Demo v1.0

6 Ekim 2024, Pazar

Beta v1.0

Kötümserliğin Felsefesi: Gelecek Güzel Günler mi Getirecek?

Bizi öldürmeyen şeyler bizi her zaman daha güçlü kılmaz. Tüm acılar yerini yeni ve iyi olana bırakmaz; tüm kötü deneyimler gelişmemize yardımcı olmaz.
Çeviren:
Ulus Sevdi
Kaynak:
The Philosopher

İki seçeneğimiz var. Kötümser olabilir, pes edebilir ve en kötüsünün gerçekleşmesini bekleyebiliriz. Ya da iyimser olabilir, var olan fırsatları değerlendirebilir ve belki de dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeye yardımcı olabiliriz. Zaten pek fazla seçenek yok.

Noam Chomsky

“Kötümserlik çok basit…”

Gezegenin durumuna ve insanlığın geleceğine dair bu kadar yoğun endişelerin olduğu bir çağda, kötümserlik sözcüğü şaşırtıcı derecede kötü bir üne sahip.

Noam Chomsky, Umutsuzluğa Karşı İyimserlik çalışmasında kötümserlik ve iyimserlik meselesini bir çatallanma biçiminde ortaya koyar: Geleceğe dair olasılıklar konusunda ya iyimser ya da kötümser, yani umutsuz, “vazgeçmiş” olabiliriz. Benzer şekilde ve neredeyse eş zamanlı olarak Steven Pinker da Enlightenment Now kitabında, yaygın bir “kötümserlik” akımı veya kültürel gerileme inancı olarak gördüğü şeye karşı ilerleme inancını savunmaktadır. Marilynne Robinson ise başka bir açıdan bakarak, “her zaman moda olan” kültürel kötümserlik olgusuna karşı çıkar; bu olgunun “arzu düzeyinin ve imkan duygusunun baskılanması gibi olumsuz bir sonucu”, hatta “korkunç çarelere başvurmanın ölümcül tehdit yanılsamalarından ilham aldığı kolektif bir düş durumunu, bir tür kasvetli paniği teşvik etme” gibi olumsuz bir sonucu olduğunu belirtir. Ian McEwan’ın Fındık Kabuğu romanındaki doğmamış bebek bile, kötümserliğin zihinsel bir zayıflıktan, işlerin hiçbir zaman günümüz Batı toplumunda olduğu kadar iyi olmadığını görmeyi reddetmekten başka bir şey olmadığına işaret eder: “Kötümserlik çok basit…”

Bu tür kapsamlı ifadelerle, açıkça ya da bariz bir şekilde moda olan şeylere yönelik bu türden suçlamalarla karşılaştığımızda hafiften şüpheci olmak iyi bir fikir ve hepimizin bu kadar keskin bir şekilde farkında olduğu varsayılan bir olguya ilişkin ikna edici örnekler verilmediğinde daha da şüpheci olmalıyız. Her şeyden önce: Bugünlerde kim kendine herhangi bir inançla kötümser diyor? Nerede bu kara düşünceli, kıyamet tellalı kötümser kalabalıklar? Kötümserlik ne zaman “moda” olan bir şeydi? Peki, kötümserliğin düşüşe inanmak ya da umutsuzluğa teslim olmakla aynı şey olduğunu kim söylüyor?

Aslında ister siyasette, felsefede ya da bilimde isterse de gündelik yaşamda olsun, kendini kötümser ilan eden birini bulmak, kendini iyimser ilan eden birini bulmaktan çok daha zordur ve bulabildiğimiz birkaç örnek de neredeyse hiçbir zaman doğrudan vakalar değildir. Bu nedenle, belki de kötümserliğiyle en meşhur filozoflardan biri olan John Gray, bu terimi niteliksiz bir şey olarak kabul etmeyecektir: BBC’nin Desert Island Discs programında “Umarım kötümserim” diyor. Bu ihtiyat/lılık, kendini tanımlamasının geçici doğası ve onu yumuşatmak için seçtiği ifade, kötümserliğin sıklıkla neyle suçlandığını ve onu neye karşı savunmak zorunda kaldığını ortaya koyuyor. Ancak çoğu zaman kötümserlikle ilişkilendirdiğimiz şeyler, kötümserliğin gerçekte ne olduğundan hayli uzak şeylerdir; kuşkuların, peşin hükümlerin ve endişelerin bir karışımına dayanırlar. Gerçek şu ki, kötümserlik ya da kötümserlik olarak bilinen felsefe hiçbir zaman çekici, popüler ve basit olmamıştır. Kötümserlik, hayata dair donuk tasvirin görmemize izin verdiğinden çok daha zengin, derin ve ilginç bir bakış açısını temsil eder. Dahası, kötümserliğe olan bu sığ bakış açısı, yalnızca kötümserliğin gerçek anlamını (gerçekte ne olduğunu) köreltmekle kalmaz, aynı şeyi iyimserlik olarak bilinen karşıt öğreti için de yapar.

Varoluşun Istırabı

Peki, kötümserlik ve iyimserlik nedir? Standart görüşe göre bu terimler basitçe gelecekle ilgili beklentileri ifade eder: İyimser biri işlerin daha iyiye gideceğine inanır; kötümser biri ise daha kötüye gideceğine inanır. Bu tanımlama, kötümserliği (ve iyimserliği) önemli açılardan yanlış ortaya koymakla birlikte, hem iyimserliğin hem de kötümserliğin bu türden bir temsilinde, kötümserliği başarısızlığa mahkûm eder. Eğer bu iki bakış açısının bize ne bekleyebileceğimizi ve dolayısıyla gelecekten ne umabileceğimizi söylemesi gerekiyorsa, o zaman kuşkusuz ahlaki gerekçelerle iyimserlik kazanır. Sezgi, kötümserliğin umutsuzluğa yol açacağı ve bunun da teslimiyete, yani vazgeçmeye yol açacağı yönündedir. Bunlar yine Chomsky’nin alternatifleridir: Ya iyimserliği ya da umutsuzluğu (yani kötümserliği) seçebiliriz. Eğer önümüzdeki seçenek gerçekten buysa, o zaman Chomsky haklıdır ve ahlakın kendisi kötümserliğin aleyhinde hareket eder. Kötümser olmak ortak geleceğimizden ve hemcinslerimizden vazgeçmek anlamına geliyorsa kötümser olmamamız gerekir.

Şimdi sezgiyi bir kenara bırakıp gerçeklere dönelim. Kötümserler gerçekten de bakış açılarının onları teslimiyete sürüklediğine inanıyorlar mı? Aslında çoğu durumda bunun tam tersi doğrudur. Joshua Foa Dienstag, bir kitabının tamamını siyasi düşüncede kötümser bir geleneğin bulunduğunu ve kötümserliğin güçlü bir siyasi angajman kaynağı olabileceğini savunmaya adamıştır. Kötümserliğin en önemli figürlerinden biri olan Albert Camus’nün Batı düşüncesinin siyasi açıdan en kararlı filozoflarından biri olduğu gerçeğini başka nasıl açıklayabiliriz?

Kötümserliğe ilişkin sağduyulu bakış açısının sorunu, kötümserliğin en derin ve en önemli tezahürlerinde gerçekte ne olduğuna dair yanlış bir anlayışa dayanmasıdır. İşlerin daha da kötüye gideceğine dair bir inanca dayanmak şöyle dursun kötümserliğin çoğu durumda gelecekle hiçbir ilgisi yoktur: Daha ziyade, yaşamın karanlık tarafına, insan (ve hayvan) varoluşundaki kötülüğün, acının ve ıstırabın gerçekliğine yer vermeye çalışan bir felsefedir. Dahası, kötümserlik geleceğe yönelik bir bakış açısına dayandığı ölçüde, çoğu felsefi kötümser size kötümser olmanın en kötüsünü beklemek değil, hiçbir şey beklememek olduğunu söyleyecektir. Kötümserlik daha ziyade yaşamın bize neler sunabileceği konusunda bilebileceklerimizin sınırlı olmasıyla ilgilidir. Dolayısıyla, gerilemeye dair olumlu bir inanç değil, daha ziyade olumsuz bir inançtır, ilerlemenin verili olduğuna inanmayı reddetmektir. “Kötümser ya da iyimser değilim, realistim” diyenlere karşılık olarak kötümserler, bunun kötümser olduklarını söylemenin bir başka ifadesi olduğunu ve neyin olup olmayacağı sorusuna ilişkin yargılarını askıya aldıkları anlamına geldiği yanıtını verebilirler.

Ancak geleceğe yönelik bu görüş, felsefi kötümserliğin en ateşli ve en ilginç halinin yalnızca ikincil ve türevsel bir parçasıdır: Kötümserlik, insan yaşamının gerçekliğine dair alternatif bir tablo çizme girişimidir. Bu, alışkın olduğumuz türden bir karikatür değil, kötümserliğin çarpan kalbidir. Aynı zamanda özgün anlayışıdır.

İyimserlik ve Kötümserliğin Doğuşu

Tarihin sayfalarını geriye doğru çevirdiğimizde, iyimserlik ve kötümserlik terimlerinin ilk kez 18. yüzyılın başlarında ortaya çıktığını görüyoruz. Kötülük problemine ilişkin felsefi tartışmaların hararetinde, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir tanrının, nasıl olur da varoluşun birçok kötülüğüne ve acısına izin verebileceği sorusundan hareketle ortaya çıktığını görüyoruz.

İlginçtir ki, her iki terim de başlangıçta aşağılayıcı ve karşıttı: Karşıt felsefeyi aşağılamanın bir yolu olarak icat edilmişlerdi ve bu aşağılayıcı nitelik hâlâ onlara yapışmış durumdadır. (Bugün hâlâ bir kişi kötümser, hatta bazı bağlamlarda iyimser olarak adlandırılarak itibarsızlaştırılabilmektedir). İyimserlik ilk olarak Cizvitler tarafından, Leibniz’in mümkün dünyaların en iyisinde yaşadığımıza dair ünlü sistemiyle alay etmek için icat edilmiştir ve kötümserliği karşıt görüşün adı olarak icat edenler de yine Cizvitlerdi. Ancak bu terimin dünya çapında başarı kazanmasını sağlayan Voltaire’in ünlü Candide ya da İyimserlik eseri oldu, kötümserlik yavaş yavaş onun izleğini takip ediyordu.

Şimdi her iki terimin de felsefi olarak ne anlama geldiğine bakacak olursak, bu, aşağıdaki gibi bir dizi varoluşsal soruyla ilgilidir: Varoluşun iyilikleri kötülüklerinden daha mı ağır basıyor? Hayat yaşamaya değer mi? Bazı insanlar için, çoğu insan ya da herhangi bir insan için hiç var olmamış olmak daha mı iyi olurdu? Kabaca özetlemek gerekirse, bir yandan “iyimserler” (Leibniz ve Alexander Pope gibi), yaşamın genel olarak iyi olduğunu, dolayısıyla Tanrı’nın yaratımında haklı olduğunu ve varoluşun kötülüklerinin, bırakın Tanrı’nın varlığına, iyiliğe bile karşıt bir argüman oluşturmadığını savundular. Diğer yandan, “kötümserler” (Voltaire ve David Hume gibi), iyimserlerin insanlığın sefaletinin derinliğine yeterince ağırlık vermekte başarısız olduklarını ileri sürdüler: Onlar için kötülüklerin yalnızca hayatın güzelliklerinden sayıca fazla olması değil, aynı zamanda kötülüklerin daha fazla ağırlık taşıması ve daha önemli olması da söz konusuydu. Pierre Bayle, bir saatlik gerçek acının, beş ya da altı günlük bir huzurun dengesini bozmaya yeteceğini dile getiriyordu. Bu nedenle, insanlığın sefaletinin korkunç potansiyeli, acının erişebileceği korkunç aşırılıklar düşünüldüğünde, varoluş, oynanmaması gereken bir kumardır. Bu filozofların en karanlık düşünceli olanları, acının böylesine korkunç biçimler alabildiği bir varoluştansa, hiç varolmamanın daha iyi olduğunu savunuyorlardı. Bu şekilde bir yaratıcının ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz.

Bu, özetle, iyimserliğe karşı kötümserliğin teorik sorusudur. Bununla birlikte teorinin ardında, tartışmanın her iki tarafında da eşit derecede etkin olan derin bir ahlaki dürtü yatmaktadır.

Kötümserlerin iyimser sisteme (parçaların acı çekebileceği ama bütünün iyi olduğu) şiddetle itiraz etmelerinin nedeni, bu sistemin acının gerçekliğini göz ardı etmesi ya da daha da kötüsü, onu örtbas etmesidir. Örneğin iyimserler, günah işlediğimiz için acı çektiğimizi, acı bizim için yararlı olduğu için acı çektiğimizi ya da acılarımızın ötesine geçme gücüne sahip olduğumuz için kendi tercihimizle acı çektiğimizi savunurlar. Kötümserliğin ahlaki dürtüsü, insan deneyiminden bu şekilde söz edilemeyeceği yönündedir: Bunun, acı çeken dostlarımıza karşı şefkat göstermede bir başarısızlığa yol açtığını, hatta acılarını daha da kötüleştirmeye hizmet edebileceğini ima eder. Acı çekerken, kendi yaptıklarınız yüzünden acı çektiğinizin söylenmesinden daha az hoş karşılanacak bir teselli olamaz. Kötümserlere göre bu, acıyı suçluluk duygusuyla ikiye katlamaktır.

Öte yandan iyimserler de ahlaki bir motivasyonla hareket etmektedirler; argümanları, kötümserlerin acıları abarttığı, dolayısıyla acı olgusuna bu acının bir yansımasını ekleyerek acıyı daha da kötüleştirdikleri yönündedir. Kötümserler artık sadece yaratıcılarına karşı nankörlükle değil, ahlaki zayıflıkla da suçlanmaktadırlar: Zira kötümserlikte umutsuz ve ahlak-dışı bir şey, iradenin başarısızlığının söz konusu olduğu görüşü vardır.

Benim görüşüme göre, her iki taraftaki bu ahlaki kaygı, her iki felsefeyi de kurtaran şeydir: Onlara, salt soyut düşünceler olarak sahip olamayacakları bir bütünlük verir. Gelenek boyunca çeşitli biçimler alan bir bağlılık duygusunu ortaya koyar ve kendisini, tam olarak insanın ıstırabından nasıl hassas ve düşünceli bir şekilde bahsedileceği sorusunda; deneyimlerimizin genişliğinin hakkını veren bir şefkat ve teselli dilinin nasıl bulunacağı sorusunda ortaya koyar. Bu aynı zamanda, birbirlerine olan ahlaki muhalefetleriyle tanımlanan her iki geleneğe de tutarlılık kazandıran şeydir. Dolayısıyla Voltaire ve Rousseau’nun Lizbon depremiyle ilgili meşhur tartışmalarındaki asıl konu, mümkün dünyaların en iyisinde yaşayıp yaşamadığımıza ilişkin soyut felsefi mesele değil, tesellinin yanı sıra umudun da uygun bir şekilde temellendirilmesidir. Voltaire’in Lizbon Felaketi Üzerine Şiir’inin son sözü, meşhur espérance’dır [umut].

Schopenhauer, Duygudaşlık ve İntihar

Felsefe tarihi boyunca, her iki geleneğin de karşı taraftaki bu ahlaki dürtüyü tanımaması ve birbirlerini gerçekten ciddiye almaması trajiktir. Bugün iyimserlik ve kötümserlik terimlerinin en sağduyulu kullanımlarında bile devam eden bölünme buradan kaynaklanmaktadır; her iki tarafta ortaya çıkan ve özellikle kötümserlikle ilişkilendirilenlerde ortaya çıkan karikatürler de buradan kaynaklanmaktadır.

Kötümserliğin adının kötüye çıkmasından en çok sorumlu olan kişi, aynı zamanda adı kötümserlikle en yakından ilişkilendirilen filozof, baş kötümser Arthur Schopenhauer’dir.

Bunun nedeni, Schopenhauer’in, yaşamın derinden ve esas olarak acıyla damgalandığı ve acının yaşamın ereği olduğu yönündeki argümanıyla, bizi tam da günümüz kötümserlerinin kaçındıkları sonuca götürmesidir: Yaşamı olumlamayı bırakmalı ve teslimiyete yönelmeliyiz. Schopenhauer’a göre “kurtuluşa” ulaşmak için bu varoluştan radikal bir şekilde uzaklaşmamız gerekir; bu da acılarımızdan olduğu kadar hazlarımızdan da uzaklaşmak anlamına gelir. Mutluluğu idealimiz olmaktan çıkarıp dünyanın ötesine geçebilmek için kendimizin, arzularımızın ve özellikle de irademizin ötesine geçmeliyiz.

Karanlık münzevi düşüncelerin musallat olduğu bu tür bir teslimiyet, kötümserliğin bir tür umutsuzluk, vazgeçiş felsefesi olduğu yönündeki sezgisel kavrayışı tam olarak doğruluyor gibi görünüyor. Aynı zamanda kötümserliğin kötü şöhretinin temelinde yatan iki soruyu da gündeme getiriyor. Birincisi, bu tür bir felsefi kasvet intihar için çok güçlü bir argüman oluşturmuyor mu? İkincisi, türümüz de dahil olmak üzere hiçbir şeyi umursamamamız gerektiği anlamına gelmiyor mu? Bu tür sorular, sadece Schopenhauer’in kötümserliğinin değil, genel olarak kötümserliğin de adının kötüye çıkmasına yol açan türde sorulardır. Yine de Schopenhauer bu sorulara fikrimizi değiştirmeye yetecek şekilde cevaplar veren ilk kişiydi.

Öncelikle onunki intiharı destekleyen bir argüman değil. Schopenhauer, intiharın varoluşun ortaya çıkardığı soruna bir cevap olmadığını söylüyor. Kötümserliğin gerçekliğine dair bir farkındalık, bizi felsefi ve ruhani bir aydınlanma yoluna sevk etmelidir; bu yolda bilgilerimizin çoğunun ve hatta kendi kimliklerimizin, yani bizi diğer insanlardan ayıran şeylerin yanıltıcı doğasını anlamayı öğreniriz. Kötümserlik, çektiğimiz acıların tesadüfi veya istisnai olmadığı, aksine dünyadaki varlığımızın içsel bir parçası olduğu gerçeğinde bir tür teselli bulmamıza yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Schopenhauer’a göre gerçek teslimiyet, kendimizi fethederek kurtuluşa ulaşma çabasıdır; bu da ancak insanlık durumumuzu kabul edip yaşamakla mümkündür, ölümü seçmekle değil (burada “kurtuluş” ile tam olarak neyin kastedildiği biraz gizemli kalıyor).

Kötümserliğe yapışıp kalan bir başka yanlış kanı da, onu savunanların intihar yanlısı olduklarıdır. İntiharın en önemli felsefi mesele olduğunu iddia eden Albert Camus için bile durum böyle değildir. Aksine, kötümserliğin kanonik filozofları intihara karşı argüman üzerine argüman sunarlar, ancak bu durumu ahlaki, yasal ya da teolojik terimlerle ele alan argümanların çoğundan farklı olarak kötümserlerin argümanları, tüm trajik karmaşıklığı ve derinliği içinde, eylemi şekillendiren deneyime son derece duyarlıdır. Argümanları, çoğu zaman dışarıdan bakmak yerine, bu deneyimin içinden formüle edilmeleri bakımından kendilerini farklı kılmaktadırlar. Ortaya koydukları şey, intiharın bize varoluşun en karanlık köşeleri ve ıstırabın derinlikleri hakkında bir şeyler söylediğine dair bir farkındalıktır. Onlara göre bu kesinlikle tavsiye edilecek bir eylem değil, ciddiye alınması gereken bir deneyimdir.

Schopenhauer’a göre kimlik ve bireysellik yanıltıcıdır, dolayısıyla tek bir canlının çektiği acı tüm canlılara aittir.

İkinci soruya gelince, Schopenhauer, ahlakı imkânsız kılmak şöyle dursun, argümanının ahlak için bir temel teşkil etmesini ister: Duygudaşlık veya merhametin ahlak mekanizmasına Arthur Schopenhauer kadar ağırlık veren belki de hiçbir filozof yoktur. Temel fikri, bireysel iradelerimizin ötesine geçerek ve kişisel teslimiyet ahlakının peşinden giderek, derinlerde hepimizin bireysel kimliklerimizden daha büyük ve daha güçlü bir gerçeklikle birbirimize bağlı olduğumuzu fark edeceğimizdir; dolayısıyla ben sizin acınızı kendi acım olarak tanıyacağım, siz de benimkini kendi acınız olarak tanıyacaksınız ve hepimiz, dünyada gördüğümüz acıları azaltmak için elimizden geleni yapmak isteyeceğiz. Böylece acı çekenin ben olmadığım gerekçesiyle acıya sırt çevirmek imkânsız hale gelir: Schopenhauer için kimlik ve bireysellik yanıltıcıdır, dolayısıyla tek bir canlının çektiği acı tüm canlılara aittir. Schopenhauer’a göre iyimserlik bizi kişisel çıkarlarımıza ve arzularımıza hapsedip başkalarının acılarına karşı duyarsızlaştırırken, kötümserlik ise merhamet ahlakını, ötekiyle birlikte acı çekme ve ötekiyle birlikte hissetme ahlakını temellendirir. Acıyı yüceltmek şöyle dursun, son derece şefkatli bir felsefedir. Schopenhauer’a göre “kalbin iyiliği”, “tüm varlıkları kendi doğasıyla özdeşleştirir.”

Elbette Schopenhauer’in kötümser felsefesinin neredeyse her yönünden, özellikle de her türlü mutluluk umudundan tamamen vazgeçme anlamına gelen teslimiyet ahlakından rahatsız olmak için hâlâ nedenler var. Schopenhauer buna teslimiyet diyor ama kulağa daha çok umutsuzluk gibi geliyor.

Buna karşın, her şeyin iyi ve aydınlık tarafını görmemizi söyleyen iyimser bir ahlak için söylenecek çok şey var; Schopenhauer’in “hayatın berbat tarafı” dediği şeye çok fazla odaklanmamamız konusunda bizi uyaran, cesaretimizi ve umudumuzu yitirmememiz, iyilik, nezaket ve neşe kapasitemizi kaybetmememiz için bizi uyaran bir ahlak. Böyle bir ahlak bize en karanlık zamanlarda bile her şeyin daha iyiye gidebileceğine inanmamız gerektiğini hatırlatır, ki bu, diğer kötümserlerin aksine Schopenhauer’in izin vermediği bir görüştür. Chomsky’nin umutsuzluğa karşı iyimserlik methiyesinde anlatmak istediği de budur. Asıl soru Chomsky’nin kastettiği şeyin gerçekten iyimserlik mi, yoksa umut mu olduğudur.

Umutlu Kötümserlik

Peki ikisi bir arada olamaz mı? John Gray’in önerdiği gibi umutlu kötümserlik diye bir şey olamaz mı (ki bu çoğumuza tezatmış gibi gelebilir)? Bu umutlu kötümserlik Chomsky’nin iyimserliğiyle aynı görevleri yerine getiremez mi, hatta daha iyi yerine getiremez mi? Bence yapabilir ve yapmalıdır da.

Kötümserliğin kadercilik veya pes etmekle aynı şey olduğunu öne sürmek son derece yanlış olsa da, yine de bu önerinin ardındaki endişe yerinde bir endişedir. Chomsky tarafından en açık şekilde dile getirilen kaygı şudur: Ne yaparsak yapalım işlerin daha da kötüye gideceğine çok fazla ikna olursak, sonunda hiçbir şey yapamaz hale geliriz. Ancak, kötümserliğin doğru anlaşıldığı takdirde esas meselesinin bu olmadığının görüleceğini daha önce belirtmiştim. Teslimiyete en çok yönelen kötümserlik çizgisi bile (Schopenhauer’in versiyonu) derin bir ahlaki yönelimi muhafaza ediyorsa; burada bile dünyadaki acının tanınması, acıyı azaltma kararlılığıyla sıkı sıkıya bağlantılıysa, o zaman bunun bize kötümserlik hakkında söylediği şey; kendisini en yüksek ahlaki potansiyele sahip olarak gören bir felsefe olduğudur. Kötümserliğin amacı, bizi ahlaki ya da siyasi eylemlerden caydırmak değil, aksine motive etmektir.

Daha da önemlisi, Chomsky tarafından dile getirilen kaderci endişe her iki yöne de uzanmakta ve iyimserlik için de aynı riskleri taşımaktadır. Eğer kötümserliğin motivasyonu düşürme riski taşıdığı söylenebiliyorsa, o zaman, fazla iyimser olur ve sonunda her şeyin yoluna gireceğine çok fazla inanırsak da, ne yaparsak yapalım hiçbir şey yapmamış olacağımız da söylenebilir. Sonunda her şeyin kendiliğinden çözüleceğine, ilerlemenin galip geleceğine inanıyorsak, neden iklim değişikliği gibi karmaşık bir sorun hakkında endişelenelim ki? Böyle bir tutumun bizi motive etme olasılığı, zararın gerçekliğini ve gerekli endişenin makullüğünü ciddiye alan bir tutumdan nasıl daha yüksek olabilir?

Bu elbette iyimserliğin olduğu kadar kötümserliğin de yetersiz bir temsilidir. Her ikisinin de bakış açılarının ve felsefelerinin ardındaki ortak nokta ahlaki dürtüleridir: Her ikisinin de yönelimi ortaktır; bu da acıyı anlamlandırmak, tesellinin yanı sıra umut da sunmaktır; en azından bir dereceye kadar, iyileştirilebildiği ölçüde insanlık durumunu iyileştirmeye çalışmaktır. Her iki gelenek arasındaki fark, öncelik verilen ahlaki kaynak türlerinde yatmaktadır. İklim değişikliği örneğiyle devam edecek olursak, iyimserler, umutsuzluğumuzun nedenlerine çok fazla odaklanmadan, insanlığın yeni teknolojiler, değişim ve yenilik konusundaki potansiyelini göz önünde bulundurup, başarı öykülerinden yararlanırsak en iyi şekilde motive olacağımıza inanıyorlar. Buna karşılık kötümserler, ahlakın, acı ve kötülüklerin (yaklaşan felaket olasılığı da dahil olmak üzere) gerçekliğinin hakkını vermemizi sağlayacağını, aynı zamanda da bizi bir fark yaratmak istemeye motive edeceğini savunurlar: Bizi harekete geçirmek için gereken şey tam da dünyadaki bu vahim durumun kabul edilmesidir. O halde anlaşmazlık, nihayetinde bizi ahlaki açıdan felce uğratmaya en çok neyin muktedir olduğu; kapasitemizi mi yoksa yetersizliğimizi mi aşırı vurgulamak gerektiği konusundadır.

Çağlar boyunca iyimserlik ve kötümserlik arasındaki gerilim, onların umuda ve aynı zamanda teselliye yönelik çifte yönelimlerinin çatışan talepleriyle ilgili olmuştur. Bir yandan bu, özellikle kötümserliğin de kabul ettiği üzere, insanın çektiği acının gerçekliğini kabul etmeden tesellinin mümkün olmadığı anlamına gelir. Bir yandan da, özellikle iyimserliğin kabul ettiği üzere, geleceğe yönelik yeni olasılıklar, yeni perspektifler açan bir bakış açısı sunmadan, umudun mümkün olmadığı anlamına gelir. Bu gerilim felsefe tarihinde olduğu gibi edebiyatta da tekrar tekrar ortaya çıkar. Birinin iyimserliği ne kadar incelikliyse, diğerinin de kötümserliği o kadar incelikli olan iki pasaja dikkat çekeceğim.

Aşağıdaki pasaj Tolstoy’un Savaş ve Barış’ının sonunda yer alır; Pierre geçmişte çektiği acılara bakar ve onları küçümsemeden ya da hafife almadan, onlardan daha geniş bir umut ve anlam anlatısına yerleştirmeyi başardığı bir ders çıkarır:

Acı çekmek talihsizliktir diyorlar” dedi Pierre, “ama şu anda bana, esir düşmeden önceki halinde mi kalmak istersin, yoksa her şeyi yeniden mi yaşamak istersin diye sorsalar, Tanrı aşkına, esir olup yeniden at eti yemeyi tercih ederim, derim. Alıştığımız yoldan ayrılır ayrılmaz her şeyin mahvolduğunu düşünürüz; oysa bu sadece yeni ve iyi bir şeyin başlangıcıdır. Yaşam var olduğu sürece mutluluk da vardır. Önümüzde daha yaşanacak çok şey var.

Bunda mükemmel bir bilgelik olduğuna inanıyorum. Ancak büyük bir dikkatle ele almamız gereken bir konu olduğunu da düşünüyorum; genel bir mesele haline getirmememiz gereken bir konu. Derin trajedilerden veya büyük acılardan “yeni ve iyi bir şeyin” ortaya çıkması harika bir şeydir; kötü deneyimler bize yeni şeyler öğrettiğinde, kendimizin ötesine geçmemize, birey olarak gelişmemize yardımcı olurlar. Yaşamın değerinden bahsetmişken, yaşamı ve yaşamayı bizim için değerli kılan şeylerden biri de hiç kuşkusuz kötü şeylerin iyi şeylere yol açma olasılığıdır. Ancak bu durum bizim için geçerli olduğunda derin bir minnettarlık duymamız gerekse de, bu ne tam olarak güvenebileceğimiz ne de irademize bağlı olan bir şeydir. Bizi öldürmeyen şeyler bizi her zaman daha güçlü kılmaz. Tüm acılar yerini yeni ve iyi olana bırakmaz; tüm kötü deneyimler gelişmemize yardımcı olmaz. Bazıları bizi küçültür, bazı trajediler ise yaşamımızı yarıda keser. Bazı acılar bizi “yeni ve iyi” olana ulaşmaktan alıkoyar ve Hilary Mantel’in sözleriyle “kendimize yabancı” kılar:

Hepimiz değişebiliriz. Hepimiz herhangi bir zamanda daha iyiye doğru değişebiliriz. Buna inanıyorum, ancak gerçek şu ki, hastalık, kaza, talihsizlik veya hormonal değişimler nedeniyle birdenbire kendimize yabancı hale gelebiliriz.

Bu sözler Mantel’in Giving up the Ghost (Hayaletten Vazgeçmek) kitabından alınmıştır; bu pasaj Tolstoy’un sessiz iyimserliğine karşı bir tür karşıtlık gibi görünmektedir: Pierre’in ışığı karanlığa karşı koyduğu yerde, Mantel karanlığı ışığa karşı koymaktadır. Benim kötümserliğim, eğer bu ismi hak ediyorsa, tam da bu noktada yükseliyor. Mantel’le birlikte ve belki de Mantel’in ötesinde, mutluluk yolunun gerçekten kapalı olduğu kişiler olduğuna inanıyorum. Bizi kendimizden, mutluluk kapasitemizden, iyi ve gerçek olandan koparabilecek deneyimler vardır. Bunun farkına varmak, umudumuzu yitirmek, kendimizden ya da bu kişilerden vazgeçmek anlamına gelmez: Daha ziyade bunun da yaşama içkin bir şey olduğunu kabul etmektir; hayatta olmanın anlamı da zaten budur.

Gerçekliğin ya da insanın gelişme kapasitesinin aşırı iyimser bir şekilde tanımlanmasının büyük riski, kabahati de buradan kaynaklanır: Gelişmenin tamamen bize bağlı ve bizim elimizde olduğu düşüncesinden. Bu son derece modern olan ahlak, en muzaffer anını Amerikan Rüyası’nın kalbinde yaşamıştır; buna göre, eğer istersek her birimiz arzularımıza ulaşabiliriz (ve ulaşmalıyız); “Kendi mutluluğunuzdan siz sorumlusunuz”. Bu ahlak, popüler kültürde olduğu gibi, yeniçağ maneviyatçılığının birçok akımında da yankılanmaktadır; bunlardan bazıları iyi ve kötü talihimizi, hatta hastalıklarımızı bile kendi irademize ve bilincimize bağlamakta, böylece her birimizi eski zamanlarda olsaydı kadere atfedilebilecek olan şeylerden açıkça sorumlu kılmaktadır.  Bu tür “felsefeler”, başımıza gelen her şeyin onları kendimize çekmemizden dolayı geldiklerini söyler. Bu aynı zamanda, gerçekten öyle olup olmadığına bakılmaksızın sadece en mutlu görünen suratımızın, en neşeli yanımızın gösterilmesinin beklendiği modern Facebook paradigmasına da uyan bir ahlaktır. İyimserliğin baskıcı potansiyeli, yanlış yorumlandığı takdirde, tam olarak burada ortaya çıkmaktadır.

Pek çok kişi mutluluğumuzun tamamen bizim elimizde olduğu inancından umut çıkarmış olsa da, bu sadece bir umut mesajı değildir. Bu bir zorunluluk haline gelebilir ve geldiği anda da iradenin bu aşırı yüklenmesinde çirkin tarafını ortaya çıkarır. Bayle ve Voltaire gibi ilk kötümserlerin şiddetle karşı çıktıkları şey de tam olarak buydu: Mutluluğumuzdan olduğu kadar acılarımızdan da sorumlu olduğumuz fikri. Bu bize umut kazandırsa da teselli konusunda başarısız olur.

“İyi olmamak sorun değil”

Birkaç ay önce İskoçya’da bir plajın kenarında, üzerine siyah balonlar bağlanmış bir bankla karşılaştım. Bank, bir yıl önce ölen bir çocuğun anısına adanmıştı. Bankın üzerinde çiçekler, çiçeklerin yanında da üzerinde yüzlerce kişinin adının ve yaşlarının yazılı olduğu kâğıtlar vardı: on beş, on yedi, yirmi bir, otuz iki. İlk sayfada el yazısıyla ve dokunaklı bir şekilde imla hatasıyla yazılmış bir not vardı; bize bunun intihar nedeniyle kaybedilen kişilerin bir listesi olduğunu söylüyor ve şunları tavsiye ediyordu:

İnsanlara karşı nazik olun.
Sevdiklerinize iyi bakın.
İyi olmamak sorun değil. 

Kötümserlik ahlakının en güçlü, en açık ve en yalın haliyle temelde temsil ettiği şey de budur: “İyi olmamak sorun değil.” Acı çekmeyi öncelikle kendi irademizle ilgili bir mesele haline getirmek, acının üzerine suçluluk yükleyerek acıyı artırmaktan başka bir işe yaramaz. Şaşkınlık, anlam ve mutluluk açısından zengin bir hayat yaşamak harika bir şeydir; eğer bu kadar kutsanmışsak bundan derin bir minnettarlık duymalıyız. Ancak kendi mutluluğumuz bizi, ne yaşamın, mutluluğun ve iyiliğin kırılganlığının farkında olmaktan, ne de daha az şanslı, daha az kutsanmış, daha az sevilen ya da gerçekten sefil olanları dikkate almaktan ve onlarla ilgilenmekten alıkoymamalıdır.

Kötümserliğin mesajı, bunun da hayatın bir parçası olduğu ve dilimizde, ortak deneyimimizde bir yeri hak ettiği; hayatın, daha karanlık, “berbat” tarafına gözlerimizi kapatmanın asla haklı gösterilemeyeceğidir. Kötümserlik ahlakındaki şefkatin anlamı da budur; iyimserlikle hiçbir şekilde çatışma halinde olması gerekmez, aksine onun tamamlayıcısı ve yoldaşı olarak yanında omuz omuza durmalıdır. Schopenhauer’in yazdığı gibi, birbirimizi içten selamlamalıyız; Madam ya da Mösyö olarak değil, “acı çeken dostum, sefil yoldaşım” olarak.

Noam Chomsky umutsuzluk yerine iyimserliği savunur. Biz de aynı şekilde ve daha anlamlı bir şekilde iyimserlik yerine umudu savunabiliriz.

İyimserlik bir yandan iradeye aşırı yük bindirme, diğer yandan da dünyaya ve kendimize verilen gerçek ve ciddi zararın gerçekliğini hafife alma riski taşıyorsa, kötümserlik ahlaki bir kaynak olarak bize daha iyi hizmet edemez mi? Ve kötümserliğin teslimiyete dönüşme riski taşıdığı yerde, umut aradaki bu boşluğu kapatmamıza yardımcı olamaz mı? İyimserliğin de kötümserliğin de yüzü ortak bir hedefe dönükse, her ikisinde de ileriye doğru yol almamızı sağlayacak malzemeler bulamaz mıyız?

O halde neden geleceğe yönelik bir umutlu kötümserlik felsefesi bize rehberlik etmesin?