Aslında başlık, kastettiğini tam anlamıyla açıklamada yetersiz kalmaktadır. Savaşlarda elbette insanların vicdanı sızlar. Her savaş karşısında dünyadan yükselen kamuoyu tepkisine hepimiz tanık oluyoruz. Hatta savaş, karşısındayken insanın vicdanının en etkin olduğu olgudur. Ama başlığın kendisine konu aldığı, aslında başka, özel bir kitle: Bir savaşın bizzat içinde olanları, tarafı, parçası olanları kastediyorum. Bir savaşta iki toplum karşı karşıya gelir, bunlar birbirini “düşman” olarak tanımlar ve bu tanımlamanın ardından, birbirlerine ne zarar verirlerse versinler ortaya çıkan acı karşısında vicdanları sızlamaz. Bu yazıda bu olguyu anlamaya ve açıklamaya çalışacağım. Çünkü vicdanın sahip olduğuna inanılan özelliklere bakılırsa, aslında savaşa hiç imkan vermemesi beklenir. Hiç olmadı, savaşların sonuçları ortaya çıktıkça, bu sonuçları ortaya çıkaranların vicdanının sızlaması ve savaşın durdurmak için herkesin elinden geleni yapması beklenir. Ne var ki böyle bir şey ancak süreci çok ileri aşamalarında, iki toplumdan en az birinin artık karşı tarafa zarar vermeye gücü kalmayınca gerçekleşmektedir.
Savaşan tarafların verdikleri zarar ve acı karşısında sevinç duyması bile bir savaşın olağan olgularındandır. Verilen zarar ölçüsünde toplum bu zararı yaratan kişi ve kurumları takdir ve taltif eder. Madalyalar verilir, rütbeler yükseltilir, daha üst görevlere atanırsınız. Savaşta gerçekleşen vicdansızlıkları yapmak sadece vicdansızlara özgü bir iş sanılır. Oysa koşullar oluştuğunda vicdan da vicdansızlıkların bir sebebine dönüşür.
Savaş “toplumsal” bir olgudur. Savaşın ürettiği sonuçların bu kadar yıkıcı olmasının sebebi de, aslında toplumsallığıdır. Taraflar birbirine bir toplumun bütünleşmiş gücüyle vururlar. Bu yüzden yıkım da kayıp da acı da bu oranda büyür.
Savaşlarda ortaya çıkan vicdansızlıklar şu soruları ister istemez akla getirir: Bu yıkımları, ölümleri, yaralanmaları, sakatlıkları, yoklukları ve yoksunlukları, dolayısıyla insanların çektiği bu yoğun, büyük ve kapsamlı acıları üreten insanların vicdanı bunu nasıl kaldırıyor? Karşı tarafın hissedebileceğini öngördüğümüz en küçük acı ve sıkıntıda bizi durduran vicdan, gözlerinin önünde yaşanan acıya rağmen bu kişileri nasıl durdurmuyor? Yoksa bunlar “vicdansız” mı?
Aslında değiller. Daha kötüsü, bunları yapmalarına ve onaylamalarına yol açan bizzat vicdanlarıdır. Vicdanlar savaşlarda, toplumların kendilerine düşman diye tanımladığına karşı susar.
Başkası ve duygudaşlık
Vicdan, insan ahlaksallığını tesis eden en önemli yetilerden biri olarak görülür. Hatta bazı kişiler için ahlaka, dine, hukuka ya da ideolojiye bile ihtiyaç yoktur, insan yalnızca vicdanıyla yapması gereken eylemi bulabilir. Elbette çoğunluk vicdanın insanın ahlaksal olmasına tek başına yetemeyeceğinin farkındadır. Vicdana verdikleri değeri bu kadar uç noktalara taşımazlar. Bununla birlikte, konuyu bu kadar uç noktaya taşımayan bireyler için bile vicdan yine de çok önemli ahlaksal işlevlere sahiptir. Bu insanlar da “vicdanlı insanların arasına düşmek” isterler.
Bu isteğin sebebi, vicdanın koşulları ve durumları değerlendirişinin kökenine ‘başkası’nı yerleştirmesidir. Bir yanıyla ben-merkezciliğin güdümünde olan insan, vicdanı sayesinde bu yanının tek yanlılığını törpüler. Bunu mümkün kılan da, kişinin vicdanı sayesinde başkalarının çektiği acıyı neredeyse kendisininkinin canlılığında hissedebilmesidir. Çünkü “duygudaşlık/empati” yeteneği de vicdanın bir parçası, bir özelliğidir. Bu sayede kendi içimize kapalı kalmaktan, yalnızca kendi istek ve acılarımızın yönlendirmesinde olmaktan kurtuluruz. Başkalarının iç dünyasına ulaşabilir, onların dış koşullardan ne yönde etkilendiğini anlarız. Yine bu sayede, başkalarının acısını ve gördüğü zararı anlar, bunları engelleme konusunda motive oluruz. Bunlar ve burada sözü edilmeyen başka özellikleri vicdanın başkalarının acısı karşısındaki duyarlılığını üretir ve başkası acı çektiğinde, üreten bizsek bizi davranışımızı durdurmaya, başkasıysa başkasının davranışını durdurmaya, sonrasında da acısını telafi edecek eylemler gerçekleştirmeye sevk eder.
Ancak konu savaş olunca, durum değişir. Savaşta, yıkım, ölüm ve elbette acı üretmek tarafların ana amacı haline gelir. Vicdan adeta ortadan kaybolur, sessizleşir. Açıklamasını ileride yapacağım ama şunu bile belirtmek gerekir ki, karşı tarafın acısının daha fazla artırılması için insanları motive eden bile aslında vicdanlarıdır.
Vicdanın savaşın ürettiği acı karşısında büründüğü sessizliğin bir sebebi, savaşın da vicdanın da toplumsal yanının olması, bu yanın ikisi için de çok belirleyici olmasıdır.
Pek çok kişi vicdanın bu toplumsal yanının çok az farkındadır. Onun kendi ölçütlerini üreten bir yeti olduğunu düşünme eğilimindedirler. Bazıları bu ölçütlerin öznel olduğunu varsayar. Kendi benliklerinin, kişiliklerinin bir ifadesi olduğunu düşünürler. Bazılarıysa vicdanı insan türünün ahlaksallığının kaynağı saydığı için, bu ölçütlerin evrensel olduğuna inanır. Bana kalırsa ikisi de doğru değildir. Ancak konumuz bu olmadığı için açıklamalarımı uzatmayacağım. Vicdanın içeriği toplumsal bir belirlenime sahiptir. Bunu yalnızca “vicdan bir toplumun ahlakı tarafından içeriklendirilir” şeklinde anlamamak gerekir. Bu da vardır, ama ayrıca ilgili kişiyi, içinde bulunduğu toplum ve onu oluşturan bireyler lehine işler yapmaya da yönlendirir. Vicdan pek farkında olmasak da bir topluluğun birbirini koruması, kollaması işine yarar.
Savaş toplumsal bir olgu olduğu için, bir savaş içerisinde ortaya çıkan ve onu oluşturan durumlar, koşullar ve olgular hakkındaki değerlendirmeler de “toplumsal perspektif”ten gerçekleşir. “Savaşlarda vicdanlar neden susar?” sorusuna yanıtımızı da bu perspektiften yararlanarak geliştirmek uygun olur. Bunun için de, konumuz bağlamında “toplumsallık” üzerine biraz düşünmek yerinde olacaktır.
Toplumsal varlık
İnsanın toplumsal bir varlık olması, felsefe tarihinin belki de en sık dile getirilen yargılarından biridir. Bu yargı, ilk anda insanın diğerleriyle ilişki kuran yanını, diğer insanlarla birleşen, bütünleşen yanını çağrıştırır. İnsan toplumsaldır ve bu sayede bütün bu toplumsal ilişkiler ağı ortaya çıkmıştır. Bir arada yaşamaya yönelik doğal bir eğilimimiz mevcuttur.
Ancak insanın, onu diğer insanlarla ilişkiye güden bir yanı olduğu gibi, onu diğer (bazı) insanlarla ilişkilerini kesmeye ya da onlarla ilişkisiz kalmaya sevk eden bir yanı daha vardır. İnsan bir yandan toplumsaldır, bir yandan da toplumdışılığa meyleder. Kant bunu “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi” başlıklı makalesinde, insandaki “toplumdışı toplumsallık” şeklinde tarif eder. İnsan diğer insanlarla başka pek çok ortaklık ve ilişki (arkadaşlık, evlilik, komşuluk, hemşehrilik vb) kurar, ama ortaklık ve ilişki kurmadığı büyük bir insan kitlesi de vardır. Bunun en uçtaki görünümü de şudur: İnsan bir toplum kurar, bunun içinde yer alan bireylerle ilişkiler geliştirir, ama buraya dahil olan azınlığa karşı koca bir kitleyi de bu toplumun sınırlarının dışında bırakır. Toplumsal olma özelliğimiz ilişkiye sevk eder, ama her ilişki birilerini dışarıda bırakma tavrını da beraberinde getirir. İlişkide olduklarına karşı ahlaksal davranışı, yardımı, iyiliği bir sorumluluk, bir borç sayarken, yolunu ayırdıklarına, rakibi bildiklerine ya da toplumun dışında kalanlara karşı böyle bir sorumluluk ya da borcu pek hissetmez. İlişkide olmak kadar ilişkide olmamak da, ilişki kurmak kadar ilişki kesmek de insanın toplumsal bir varlık olmasının getirdiği sonuçlardır. Aslında toplumsal olmak, türdeşlerimizden ancak bir kısmıyla (belirli koşullar sebebiyle) ilişki kurmak, geri kalan büyük kısmıyla ise (yine belirli koşullar sebebiyle) ilişki kurmamak, ilişki kurmaya gerek görmemek demektir.
İşte insanın toplumsallığının bu şekilde iki yönlü olması, onun kişileri, kişilerin içinde bulunduğu durumları, koşulları, olayları nasıl değerlendireceğini de şekillendirir. Bu değerlendirme farklılıkları da, vicdanın farklı kişiler karşısında farklı şekillerde işlemesine yol açar. İnsan kendine yakın saydıklarını, yaşam alanını paylaştıklarını bir biçimde, kendine uzak (ya da düşman) saydıklarını, yaşam alanını paylaşmadıklarını ya da yaşam alanına zarar verenleri başka bir şekilde değerlendirir. Bu doğal tutum, savaşlarda vicdanın neden sustuğunu anlamada anahtar bir işleve sahiptir.
Bu noktada yanıtlanmaya gerek duyulan yeni sorular beliriyor. Peki insandaki toplumsallık özelliği neden bu biçimde işler? Onu yönlendiren nedir? Şu kişileri dost şu kişileri düşman bilmesinin, bazı insanlara karşı nötr kalmasının sebebi nedir?
“İnsan toplumsal bir varlıktır” ifadesi, içerisinde, ilk akla gelenlerden başka pek çok olguyu da barındırır. En başta şu gelir: İnsanın toplumsal olması olgusu, yalnızca başkalarıyla ilişki kurmaya eğilimli olmasına işaret etmekle kalmaz, bununla birlikte varlığını ancak bu yolla sürdürebileceğine de işaret eder. Yani toplumsallık, insanın doğada ve hatta başka insanlara (insan gruplarına) karşı varoluş yolu ve biçimidir. Demek istediğimi açıklayabilmek için şunu da ekleyeyim: Toplumsallığımız varlığımızı sürdürme arzumuzun tatmin yoludur, varlığımızı sürdürme arzumuz ise toplumsallığımızın güdücüsüdür. İnsan, bütün toplumsal hayvanlar gibi, varlığını sürdürmek için toplumsal ilişkilere girer ve bu ilişkileri de varlığını sürdürme arzusu biçimler, yönlendirir.
Bu konuyla ilişkisini birazdan kurmak üzere, insanın doğal değerlendirme yetisinden burada kısaca söz etmek istiyorum.
Bizler, tıpkı bütün hayvanlar gibi, dış dünyanın üzerimizde bıraktığı etkileri yorumlamamıza yarayan doğal ve doğuştan ölçütlere, işaretlere sahibiz. Bu ölçütlerin en temel, bilinen görünümleri, acı ile haz ve beğenme ile beğenmemedir. Doğduğumuz andan itibaren bunlar bizi yönlendirir; yönlendirdiğini de tepkilerimiz ve davranışlarımızla belli ederiz. Maruz kaldığımız etkiler bunlar sayesinde bizim için ‘iyi ya da kötü’, ‘güzel ya da çirkin’ şeklinde bir değer kazanır. Ancak bu ölçütler özneldir. Ölçümü, değerlendirmenin sahibini merkeze alarak yaparlar. Doğal değerlendirme yetimiz de varlığımızı sürdürme arzumuzun güdümündedir. Bizim, içinde bulunduğumuz dünyayla ilişkimizi bu doğrultuda yönlendirir.
Bu ölçütler, değerlendirmenin yanında, vereceğimiz tepkileri de şekillendirir. Bize haz veren ya da beğendiğimiz şeyleri yararlı sayarak sahiplenir, onlara yaşamımızda bir yer vermeyi tercih ederiz. Bizim varlığımızı sürdüren şeylerin varlığını sürdürmesi için çabalarız. Buna karşılık, bize acı veren ya da beğenmediğimiz şeyleri zararlı sayarak değiştirmek, dönüştürmek; başaramıyorsak ortadan kaldırmak isteriz. Dolayısıyla bu ölçütler, değerlendirmelerimize denk düşen ‘karşılıklar’ da takdir eder ve üretir. Bu karşılıkları eylemlerimiz aracılığıyla gerçekliğe dökmeyi ‘hak’ olarak görürüz. Bu yolla aslında çevremizi, dünyamızı kendi varlığımızı sürdürebileceğimiz biçimde düzenlemeye, şekillendirmeye çalışırız.
Değerlendirme yetimizin bu biçimde işliyor oluşu bizi hem bize yararlı varlıklarla ilişki kurmaya sevk eder hem de dünyamızın bu varlıklarla dolu olması için bizi bunları korumaya, çoğaltmaya iter. Varlığımıza katkı yapanların varlığını sürdürmesi bizim için önemli hale gelir, bunu sağlamak için çabalarız. Ama elbette tersi de söz konusudur.
İnsanın bu tavrı sadece nesnelere yönelik değildir. Diğer insanları da buna göre değerlendirir. Yaşamımız için konumlanışlarına göre değerlendirme yetimizin onlara yönelik işleyişi de şekillenir. Çok kaba bir biçimde ve sezgisel olarak insanları kimi gruplara ayırırız. En temelde, tıpkı nesneler gibi insanlar da ‘yaşamımıza hizmet edenler’ ve ‘etmeyenler’ diye ayrışır. Yaşamımıza hizmet edenler de kendi içinde örneğin ‘yakınlarımız’ ya da ‘tanıdıklarımız’ şeklinde gruplanır. Hizmet etmeyenler de kendi içinde örneğin ‘yabancılar’ ya da ‘düşmanlar’ şeklinde gruplara ayrışır.
İşte varlığını sürdürme arzusunun güdümündeki değerlendirme yetimiz bizi, bize yarar sağlayan nesne ve insanlarla ilişkiye; bize yararı olmayan ya da zarar veren nesne ve insanlarla ise ilişkisizliğe bu yolla sevk eder. “Toplumsallığımızın” iki yönlü olmasındaki ayrıştırıcı unsur da bu ikisinin ortaklaşa işleyişidir.
İnsanın değerlendirmeleri yalnızca kendisinin maruz kaldığı etkilerle sınırlı değildir. İnsan kendine yararı olanları ya da olabilecek olanları da koruma eğilimindedir. Bu koruma tavrı hem nesneler hem de insanlar için geçerlidir. Açıktır ki bu tavrın dolaylı sebebi yine kendisidir. Ancak bu nokta insanın bencilliği sayesinde kendi bencilliğini aştığı yerdir de. Bu sayede insan, etkileşim halinde olduğu diğer varlıkların maruz kaldığı etkilere karşı da duyarlı hale gelir. Başkası yararına bir şeyler yapmaya başlar. Ama ters açıdan bakıldığında da, birilerini korur ve onlar lehine bir şeyler yaparken başkalarını bu korumadan ve yararlı eylemlerden maruz bırakır; hatta bu korumayı başkasının aleyhine gerçekleştirmesi gerekirse, onlara zarar verecek eylemlerden de geri durmaz.
Şimdi vicdan konusuna yeniden dönebiliriz. Vicdanımız değerlendirme yetimizin güdümünde olduğu için, onun işleyişi de iki yönlüdür. Vicdan az önce ayrıştırdığımız (yakın, tanıdık, yabancı ya da düşman gibi) gruplara yerleştirdiğimiz her bir bireye karşı farklı işleyişler sergiler. Tanık olduğumuz acıyı yakınımız çekiyorsa, belli şiddette bir huzursuzluk çeker, belli bir tavır alırız; yalnızca uzaktan tanıdığımız biri çekiyorsa başka; bir yabancı çekiyorsa başka; bir düşmanımız çekiyorsa başka. Örneğin “düşman” diye nitelediğimiz kişi, zaten belli bir acıyı çekmesi gerektiğini düşündüğümüz biri olduğu için, o acı çektiğinde bırakın huzursuzluk duymayı, yaşamımıza oluşturduğu tehdidin büyüklüğü oranında bir keyif bile duymamız mümkündür.
Adalet duygusu
Değerlendirme yetimiz ile varlığımızı sürdürme arzumuz ve toplumsallığımız arasındaki bağdan dolayı, doğal bir adalet anlayışına sahibizdir. Ben bu adalet anlayışının Platon’un Devlet kitabının ilk bölümünde değişik açılardan tanımlandığını düşünüyorum. Anımsatmak için burada kısa kısa vereyim:
“Adalet, iyilik yapana iyilik, kötülük yapana kötülük etmektir.”
“Adalet, dosta iyilik düşmana kötülük etmektir.” vs.
Bu tanımların yukarıdaki açıklamalarla ilişkisini görmek zor değildir diye düşünüyorum. Bizim yararımıza hizmet edenlerin hakkının bizden yarar görmek; bizim zararımıza sebep olanların hakkınınsa bizden zarar görmek olduğunu söylemektedirler. Toplumsal yapımızın etkisiyle günlük yaşamda bu tanım içerik bakımından genişler. Sadece kendimize iyilik yapanlara değil “benim” (annem, babam, kardeşim, arkadaşım, akrabam, komşum, hemşerim, milletim …) saydıklarımıza iyilik edenlere de iyilik besleriz; bunlara kötülük edenlereyse kötülük besleriz. Kötülük, yalnızca vicdansız insanların işi değildir. Vicdanlı insanlar da kötülük ederler. Vicdanımızın rahat olması hiç yapmadığımızın göstergesi olarak sunulsa da, gerçek yaşamda öyle değildir. Çünkü vicdan da genel itibarıyla bu değerlendirmelerin etkisi altındadır. Bu yüzden herkese karşı duyarlı değildir. Duyarlılık gösterebilmesi için, bu kişinin ya da kişilerin birtakım özelliklere sahip olması gerekir. Burada “sorumluluk duymak” önemli bir ölçüt olarak karşımıza çıkıyor. Acıyı çeken için sorumluluk duymuyorsak, çabucak unuturuz konuyu. Ancak sorumluluk hissettiğimizde bu acı bizde huzursuzluk üretir. Sorumluluk duygusu en çok “iyilik borçlu olduklarımıza karşı” ortaya çıkar. Yani yararımızı borçlu olduklarımıza.
Bazen bu sorumluluk duygusu, acı çeken yakınımızın acısını dindirebilmek için acıyı onda üretenin yok edilmesi yönünde bir arzu ve eylemi bile beraberinde getirebilir. Bu tavır aslında dünyamıza hiç yabancı değildir. Sorumlu olduğumuz kişinin bedenindeki mikrobu, virüsü, iltihabı, kisti ortadan kaldırmayı nasıl bir hak biliyorsak, aynı şekilde ona zarar veren ya da verecek bir düşmanı da durdurmayı ya da ortadan kaldırmayı öyle hak biliriz. Bundan da pişmanlık duymayız.
Bu noktada, varlığını sürdürme arzusu ile toplumsallığın etkisi altında iş gören vicdanın çevredeki koşulları değerlendirme biçimini başka bir açıdan daha ele almak metin içinde dile getirdiğimiz kimi soruları yanıtlamada işe yarayacaktır.
Vicdanla ilgili ilginç ve pek farkında olunmayan gerçek şudur ki, bu yeti bizi kötülük yapmaktan değil, haksızlık yapmaktan alıkoyar. Haksız görmüyorsa, yani kimi gerekçelerle desteklendiyse, üretilen acılara genelde ses çıkarmaz. Bu, onun ‘adalet duygumuz’la ilgisinden kaynaklanır. Adalet, birilerinde acı ya da zarar üretmekten uzak bir özellik değildir. Haksızlıklar genelde, bunu yapana zarar vererek ve dolayısıyla onda acı üreterek giderilir. Günlük yaşamda da insanların acı üretmekten çok, haksız yere acı üretmekten uzak durduklarına tanık oluruz.
Vicdanımızın bir parçasını oluşturan değerlendirme yetimiz ‘acı’ karşısında özel bir duyarlılığa sahiptir. Çünkü acının, yok oluşla yakın ilişkisi vardır. Acının yok oluşla bu bağı nedeniyle, insan duyarlılığı ve düşünüşü durduk yere, sebepsiz biçimde ya da karşılıksız acı çekilmesini anlamlandırmakta ve kabullenmekte zorluk çeker. Çekilen acının denkleştirileceği ya da ödeştirileceği bir karşılığının olmasını ister.
Kişi bir yakınının ya da sorumlu olduğu(na inandığı) birinin sebepsiz, haksız ya da karşılıksız biçimde acı çektiğine tanık olduğunda, bir rahatsızlık ve huzursuzluk hisseder, içinden yükselerek bunun durdurulmasını emreden bir buyruk duyar. Bu sırada vicdan haksızca çekilen acıya karşı çıkmaktadır. Ne var ki durdurulmasıyla yetinmeyerek, adaleti tesis edebilmek için, yapılmış haksızlıkla denkleşen bir karşılık da talep eder. Buna sebep olanın cezalandırılması talebini ve gerekliliğini hissettirir. Bu nedenledir ki, gözümüzü acı çeken yakınımıza çevirdiğimizde ya da onu aklımıza getirdiğimizde, kendisini ‘sızı’ biçiminde gösterir; gözümüzü zararı verene çevirdiğimizde ya da aklımıza onu getirdiğimizde, bu sefer de öfke ve ‘hınç’ olarak belirir. ‘Vicdan sızısı’ dediğimiz şeyi de ‘hıncı’ da yaratan, aynı değerlendirme yetisi, aynı adalet duygusu, aynı toplumsallık arzusudur.
Böyle durumlarda hissettiğimiz vicdan sızısı, duyduğumuz öfke ile hıncı besleyen güdülenim kaynağına dönüşür aslında. Başka açıdan bakıldığında da, bu öfke ve hınç sızıyı besler ve büyütür. Bunun kanıtı, hıncımızı aldığımızda vicdanımızın da rahatlayarak sızlamayı bırakmasıdır; sızlama yok olunca hınç da yok olur. Dolayısıyla vicdanımızın sızısı masum bir görünümle üretilmiş bir acının engelleyicisi olarak ortaya çıkmasından kısa süre sonra, denkleştirici bir tavırla, üretilmiş acı kadar acıyı talep eden şiddet üretici bir yetiye dönüşür. Ne yazık ki vicdan, kimi zaman alınan intikam ve yapılan kötülükle rahatlayan bir yeti olarak kendini gösterir. Böyle durumlarda iyiliğe yüz vermez.
İçimizdeki sızıyı yaratanın acısını görmek, duyduğumuz acıyı azaltmak gibi bir işleve sahiptir. Bu da aslında tersten yaşanan bir duygudaşlıktır/empatidir. Bu kişinin acısını içimizde ne ölçüde güçlü hissedersek, bizim acımız da ters orantıyla azalır. Bir nokta aşıldıktan sonraysa, kendimizi bundan keyif alırken bile yakalayabiliriz.
Vicdanın bu etkilerini fark ettiğimizde, bunların aslında ‘vicdansız’lığımızın görünümleri olmadığını da anlarız. O, bu sırada hâlâ vardır, yerli yerindedir. Yok olmamıştır. Ama değerlendirme yetimiz karşımızdakinin bunları ‘hak ettiğine’ hükmettiği için başka bir işleyiş kazanmıştır. Bu kişilerin acısı karşısında, sızlamayarak sessizliğe bürünmüştür. Bu tür örnekler, onun ‘adaleti sağlama amacı’ doğrultusundaki işleyişinin görünümleridir.
Aslında bağlantı kendiliğinden anlaşılmıştır diye düşünüyorum, ancak yine de kısa bir açıklamayla “Savaşlarda vicdanlar neden susar?” sorusuna yanıt vereyim.
Vicdanın sessizleşmesi
Savaş, varlığımızı sürdürme arzumuzun en fazla tehdit gördüğü olgudur. Bu yüzden bu arzu savaşlarda neredeyse her dakika, en şiddetli biçimde hissedilir. Varlığımızı sürdürme arzumuz tehdit altındayken, bu arzunun yaşanma ve karşılanma biçimi olan toplumsal olma arzumuz da en güçlü noktadadır. Var olmak için başkalarına ihtiyacımız olduğunu en güçlü biçimde bu zamanda hissederiz. Daha kötüsü ise, savaşlarda, varlığımızın bağlı olduğunu hissettiğimiz herkes ve her şeyin tehdit altında olmasıdır. Ve elbette karşımızda bunları tehdit eden, tehdit etmekle kalmayıp bunlara zarar ve acı veren bir güç vardır.
Bunlara ek olarak, yakınlarımızın (ve kendimize yakın, dost saydıklarımızın) zarar görmekten duyduğu korkuya ve zarar görüp duyduğu acıya en çok tanık olduğumuz olgudur, savaş. Dolayısıyla bunu yaratanlara karşı hissettiğimiz hıncın ve intikam arzusunun en çok biriktiği durumdur. Değerlendirme yetimiz belki de mümkün en keskin biçimde kendimizi ve yakınlarımızı korumaya odaklanmıştır. Bu öfke, hınç ve intikam birikiminin boşaltılması, doğal yapımızın bu şekilde olması yüzünden, ancak düşmana verilecek zarar ve acı ile tazmin ve telafi edilebilir. Bu, doğal adalet anlayışımızın bir sonucudur. Bu gerçekleşirken de, yani kendi ordumuz onları öldürürken, onların varlıklarına hizmet eden kurum ve tesisleri yok ederken, onların dünyasını başlarına yıkarken, vicdanımız sessizleşir. Bu kötülüklere, zararlara, acılara dur demez, görmezden gelir. Hatta sevinmemize yol açar.
Aslında tanık olduğumuz olgular bize şunu söyler: Vicdan bizi hatasız, günahsız bir melek yapmak için var değildir. Bizdeki doğal adalet düzeneğinin parçası olarak iş görür. Var olmak için, varlığımızı sürdürmek için, varlığımızı sürdürmemize hizmet eden ve edecekleri korumamız ve kollamamız için bu düzenek vardır. Toplumsal bir varlık olan insanın, içinde yaşam bulduğu, yararını bulduğu topluluğu, grubu, kişileri koruması amacıyla iş görmektedir genelde.
Elbette vicdanımızı da, değerlendirme yetimizi de, toplumsallığımızı da, hatta varlığımızı sürdürme arzumuzu da bir yere kadar eğitmemiz, disipline etmemiz, biçimlememiz, sınırlamamız mümkündür. Bazı insanların savaşlarda karşı tarafın kayıp ve acılarına da üzüldüğüne tanık olabiliriz. Ancak bu kişilerin sayısı sınırlıdır, üzüldükleri insanlar da sınırlı sayıdadır (örneğin sadece çocuklara ya da savaşa katılmayanlara üzülürler); her şeye de üzülmezler. Bu doğal malzemeyi ne kadar yontarsak yontalım, günahsız bir melek çıkarmak mümkün değildir diye düşünüyorum. Ne var ki yine de kendimizi eğiterek, dönüştürerek daha farklı bir ahlaksallığa taşımak da elbette olanaklıdır.
Not
Bu ayın [Eylül 2024] 14 ile 15’inde Felsefelogos Akademi tarafından düzenlenen “Savaşlar Döneminde Felsefe” başlıklı sempozyumda yaklaşık 35 akademisyen ve araştırmacı Bozcaada’da buluştu. Akademi’nin kurucusu Prof.Dr. Sinan Özbek’in yönlendiriciliğinde ülkemizde sanırım daha önce kullanılmayan yeni bir format uygulandı. Davetli 8 konuşmacının metinleri sunulduktan sonra, konuya göre özellikle seçilmiş ikişer tartışmacı tarafından incelendi ve sorgulandı. Dinleyicilerin de görüşlerinin alınmasıyla, konuşma metinlerinin iddiaları, güçlü ve zayıf yanları tartışıldı, hangi yönde ve nasıl geliştirilebilecekleri incelendi. Son derece canlı, interaktif ve verimli biçimde geçen oturumlarda savaş olgusu ve günümüzde savaşların uluslar ve insanlık üzerindeki etkisi konuşuldu.
Ben de bu etkinlikte yukarıdaki başlığı taşıyan bir metin sundum. Okumak isteyebilecek başka kişilerin sorgulamasına açabilmek için de burada yayınlamak istedim.
Bu yazıda kapalı kalmış kimi noktaları daha anlaşılır kılmak için, dileyen okurlar 2020 yılında yayınladığım Vicdanın Sessizliği kitabımın 6., 7. ve 8. Bölümlerini de inceleyebilir.)
Editör: Bekir Demir