Demo v1.0

19 Eylül 2024, Perşembe

Beta v1.0

Özgürlükten Kaçarken Aynılık Girdabına Kapılmak

Müzedeki hangi sanat eserinin sizi en çok etkilediği, o sanat eserindeki hangi detayın sizde kalıcı bir duyuş yarattığı önemli değildir; o müzede bulunmak, müzeden birkaç fotoğraf karesiyle çıkmak yetip de artar bile.

Başlıklar

Yeni nesle anlatsak, muhtemelen anlaşılmayacaktır, zira şimdiden geriye baktığımız zaman bize bile anlaşılmaz geliyor. Belli bir nesle kadar ilkokullarda siyah önlük beyaz yakadan oluşan üniformalar giyilirdi. Üniforma adı üstünde tek tip kıyafet. Günümüzde yaygın olarak belli mesleklerin tek tip kıyafeti için de kullanılan bir kelime. Ama esasen eşitliği de imler üniforma. Dışarıdan dayatılan, belli bir insan topluluğunun kendi içinde eşitlenmesini, dışarıdan bakıldığı zaman içerdeki farklılıkların anlaşılmamasını ve en önemlisi de, belli bir mesleği icra eden kişilerin inanç, siyasi tercih ya da kimliğini açık etmemesini sağlayan bir tek tip kıyafet biçimi. Üniforma modern zamanlarda özellikle güvenlik görevlilerinin bütün vatandaşlara eşit mesafede davranmasını garanti etmesi için de geliştirilmiş bir yöntem diğer yandan. Karşınızdaki görevli sizin neye inandığınıza, hangi kimlikten olduğunuza, hangi sınıfa mensup olduğunuza bakmaksızın sizin güvenliğinizden sorumludur. Siz de bu üniformayı giymiş her görevliye bu güvenle yaklaşır ve onunla öyle ilişki kurarsınız. Mamafih giydiği bu üniformayla bir siyasi partinin liderinin elini öperek bu mesafeyi aşındıran örneklerle de karşılaşıyoruz son zamanlarda.1https://ankahaber.net/haber/detay/polis_ozel_harekat_baskani_karadeniz_devlet_bahcelinin_elini_optu_chpli_bakan_polis_asker_el_opmeye_baslarsa_bu_ulke_daha_cok_15_temmuzlar_yasamaya_gebedir_187982 Bu konuya burada girmeyelim, konu iyice çetrefilleşir.

Bizim zamanımızda siyah önlük beyaz yaka, bizden belki birkaç nesil sonra mavi önlük beyaz yakayla gidilen ilkokullarda, AKP iktidarı döneminde tek tip kıyafet kuralı kaldırıldı. Bu tek tip kıyafet kuralı, bir yandan bütün öğrencilere dayatılan ve otoriterliği imleyen bir kuraldı. Ancak diğer yandan da dışarıdan dayatılan ve herkesin bir şekilde uyması gereken bir kural olduğu için de, kendi içinde görece bir eşitlik ilkesine hizmet ediyordu. Siyah-mavi önlüğün içinde, özellikle de devlet okullarında öğrencinin ait olduğu toplumsal sınıf görünmez hale gelirdi. Zaten bizim zamanımızda bugün sınıf farkını billurlaştıran özel okul kavramı da bugünkü kadar yaygın değildi. Muhtemelen ülke sathında saysan iki elin parmak sayısını belki zorla geçecek özel okul vardı. Devlet okullarında, ülkenin ücra köşelerinde, köy okullarında okuyan benim gibi öğrenciler, o dönemler iyice popülerleşen dershanelere dahi gitmeden bir ihtimal üniversite sınavına girerek İngilizce eğitim verenler de dâhil devlet üniversitelerinin en iyi bölümlerini dahi kazanabiliyorlardı. O zamandan bu zamana kadar, özel okul sayıları da, vakıf adı altında özel üniversite ve “taşra” namıyla her ildeki devlet üniversitesi sayısı da çok şükür arttı! Artan sayılara paralel şekilde verilen eğitimin niteliği artmamış olsa da, neyse ki üniversite okuyan genç sayısı çoğaldı. Her üniversite okuyan genç derdini anlatabilecek kadar yazamıyor olabilir, okuduğunu anlayabilecek kadar idrakten yoksun olabilir ama önemli olan da okula gitmek değil mi zaten? Neyse konuyu nereden alıp nereye getirdik yine? Asıl anlatmak istediğimiz, aynılık ile eşitlik arasındaki ayrımı anlama-anlamlandırmaya çalışmaktı. Ona geliyoruz nihayet.

Mevzu biraz çetrefilli olduğu için ilkokuldaki siyah önlük beyaz yaka analojisiyle girdim mevzuya. Konu konuyu açtığı için bir türlü asıl konuya gelemedim. Şimdi şöyle anlatalım: Siyah önlük beyaz yaka, bir ülkenin Milli Eğitim Bakanlığının yönetmelik ya da yasayla getirdiği bir uygulama. Yani iradi değil, zorunlu bir giyim kuşam tarzı. Bu uygulamaya zamanında direnmek için neler yapmazdık. Okuldan gelir gelmez, önlük bir yana yaka bir yana evin her yanına üniformayı saçıp savurup bizim tercihimiz olduğunu düşündüğümüz kıyafetlerimizi hemen geçiriverirdik üstümüze. Bu ortaokul ya da lisede de değişmezdi. Orada da her okulun belki farklı renkte getirdiği tek tip takım elbise, mavi ya da beyaz gömlek ve kravat kuralı vardı. Onları çıkarıp Jeanlar ve bisiklet yaka tişörtleri çektiğimiz zaman üstümüze bizden özgürü yoktu dünyada. Hepi topu bir Jean ve bir tişörtümüz de olsa, özgürlüktü işte. Ne özgürlük ama. Aynı özgürlük-tahakküm ikilemini yıllarca ülkenin dine uygun giyinmek isteyen kadınları üzerinden de deneyimlemedik mi? Ülkenin dine uygun giyinmek isteyen kadınları, yıllarca ülkenin laiklik savunucusu maslahatgüzarları tarafından başındaki örtüyü açmaya zorlanmadı mı? Bir metrelik bez parçası üzerinden koskoca devletin egemenlik hakkı sınanmadı mı, kerli ferli siyasetçiler kadınların iki tel saçı üzerinden iktidar mücadelesi vermediler mi? Hala genç kadınların edep ve ahlakı bu defa tam tersinden giydikleri elbisenin evsafı ve o elbisenin vücutta kapladığı alanla ölçülmüyor mu?2https://www.evrensel.net/haber/520893/ogrencileri-uygunsuz-kiyafet-diyerek-mezuniyet-torenine-almadilar

Neyse özgürlük, eşitlik, aynılık arasındaki ilişkileri belki de en iyi anlatan analojiler bu giyim kuşam tercihleri ya da dayatmaları. İnsanı özgür yapan ya da hissettiren birincil unsur görünümü ve bu görünüme kimin karar verdiği. Ne var ki, bu görünümün ne şekilde ve nasıl olacağı günümüzde tek başına yönetmeliklerle belirlenmiyor artık. Belirleyici olan bizim dışımızda ama aynı zamanda içimize işlemiş dışımızdaki otoriteler. Dünyaya hangi renkle, hangi boyla, hangi saç tipiyle ya da göz rengiyle gelmiş olursak olalım, artık kapitalist tüketim biçimi herkesin görünümünü tek tipleştirdi. Bu defa ne okul ne iş yeri kuralı gerekli bu tek tipleşme için, sınıfsal farkları en azından görünürde azaltmak arzusu yeterli herkesin herkese benzemeye çalışması için. Pierre Bourdieu buna okul sisteminin içindeki kuralların bireylere belli eğilimler yüklemesini anlatmak için “sembolik şiddet”3Bourdieu (1997) Televizyon Üzerine, (Çev. Turhan Ilgaz), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. adını veriyordu. Buradaki sembolik şiddetin başat aktörü kuşkusuz devletti. Bu defa devlet aktörü sanki en azından bu konuda aradan çekilmiş, simgesel şiddeti toplumun tek tek bireyleri birbirleri üstünde uygulamaya başlamış durumda. Kuşkusuz mevzu sadece giyim kuşamdan ibaret değil, örnekler sonsuzca çoğaltılabilir.

Byung Chul Han, günümüzdeki herkesin herkes üzerinde uyguladığı ve bütün kimlikleri düzleştiren, bütün görünüm ve eğilimleri tek tipleştiren, giyim kuşamdan mekân tercihine, tatil yapma biçiminden kültürel ve sanatsal alımlama tercihlerine kadar bütün normatif kalıpları ve var oluş yapılarını aynılaştıran olumluluk şiddeti olduğunu ileri sürüyor. Chul Han olumluluk şiddetini iyi anlamak için en iyi bilinen ve bin yıllardır insan hayatına yön veren dine dayalı olumsuzluk sistemini örnek verir:4Byung Chul Han (2016), Şiddetin Topolojisi, (Çev. Dilek Zaptçıoğlu), İstanbul: Metis Yayınları, s. 95.

Din örneğin, bir olumsuzluk sistemidir. Emirleri, yasakları ve ritüelleriyle olumluluğun alıp başını gitmesini önlemeye çalışır. Yüksek semantik ve atmosferik gerilimli ve sınırları net çizilmiş işaretler ve mekânlar yaratır. Toplumsal sistemin entropisini çok düşük bir düzeyde tutar. Buna karşın bugüne kadar süregelen özgürleşme, regülasyonlardan kurtuluş, sınırları aşma ve ritüellerden arınma orjisi, olumsuzluğu yoğun biçimde aşındırmıştır. Olumsuzluğun aşındırılması aşırı bir olumluluk, genelleşmiş bir hafifmeşreplik, aşırı hareketlilik, tüketim, iletişim, haber ve üretim yaratır.

Aşırı olumluluk, sanırım günümüzün genel bir mottosu haline gelmiş durumda. Sosyal medya mecraları bu aşırı olumluluğun açılıp saçıldığı, gözlere gözlere sokulduğu, tahakkümü altında seyre dalanları ezim ezim ezdiği en belirgin ortamlar. Herkes bu ağlarda olumlu haliyle var olma eğiliminde. Özellikle belli mecralar, bu olumluluk terörünü teşvik hatta tahrik ediyor. Bunun en iyi bilineni Instagram. Bu mecrada gündelik hayatın içinde, estetize edilmemiş, filtre yapılmamış, organize edilmeden, kendiliğinden çekilivermiş tek bir kareye rastlayamazsınız neredeyse. Bütün kareler, akıp giden audio-visual yapıntılar, hikâyecikler izleyende-bakanda sanat eserine bakıyormuş izlenimi yaratma umuduyla sergilenir. Herkesin hikâyesi biricik, herkesin gittiği her yerle ilgili olarak çektiği kareler, videolar daha önce hiç görülmemiş rastlanmamış en özgün sanat eserleri muamelesi bekler izleyenden. Akıp giden görüntüler, kayıp giden hikâyeler her parmak hareketiyle yerini bir sonrakine bırakırken saniyeler içinde hafızadan siliniverir oysa. İzleyenler-bakanlar, saniyeler içinde neye baktığını unutuverir. Akan her olumlu-rafine görüntüyü beğenip geçerken, arkasından hangi görüntünün geleceği merakı yerini meraksızlığa bırakır. Çünkü artık izleyenler bütün hikâyelerin birbirine benzediğini, her karenin birbirinin kopyası olduğunu bilir ama bir kere el alışmış, zihin bulaşmıştır akıp giden görüntülerin büyüsüne. Bu otomatik davranış, parmak ve göz arasındaki mutlak ve mükemmel koordinasyon, sınırsız özgürlüğün içindeki özgürlükten kaçış sendromunu unutturur ve herkesi akış içinde düzleştirir, aynılaştırır.

Ne var ki, olumluluk şiddetiyle karakterize olan bu aynılık furyasını sadece sosyal medya mecralarıyla sınırlı tutmak mevzuya yeterli derinlikte bakmayı engeller. Aslında dikkat çekmek istediğim asıl nokta, olumluluk sistemini belirleyen özgürlük diye tanımlanan, ancak asıl olarak paradoksal şekilde özgürlükten kaçışla karakterize olan herkesin farklı olmak derdiyle debelenirken aynılık girdabına kapıldığı bir etos. Günümüz modern zamanlarının insan kalıbını yaratan etos bu. Bu kalıbı, dünyanın neresine giderseniz gidin gözlemlersiniz. Kıyafet seçiminden konuşma stiline, tatil tercihinden ev eşyası seçimine kadar bütün kalıplar dünyanın neresine giderseniz gidin birbirini tekrarlıyor. Bu tekrarları mümkün kılan en önemli unsur kuşkusuz yüzyılın başında yaygınlaşan kitlesel üretimin günümüzde giderek daha da radikalleşmesi olmuştur. Misal daha yirmi, otuz yıl önce bazı kıyafetlere ulaşmak belli toplumsal sınıfların ayrıcalığıyken, günümüzde en azından orta ve orta üst sınıflar, dünyanın neresine giderse gitsin, aynı kıyafetleri, üstelik de üretim yerlerinin de aynı olduğu şekliyle edinebilir hale gelmiş durumda. Küresel çapta faaliyet gösteren zincir markalar sayesinde mümkün hale gelen bu tüketim kalıpları aynı zamanda aynılaşmayı, düzleşmeyi de mümkün kılıyor. Kapitalist kitle üretimi belki de tarihte hiç olmadığı kadar küresel tüketim kalıplarını tek tipleştirmiş durumda. Bu tektipleşmeyi tatil, turistik mekânlar, müzeler ve kentlerde de görmek mümkün. Dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin, denizi olan bir yere gittiğiniz zaman, kitlesel bir denize girme ve plajda malak gibi uzanma ayinine katılmadan geri dönemezsiniz. Zaten oraya gitmenizin nedeni de bu ayine katılmak değil midir? Dünyanın önde gelen turizm kentlerine gittiğiniz zaman, sizden ilk sorulan o kentin dünyaca ünlü müzelerini ve mekânlarını görüp görmediğiniz olur misal. Müzedeki hangi sanat eserinin sizi en çok etkilediği, o sanat eserindeki hangi detayın sizde kalıcı bir duyuş yarattığı önemli değildir; o müzede bulunmak, müzeden birkaç fotoğraf karesiyle çıkmak yetip de artar bile. Sosyal ağlarda paylaşılan fotoğraflarda artık görülen sanat eseri ya da mekân değildir önemli olan. Sanat eserinin görüntüsüne bindirilmiş estetize edilmiş, filtrelenmiş bedenler, hatta kafalardır. Artık asıl sanat eseri arka plandaki sanat eserinin önünde konumlanmış bedenin kendisi haline gelmiş durumdadır. Böylece asıl sanat eseri estetize edilmiş ve zerre özgünlük taşımayan ama kendini biricik sanat eseri gibi sunan bedenin arka fonu durumundadır. Bu nedenle artık hiç kimse elindeki telefonun fotoğraf makinesini kapatıp çevresine odaklanamıyor. Eskiden sürekli gezdiği yerleri fotoğraf makinesi karesinden izleyen bir Japon turist prototipi vardı. Şimdi bu prototipe dünyanın bütün yurttaşları kendini sığdırmış durumda. Herkes her saniyesini karelere sığdırarak yaşıyor, geziyor, yiyor, içiyor. Hülasa, günümüzde sosyal ağların da mümkün kıldığı, dışarıdan hiçbir dayatma olmadan insanların gönüllü olarak içine girdiği bir üniformayla yaşanıyor. Bu defa üniforma, paradoksal biçimde herkeste biriciklik şeklinde tezahür ediyor. Herkesin biriciklik hevesi, bir noktadan sonra tam anlamıyla bir üniformaya dönüşmüş durumda.

İçine hapsolduğumuz ve özgünlük, biriciklik hevesi şeklinde tezahür eden durum, bir yandan da Erich Fromm’un bir zamanlar tanımladığı özgürlükten kaçışın bir görüngüsü haline gelmiş durumda.5Erich Fromm (2016), Özgürlükten Kaçış Faşizm Demokrasi ve Özgürlük Üzerine, (Çev. Şemsa Yeğin), İstanbul: Say Yayınları, s. 247. Modern dünyada insanın bütün dışsal baskılardan arındığına dair sanrısını da pekiştiren ve asıl baskılara göğüs germeden mücadeleden kaçınmayı da meşrulaştıran bir olumluluk şiddeti bir süredir deneyimlediğimiz. Bu deneyime, toplum içindeki bütün sınıflar kendini dâhil olmak zorunda hissediyor. Bu hissiyata, özellikle baskıcı ve totaliter ülkelerdeki örgütlü mücadelelere yönelik baskılar da eklenince, olumluluk furyası korkuyla pekiştirilerek yaygın hale geliyor. Aslında son yıllarda dünya genelinde karşımıza çıkan demokrasi krizi ve bunun sonucu olarak görülmesi gereken popülizmden faşizme doğru bir geçiş istidadı gösteren siyasi gelişmelerin belki de en önemli nedeni, geniş kitlelerin aşırı olumlulukla aynılık arasında salınan öğrenilmiş çaresizliği gibi görünüyor. Bir yandan geniş kitlelerin sosyal refah toplumu zamanından kalan tüm hakları kademeli olarak budanırken, diğer yandan da kendini bu refaha uygun şekilde yaşıyor olduğuna inandırmaya çalışması bu kitlelerin içinden çıkılmaz bir kısır döngüye hapsolmasına neden oluyor. Bu hapsin telafisi ve kabul edilebilir hale getirilmesi içinse aynılık girdabındaki geniş kitlelerin tel tel ayrışmasına yol açan mikro kimliklerine sığınmaları tek çıkar yol gibi görülüyor. Aynılaşma ile sonsuzca ayrışmayı sağlayan mikro kimlikler arasındaki bu paradoksal ilişki, günümüz toplumlarının baskılara verdiği tepkinin alametifarikası olarak karşımıza çıkıyor. Bu kısır döngüden çıkmanın belki de en çıkar yolu, ne tek tek bireyler olarak biricikliğimizin büyüsüne kapılarak kendimizi abartmak ne de biricikliğimizden vazgeçerek sürüye dâhil olmak. Bu günümüz modern insanı için içinden çıkılması zor bir paradoksal sınav. Bu sınavı başarırsak sadece insanlık değil, insanlığın içinde yaşadığı doğa ve tüm canlılar da kurtulabilir.

 

Notlar

(1) https://ankahaber.net/haber/detay/polis_ozel_harekat_baskani_karadeniz_devlet_bahcelinin_elini_optu_chpli_bakan_polis_asker_el_opmeye_baslarsa_bu_ulke_daha_cok_15_temmuzlar_yasamaya_gebedir_187982 (Erişim tarihi: 22/07/2024)

(2) https://www.evrensel.net/haber/520893/ogrencileri-uygunsuz-kiyafet-diyerek-mezuniyet-torenine-almadilar (Erişim tarihi: 22/07/2024).

(3) Bourdieu (1997) Televizyon Üzerine, (Çev. Turhan Ilgaz), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

(4) Byung Chul Han (2016), Şiddetin Topolojisi, (Çev. Dilek Zaptçıoğlu), İstanbul: Metis Yayınları, s. 95.

(5) Erich Fromm (2016), Özgürlükten Kaçış Faşizm Demokrasi ve Özgürlük Üzerine, (Çev. Şemsa Yeğin), İstanbul: Say Yayınları, s. 247.

 

Editör: Bekir Demir