilmek” bu denli odaktayken, Yuval Noah Harrari bu değişimi ironik biçimde “cehaletin keşfi” olarak niteler. Bir diğer adıyla epistemolojik devrimin ‘fark’ını, somut çıktılarında bizim için görünür kılmak için bir İspanyol köylüsünü ve Kolomb’un mürettebatından birisini zihninde bir zaman yolculuğa çıkartır (Harrari, 2016: 247-249). Bu kurgusal zaman yolculuğunda, 1000 yılında uyuyakalıp beş yüz yıl sonra Kolomb’un mürettebatı Nina, Pinta ve Santa Maria gemilerine binerken uyanan bu köylü için dünya halen çok tanıdıktır. Buna karşın, o mürettebattan herhangi biri benzer bir uykuya dalıp “21. yüzyılda bir iPhone’un sesiyle uyansa etrafındaki dünya tanıyamayacağı kadar yabancı” ve belki de akıl sağlığını koruyamayacağı kadar farklı gelecektir. Bu farkın görünür somutlukları teknolojik karşılaştırmalar üzerinden açığa çıkmaktadır: Günümüzün tek bir savaş gemisinin Kolomb döneminin bütün donanmalarını yok edebilecek güçte olması, günümüzün tek bir yük gemisinin o dönemdeki tüm ticaret filolarının tüm kargolarını taşıyabilecek kapasitede olması, modern bir bilgisayarın o dönemin tüm bilgi birikimini (ve hatta güncel bilgi birikimini bile) veri dosyası olarak rahatlıkla depolayabilecek kapasiteye ulaşmış olması, üst ve altyapı inşaat teknolojilerindeki gelişim, elektriğin kentlerin olağan ve temel enerji kaynağı haline gelmesi, 1873’te dahi sadece Jules Verne’in hayallerinde olan dünyanın etrafında 80 günde dolaşılabileceği fikrinin günümüzde bir orta sınıf mensubu için bile 48 saatlik gerçek bir yolculuğa dönüşmüş olması, gene Jules Verne’in bir hayalinin 20 Temmuz 1969’da gerçekleşmiş bir vakaya dönüşerek insanın Ay’a ayak basması, 1674’e kadar varlıklarından bihaber olduğumuz mikroorganizmalar üzerine bugün onların RNA’larına müdahale ederek aşı geliştirilmesi ve 16 Temmuz 1945’te saat 05:29:45’te ilk atom bombasını New Mexico eyaletinin Alamogordo şehrinde patlatılması, bu somut farkın görünür ve ölçülebilir örnekleridir. Ayrıca, Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombaları, insanlığın teknolojiye tahvil ettiği bilgi ile kendi somut varoluşunu yok edebilecek güce ulaştığını göstermektedir. Diğer bir deyişle, 1945’ten bu yana ekonomi-politikteki değişimlerle yaşanacak bir homojenleşmeyle veya çelişki ve/veya çatışmaların sona ermesiyle/erdirilmesiyle değil, kendimizi yok etmek yoluyla tarihin sonunu getirebilecek güçteyiz.
Bu gücün bilincine dair en iyi örnek nükleer fizikçi Robert Oppenheimer’ın ilk patlamayı gördükten sonra Bhagavad Gita’dan yaptığı alıntıda açığa çıkmıştır: “Ben artık dünyaları yıkan ölümün kendisiyim.” Böylece, 20. yüzyılda madde ve enerjiye hükmedebilecek güce sahip olmanın koşulunu sağlayan bilginin nasıl kullanılacağına dair meta-bilgi halen tartışma konusu olsa da artık “bir şeyleri”, “gerçekten” bildiğimiz yadsınamaz hale geldi. Metnin akışını bir miktar bozma pahasına bir ek yapmam gerekirse, geçtiğimiz günlerde ABD’nin Boston kentindeki RR Auction müzayedesinde, bombalanan Hiroşima’nın kalıntılarından çıkarılan, yerel saatle patlama anı olan 08.15’te durarak eriyen kol saatinin, 31 bin 113 dolara satılmış olması (yani bir metaya dönüşmüş olması), zamanımızı anlamak açısından ayrıca dikkat çekici bir gösterge olarak alınabilir.
Ara Fasıla: Theseus’un Gemisi ve “Bilmiyorlar ama Yapıyorlar Durumu”
İşte tam da bu çağın içerisinde, çoktan denize açılmış ve geri dönmesi imkânsız olan bir gemide, geminin varlık nedeni olan bilimsel bilginin değerini göz ardı etmek, modern dünyanın temellerini ve insanlığın ilerlemesini anlamamak anlamına gelir. Ancak “bilim” ve “bilimsel bilgi” kavramlarının kendinden açık, yani saydam kavramlar olduğunu düşünmek, geminin bir kez yola çıktığı için hedefine mutlaka varacağını ve hep ‘sağlam’ kalacağını beklemek, yani batmayacak bir gemide olduğumuzu düşünmek de hatalıdır. O halde, “yapıyorlar ama bilmiyorlar” durumu ile mi karşı karşıyayız?
Antik Yunan mitolojisinde yer alan Theseus’un gemisi paradoksu, asırlardır felsefecileri meşgul eden, kimlik ve süreklilik üzerine derin soruları gündeme getirir. Bu paradoks, bilim felsefesi bağlamında, bilimin doğasını ve bilimsel bilginin nasıl evrildiğini anlamamıza yardımcı olabilir. Theseus’un gemisi, yolda yıpranan parçalarının birer birer değiştirilmesiyle zaman içinde orijinal haliyle hiçbir ortak noktası kalmayan bir yapıya dönüşür. Burada merak edilen, geminin öz kimliğidir: Acaba bu gemi hâlâ Theseus’un gemisi midir, yoksa tamamen yeni bir gemi midir? Bilim felsefesinde de benzer bir durumla karşılaşırız: Bilimsel teoriler ve anlayışlar zaman içinde evrilir ve değişir. Bu değişim sürecinde, bir teorinin özgün hali ile sonraki hali arasında ne kadar süreklilik vardır? Örneğin, Newton’un klasik mekaniği ile Einstein’ın genel görelilik teorisi arasındaki geçiş düşünüldüğünde, bu iki teori arasında hem süreklilik hem de keskin bir kopuş olduğu görülür. Newton’un mekaniğinin temel prensipleri, Einstein tarafından genişletilmiş, ancak aynı zamanda radikal bir şekilde yeniden teorize edilmiştir. Bu durum, bilimsel bilginin doğasının hem bir süreklilik (evrimsel) hem de devrimsel değişim içerdiğini gösterir. Bilimsel bilginin evrimi, Theseus’un gemisinin değişimi gibi hem sürekliliği hem de dönüşümü içerir. Bilimdeki her yeni keşif veya teori, mevcut bilgi birikimine dayanır, ancak aynı zamanda bu birikimi genişletir veya dönüştürür. Bu süreç, bilimin dinamik ve sürekli gelişen doğasını yansıtır. Bilim felsefesinde, bu değişim sürecini anlamak, bilimsel bilginin doğasını ve bilim adamlarının nasıl çalıştığını daha iyi kavramamıza yardımcı olur. Bilimsel bilgi, statik ve değişmez bir yapı değil, sürekli gelişen ve evrilen bir süreçtir. Tıpkı Theseus’un gemisinin zaman içinde değişmesi gibi, bilimsel bilgi de sürekli olarak yeniden değerlendirilir ve yeniden şekillendirilir. Sonuç olarak, Theseus’un gemisi paradoksu, bilim felsefesindeki değişim ve süreklilik kavramlarını anlamak için zengin bir metafor sunar. Bilim, değişen parçaları ve sürekli gelişimiyle, kimliğini korurken aynı zamanda yeni şekiller ve anlamlar kazanır. Bu paradoks, bilimsel bilginin hem geçmişe bağlılığını hem de geleceğe yönelik açık potansiyelini ortaya koyar ve böylece bilimin dinamik doğasını vurgular. Ancak, metaforu meta-düzeye çıkardığımızda, bilimsel teorilerin dönüşümünü ve değişimini değil de bilim kavrayışının dönüşümü ve değişimi üzerine kullandığımızda mesele karmaşıklaşır.
Bu karmaşıklığı ifade eden, literatürde İsa’dan ve Marx’tan yankılanan “bilmiyorlar ama yapıyorlar” ifadesi, bilgi, teknoloji ve modern toplumların durumu hakkında düşünmek için de kullanılabilecek bir ifadedir. Bu ifade, rahatlıkla, modern toplumlarda teknolojik ve bilimsel gelişmelerin hızına karşın, bu gelişmelerin arkasındaki temel bilgilerin ve prensiplerin tam olarak anlaşılmadığı veya dikkate alınmadığı durumları tanımlamak için kullanılabilir. Bu kullanımıyla genellikle teknolojiyi kullanırken onun nasıl çalıştığına dair derin bir anlayışa sahip olmamamızı vurgular. Bu, teknolojik araçların nasıl yapıldığını, çalışma prensiplerini veya bunların toplumsal ve çevresel etkilerini tam olarak kavrayamama durumuna işaret edebilir.
Modern toplumlar, teknolojik gelişmelere dayalı karmaşık sistemler inşa ederken, bu sistemlerin işleyişi ve potansiyel etkileri hakkında tam bir bilgiye sahip olmayabilir. Bu durum, bazen teknolojinin beklenmeyen sonuçlar doğurmasına veya etik ve sosyal sorunların ortaya çıkmasına yol açabilir. “Bilmiyorlar ama yapıyorlar” ifadesi, bu tür durumların eleştirisini yapmak ve teknolojiyle ilgili kararlar alınırken daha bilinçli ve sorumlu yaklaşımların benimsenmesi gerektiğine dikkat çekmek için uygun olsa da benim sorum, günümüzde sadece karmaşık teknolojik alet ve / veya süreçlerin değil de bilimin ve bilimsel süreçlerin de git gide toplumsal ve politik bilinç düzeyinden uzaklaşıp uzaklaşmadığına ilişkindir.
Cehaleti Kabullenmekten İki Şehrin Hikayesine
Bu noktaya varan modern bilimsel devrim sürecinin kökeninde, ironik biçimde “cehaleti kabullenmek” [ignoramus; bilmiyoruz diyebilmek] vardır. Yani, 1543 öncesi bilgi stokumuzun işlevsiz ve / veya yanlış olduğunu (olabileceğini) kabul etmekle yola çıkılmıştır. Bir tür Sokratik sıfır noktasına dönülerek, devrimsel bir bilgi hamlesi yapılabilmiştir. Ancak başlangıçtaki bu ironi süreç içerisinde iki boyut açmıştır: İlk olarak bu keşifle başlayan süreç günümüzde negatif anlamda yeni cehalet çağına ulaşmıştır. İkinci olarak ise temelinde “bilmiyoruz” diyebilmeye dayanan modern bilimin evrildiği tekno-bilimin sunduğu imkânlardan birinin de kendimizi tam anlamıyla yok edebilme gücü olmasıdır. Bu gücün kontrolüne ilişkin bilgimizin doğruluğuna veya en azından yanlış olmadığına dair elimizde sadece inanç vardır.
Söz konusu olan tekno-bilimin bilgi yapıları ile o bilgiyi ve ona bağlı güçleri kullanacak insanların hem kendileri hem de bu bilgi üzerine meta-bilgilerinin nitelik ve derinliklerinin örtüşmemesidir. Bu örtüşmezlik durumu, bir başka açıdan şöyle betimlenebilir: Bilgi yapıları için odak doğadan topluma geldiğinde, hemen her şey halen bir ‘inanç’ meselesidir ve bilimin konumu da bu meselenin bir parçasıdır:
Bilim sayesinde çok fazla şey biliyoruz ve fakat “bilim”i bilmiyor, onun şöyle ya da böyle olduğuna inanıyoruz. Diğer bir deyişle, bilim çağımızın epistemesini üretirken, bilime ve bu üretime ilişkin doksalarımızla yol almaya devam ediyoruz. Bu inanç dünyalarında kimileri ‘hayali’ bilim-düşmanlarıyla savaşırken, kimileri de ‘inanca’ yer açmak için bilime had bildirmeye çalışıyor.
Bu perspektiften bakıldığında, 18. ve 19. yüzyılın geriye kalan mücadele alanı tarihsel ve beşerî alan üzerinedir. Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi’ndeki ikilikleri, bir çağın aynı anda “zamanların en iyisi, zamanların en kötüsü”, “ışık mevsimi” “karanlık mevsimi”, “umut baharı” “üzüntü kışı” olarak nitelendirilebilir olması (Dickens, 2016: 9) âdeta doğa üzerine problemlerin çözülmesi (en azından nasıl çözüleceğinin yöntemsel olarak bilinmesi) ile beşerî problemlerin –henüz– çözümsüzlüğü arasındaki çelişkiyi ifade etmektedir. Bilimin çözdüğü problemler yoğunluklu olarak doğa üzerineyken, genel olarak “bilgi”, özelde ise “bilimsel bilgi” ve “bilim”e dair problemler bahsi geçen beşerî problem kümelerinin kesişiminde yer almaktadır. Diğer bir deyişle, bilim, kendisine dair problemleri en zayıf görüldüğü versiyonuyla (sosyal bilimler, bilim sosyolojisi, bilimsel bilgi sosyolojisi ile) ele almak ve bir refleksivite oluşturmak zorundadır. Diğer seçenek ise bu problemleri kendi dışında bir alana (bilim felsefesi) ihraç etmektir. Ancak her iki yol da günümüzde akademi-içi alana hapsolmuş durumdadır (en azından öyle görünmektedir).
Zira, popülist politikanın bu kadar yaygın ve egemen olduğu bir çağda, daha önce arzu edilir bir şey olan katılımcı bilim dönüşüme uğrar ve halkın bilimin izleyicisi olmaktan çıkarak bilimin tüketicisi (ya da müşterisi) haline dönüşmesi ile de örtüşür. “Müşteri” bir mal veya hizmeti, onunla ne yaptığı önemli olmaksızın, satın alan alıcıdır. “Tüketici”, mal ve hizmeti gerçekten kullanan müşteridir. Biri olmadan diğeri olmak mümkündür. Böylesi bir durumda, “bilimsel ve / veya akademik konsensüs”ün dolayımlarla (konvansiyonel veya sosyal medya vb.) retorik bir hamle olarak öne çıkarıldığı vakalarda (“bu konu üzerine bilimsel bir konsensüs var!” denilen her vakada), iç içe iki boyut açığa çıkar: (1) Özü gereği disiplinlerarası alanlara ilişkin hakikat iddiaları ve (2) doğrudan politikayla ilgili meseleler. Olağan örnekler, iklim değişikliği, eğitim politikaları ve sağlıkla ilgili her tartışmada karşımıza çıkmaktadır. Bu iki boyutla birlikte, Feyerabend’i (2015; 2017) hatırlatacak biçimde, “çağımızın epistemik otoritesi olan bilimin, sözgelimi Londra Kraliyet Cemiyetinin kuruluşundan bu yana sahip olduğu, devlet temelli kurumsal ayrıcalığı devretmesini içeren ikinci döneme giriyor” olduğumuz iddia edilir (Fuller, 2022:176) ve bunlar bilimin -modern- devlet tarafından tanımlanır hale gelmesine bir meydan okuma olarak görülür (Fuller, 2022: 178). Son olarak, mevcut popülizm içerisinde olgun bir seküler demokrasi “bilimcilerin reddettiği hipotezleri yaşamlarında somutlaştırmak isteyenlere bile saygı duyma yeteneğine sahip” bir sistem olarak tanımlanır (Fuller, 2022: 184).
Ancak hemen hemen tüm sosyal bilimlerin, özellikle 21. yüzyıldaki durumlarıyla bu iki boyutu taşıdığının farkında olmak gerekir. Sosyal bilimler alanlarında ve bütünsel olarak sosyal bilimler üzerine epistemolojik otorite belirsizleşirken, bir yandan da sosyal bilimlerin reddettiği hipotezlerin epistemolojik meşruluk talebi bakidir. Türkiye’de “sosyolojiyi sizden öğrenecek değiliz”3Türkiye’de Gezi olaylarının ardından yapılan görüşmelerde dönemin başbakanının, Gezi’nin sosyolojik nedenleri olduğunu öne süren muhalif grubu azarlamak için kullandığı savdır. çıkışıyla kristalize olan bu durum, çok kolay biçimde genelleştirilebilir. Diğer taraftan, akademi koridorlarında doğa bilimcileri disiplinlerarası bölge savaşlarına karşı bağışık olmamalarına rağmen, “çoğunlukla bunları örneğin gazetelerde veya bir hükümet paneli önünde değil, kendi uzmanlık dergilerinin mahremiyetinde yürütmeyi başarıyor”larken (Fuller, 1996: 31), sosyal bilimlerin kendi içlerindeki çok-paradigmalılığa bağlı çatışma ortamını (kimi zaman da açık savaş durumunu) neredeyse aleni ve kamusal olarak yaşamaları da bu durumu pekiştirmektedir. Akademide bir fizikçinin meslektaşını ‘fizikçi’ (ve dahi bilim insanı) olarak görmemesi pek rastlanan bir durum değilken, sosyal bilimler (ve beşerî disiplinler) alanlarında bu olağanlaşmış bir durumdur. Bilimi, bilimsel süreçleri ve dahi bilim kurumlarını (kurum olarak bilimi) araştırma nesnesi olarak belirleyen alanın sosyal bilimler olduğu da düşünüldüğünde bir kez daha ironik bir manzara ile karşılaşılmaktadır. Ancak, durumu belirleyen gücün güncel akademi içi ve/veya entelektüel tartışmalardan ziyade, bilimin kitlelerce algılanış biçimi olduğunu söylemek gerekiyor, ki akademik/entelektüel söyleme bakılırsa kitleler bir tür post-hakikat durumundadırlar. Peki nedir bu hakikat sonrası?
Notlar
(1) Kopernik’in eserinin –De revolutionibus orbium coelestium– yayımlandığı tarih.
(2) Newton’un eserinin –Philosophiae Naturalis Principia Mathematica– yayımlandığı tarih.
(3) Türkiye’de Gezi olaylarının ardından yapılan görüşmelerde dönemin başbakanının, Gezi’nin sosyolojik nedenleri olduğunu öne süren muhalif grubu azarlamak için kullandığı savdır.
Kaynaklar
Bacon, F. (2012). Novum Organum. çev. Sema Önal. İstanbul: Say Yayınları.
Descartes, R. (2013). Usun Doğru Yönetimi ve Bilimlerde Gerçeklik Arayışı İçin Yöntem Üzerine Söylem. çev. Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınları.
Dickens, C. (2016). İki Şehrin Hikâyesi. çev. Azize Bergin. İstanbul: Alfa Basım Yayın.
Eczacıbaşı, F. (2019). Daha Yeni Başlıyor–Geleceğin Dünyasında Esneklik, Yakınsama, Ağ Yapısı ve Karanlık Taraf, 4. basım, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.
Feyerabend, P. (2015). Bilimin Tiranlığı. (Çev. Barış Yıldırım). İstanbul: Sel Yayınları.
Fuller, S. (1996). “Does Science Put an End to History, or History to Science?”. Social Text, No. 46/47, Science Wars (Spring – Summer, 1996), 27-42.
Fuller, S. (2022). Hakikat Sonrası -Güç Oyunu Olarak Bilgi-. (Çev. Emre Bilgiç). Ankara: Fol Yayınları.
Harrari, Y. N. (2016). Hayvanlardan Tanrılara Sapiens –İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi–. çev. Ertuğrul Genç, 19. Basım. İstanbul: Kolektif Kitap.
Keyes, R. (2019). Hakikat Sonrası Çağ –Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma– Çev. Deniz Özçetin. 2. basım, Ankara: DeliDolu.
Sloman, S. & Philip Fernbach, P. (2017). The Knowledge Illusion –Why We Never Think Alone–. New York: Riverhead Books.
Word of the Year 2016, OxfordLanguages, Erişim: 20.12.2020, https://languages.oup.com/word-of-the-year/2016/