Bu köpek bana durup dururken neden saldırdı? Edebiyatın ve felsefenin, insan hayatının en temel sorularından biridir bu. Hiçbir şey yapmadığım, sadece yanından geçip gidiyor olduğum, ilk kez gördüğüm ya da yıllarca beslediğim, ekmeğimi, işimi, arkadaş çevremi paylaştığım bu köpek bana neden saldırdı?
Geçenlerde kendi halimde sokakta yürürken, aniden sol yanımdan, üç kişilik bir köpek çetesinin içinden fırlayıp dişlerini göstererek havlaya havlaya üzerime yürüyen (atılan, koşan tam olarak) bir köpek bana bunu düşündürdü, yeniden. Dalgındım, can havliyle kaçmak için sağa doğru attım kendimi, caddeden geçen arabaların altında kalıp ölmekten kılpayı kurtuldum. O arkadaşlarının yanına dönerken, ben de perişan bir halde, yaşadığıma sevinerek ve bu yaşadığıma lanet ederek yoluma devam ettim.
Yaşadığım akıl alır gibi değildi: Köpeklere hiçbir zaman ve hele o zaman, oradan geçerken hiçbir kötülük yapmamıştım. Neşeliydim o sırada, Zeki Müren’den bir şarkı dinliyordum, arkadaşımla buluşmaya gidiyordum. Akşamüstüydü, önceden kararlaştırılmış bir buluşma değildi, şart değildi gitmem, kalabalık bir sokaktı geçtiğim, kimse yardıma koşmadı, yardım alacak verecek bir vakit de olmadı, hızla olup bitti her şey, o anda araba çarpmasıyla ölseydim ya da köpeğin ısırmasıyla yere yuvarlansaydım yardıma gelirlerdi, ama sokağın başındakiyle sonundaki ben, sağlam olsak da aynı değildik artık –bu köpek durup dururken bana bu terör saldırısını neden yaptı?
Sakinleşmeye çalışırken bu olayı semiyotik-falbilimsel sorguya aldım kendi içimde; batıl bir rasyonalist olduğum için, böyle olayları rastgele olmuş sayamam, bir şeyin işareti, bir şeyin semptomu, etkisi ya da sonucu olarak görmeye çalışırım. Bir açıdan köpek bana saldıran somut bir canlıydı, birtakım fizyolojik uyaranların itkisiyle, benim farkında olmadığım bir etkim yüzünden saldırmış olabilir; onun alanından geçmiyordum, ama elimdeki cep telefonunun sinyalinden, Zeki Müren’in benim duyabileceğim kadar açılmış sesinden benim öngöremeyeceğim şekilde etkilenmiş olabilir. Benden önce geçen birine kızmış, benden önce geçen birine incinmiş, onda zarar görmüş, oradaki sahasını korumak, kendini göstermek, hatta intikam almak için de bana saldırmış olabilir. Beni ölüm tehlikesine sürükleyerek ölümlülüğümü hatırlatan, uzun zamandır anne babamın mezarını ziyaret etmediğimi hatırlatan ilahi bir uyarı da olabilir bu. Çevreme karşı tedbirli olmam gerektiğini, düşüncesizce, dalgın dalgın ilerlememem gerektiğini hatırlatan metafizik bir uyarı olabilir. Kendimi zorlasam –olayın fiziksel, duygusal, ani etkisinin geçtiği birkaç gün, bir iki hafta sonra– bu olayı hayal ettiğimi, hiç yaşamadığımı varsayabilirim; tek başımaydım sonuçta, ölmedim, o üç köpeği bir daha orada görmedim, sokak köpeklerinin uğrak, sürekli bir noktası değildi orası. Belki de sık sık okuduğum haberlerden birini başıma gelmiş gibi hayal etmiştim –ama öyle olmadı, bizzat yaşadım, ama kanıtlayamam, yani kanıtlamak için çok uğraşmam gerekir. Kısacası, sosyal bir sorunla karşılaştığımı da savunabilirim, bireysel, özel, hatta hayali bir sorunla karşılaştığımı da –ama hepsi için de işaretleri bir araya toplayıp bir açıklama yapmam, çözüm aramam mümkün.
Karamazov Kardeşler romanı tam da böyle sebepsiz görünen insan zulmünün, cinayetlerinin incelenmesi üzerine kuruludur. Ama buna geçmeden önce, olaydan hemen sonra yaptığım şeyi de söyleyeyim: Olayı unutmamak, benim üzerimdeki etkisini unutmamak ve başkalarına da duyurmak gibi çeşitli nedenlerle, telefonun not defteri yerine hatıra defteri gibi kullandığım Facebook’u açtım ve olayı yazdım. Sonra biraz sakinleşmiş olarak yoluma devam ettim. Karamazov Kardeşler gibi kitaplarla kişisel internet sayfalarımızı (sosyal medya, blog, site hesaplarımızı) kıyaslamak mümkündür aslında; Karamazovların özellikle Büyük Engizisyoncu bölümü bir Facebook sayfası gibidir –orada iki kardeş sohbet ederken, bir kardeş araya derlediği çeşitli hikayeleri, zulüm tarihinden aldığı notları serpiştirir. Facebook tipi sayfaları diyalojik metin şablonları olarak düşünürsek durum daha anlaşılır olur; hatta benzetmeyi sündürürsek, Facebook tipi küresel ağların amacı herkesi kardeş yapmak, arkadaş yapmak olarak ilan edildiğinden, orada yazdığınız metin ve ona verilen yanıtlar tıpkı Karamazovlardaki gibi kardeşler arası diyalog geleneğini yaşatmaktadır.
Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’i hacmiyle ve büyük söyleviyle, ilahi ve insani kardeşliği tartışmasıyla, baba cinayetini, otoriteye, iktidara, iktidarın sermayesine el koyma biçimlerini tartışmasıyla anılıyor. Kanımca, romanın birçok yerini Hıristiyanlık dışı dünyanın anlaması güç; hatta Karamazov çevirisinde, Eskimoların İncil çevirilerinde nasıl kuzu birdenbire fok oluveriyorsa, çevrildiği kültüre uyarlanması gereken birçok öge var –Dostoyevski burada kendi din ufkunun içinde hareket ediyor, bu ufkun dışında kalan okurlar da romanın polisiye ve mahkeme yapısına kapılıp gidiyor. Büyük Engizisyoncu adlı bölümünde insanlığın açıklanması güç zalimlikleri üzerine nutuk çekerek insanlığı yargılıyor bir Karamazov; sonraki bölümler babanın çocuklarına ilgisizliği, çocuklardan birinin babayı öldürmüş olma ihtimaliyle gelişiyor ve sonunda toplum temsilcileri mahkemede nutuk çekerek bir Karamazov’u yargılıyor. Romanın herhalde birçok hafızada yer eden, benim için de en unutulmaz sahnelerinden biri romanın en iyi niyetli görünen karakteri Aleysey Karamazov’un elinin tanımadığı bir çocuk tarafından ısırıldığı sahne. Aleksey, yani Alyoşa bir çocuk çetesinin başka bir çocuğu taş yağmuruna tutmasına tanık oluyor ve onlara engel olup çocuğu korumaya çalışıyor. Ama çocuk taşı dosdoğru ona atıyor, yanına gittiği zaman da elini ısırıp kaçıyor.
“Pekala,” dedi, “beni nasıl acı vererek ısırdığınızı görüyorsunuz, bu kadar yeter ama değil mi? Şimdi söylenize ben size ne yaptım?”
Çocuk şaşkınlıkla baktı.
“Sizi hiç tanımıyor ve ilk kez görüyor olsam da,” diye sakince devam etti Alyoşa, “size hiçbir şey yapmamış olamam, bana boşuna acı vermiş olamazsınız. Öyleyse ben ne yaptım ve size karşı suçum ne, söyler misiniz bana?”
Çocuk cevap vermek yerine birdenbire yüksek sesle ağlamaya başladı ve birdenbire koşarak kaçtı Alyoşa’nın yanından.
Romanın bu noktasında olay akışı eşsizdir: İşte okuru etkileyen bu sahneden –savunmasız, tek başına bir çocuğu taşlayan çocuklar, çocuğun kendisini savunan kişiye sebepsizce, vefasızca zarar vermesi sahneden– kısa bir süre sonra Alyoşa İvan Karamazov’la buluşur ve İvan bütün insanlığı sorguladığı Büyük Engizisyoncu adlı konuşmasını yapar. Paraya ihtiyacı olan Dimitri Karamazov da tam o sırada babasının bahçesinde, bir çalının dibinde saklanmış, beklemektedir. Romanın polisiye yapısı onun davranışlarına, aldığı kararlara bağlıdır. Garip bir şekilde, çocuğun Alyoşa’ya ya da Karamazov ailesine düşmanlığının sebebinin de o olduğunu öğreniriz: Çocuğun babasına durup dururken sarhoş halde hakaret etmiş, herkesin ortasında onu küçük düşürmüştür. O büyük Karamazov Kardeşler romanı tek bir Karamazovun bir insana durup dururken saldırmasına dayanır. Ama bu arada o çocuk, İlyuşa da suçsuz değildir: O da durup dururken bir köpeğe iğneli ekmek vermiş, muhtemelen köpeğin ölmesine yol açmıştır; ancak romanın sonunda İlyuşa’ya bu iğrenç “oyunu” öğreten kişinin baba katili Karamazov olduğunu öğrendiğimiz zaman romanın diyalektik sarmalı iyice görünür hale gelir.
Terör olgusu çok karmaşık bir olgudur. Sadece Ecinniler’le Karamazov arasındaki dönem değil, Dostoyevski’nin yapıtının büyük kısmı terör olgusunu ele alıyor. O ünlü son anda ölümden dönme, terörist diye suçlanarak idama mahkum edildikten sonra son anda terörle, korkutularak affedilmesinden itibaren terör, yani korkutma, korkutmak üzere saldırma Dostoyevski’nin sabit konularından biri olmuş – Raskolnikov (öldürdü mü sorusu bir yana) öldürmek zorunda mıydı, tefeciyi, kız kardeşini, kız kardeşinin bebeğini? Neyin simgesiydi bu cinayet: Bilindiği üzere raskolnikov “bölücüoğulları” gibi bir şey demek, balta biraz da kilisenin iktidar tarafından zorla bölünmesine yönelik bir gönderme. Yoksa orada simgesel olarak öldürülen şey kapitalizm, modernizm, Ortodoks kiliseye yenilik getirenler mi? Onlara yönelik bir terör tehdidi mi bu – tıpkı Fransız Devrimi’nin ve Napolyon’un Avrupa’ya ve dünyaya yaşattığı terör dalgası gibi? Sonuçta Raskolnikov büyük eylemler, olaylar için çok ama çok sayıda insan öldürülebilir mi, büyük bir insan bu kararı alabilir mi sorusunu tartışmaya koyulduğu zaman, böyle bir eylemin doğrudan sonucunu değil, böyle bir eylemin terör, yani korkutma (Latince terrere= korkutmaktan) niteliğini tartışıyor. Dostoyevski Suç ve Ceza’da terörü komediye çeviriyor –Raskolnikov eylemde hata yapıyor, eylemin hemen ardından gülünç şekilde apartmanda köşe bucak saklanıyor, işçilere yakalanıyor, dedektif tarafından gülünç şekilde sorguya çekiliyor… Ama Ecinniler’de teröre yönelik komedi unsuru kaybolmuş ya da çok zayıflamış durumda –çünkü bu tarihte teröristler Rusya’da gerçekten kanlı eylemler gerçekleştiriyorlar. Karamazov Kardeşler’de Dostoyevski terörü insanlık ve din tarihine yayılmış sürekli bir olgu olarak ele alıyor: Bu analitik analizde, İsa’nın öldürülmesinden baba Karamazov’un öldürülmesine uzanan olaylar zinciri dikey simgesel eksende, Karamazov kardeşlerin tek tek sıralandığı olaylar zinciri yatay olgusal eksende yer alıyor.
Facebook’ta başımdan geçen köpek saldırısını yazarken şöyle yazmıştım: “Şehrin ortasında, kaldırımdan yürürken, köpek terörünü sonunda ben de yaşadım. Üç kişilik çeteden biri fırladı saldırdı üzerime havlayarak, caddeye savruldum, kılpayı kurtuldum iki arabadan, vuracakmış gibi yapmaya çalışırken gitti. Geçti gitti şükür. Şimdi soru şu: Bu gerçek bir olay mıydı sadece, yoksa bir uyarı, bir işaret miydi? Batıl bir rasyonalist olarak buna bir anlam vermem lazım.” Bunun ardından geçmiş olsunlarla birlikte, “terör” dememe, “çete” dememe yönelik eleştiriler geldi. Sokak köpeklerini ötekileştirme, hedef gösterme olarak yorumlayanlar oldu –ölümden kurtulmamı basit bir anlatı haline getirirken sosyal bir sorunu (siyaseten yanlış biçimde) söylemleştirmiştim. Eleştirilerin niyetini haklı buldum, bu gerçekten bir söylemleştirme –ama sokak köpeklerini tarih boyunca birçok kez örgütlenmiş insan teröristlerden ayrı tutmanın, sokak köpeğinin insanlardan farklı, zayıf kaygılarla, güçsüzlükle korku salmak istediğine inanmaları garip geldi. Ben yine de olayı gerçek olmayan, beni uyarmak, hayatımdaki başka şeyleri anlatmak için olmuş simgesel bir saldırı olarak görmeyi yeğledim. En azından sosyal medya mesajımın zemini buydu.
Ama bizde iz bırakan insani terör eylemlerini düşünsek, şiddetin bahanelerini bulabilir miyiz? Fanoncu tavır, sömürgeciye yönelik şiddet bunun en uç noktası… daha yalın, çıplak olayları düşünsek: Nazım Hikmet’in Rusya’ya kaçmasının bir sebebinin de Sabahattin Ali cinayetinin yarattığı terör olduğunu kabul ediyoruz. Öldürülme kaygısının somut bir zemini vardı; üç yıl önce, Bulgaristan sınırında öldürülmüştü Sabahattin Ali. Bu cinayeti işleyenin yaşam alanını koruma amacı güttüğünü, kendince haklı bir sebebi olduğunu öne sürmek mümkün mü? Sabahattin Ali oradan kaçıp kurtulsa caninin saldırısı daha ölçülü, kabul edilir bir terör mü olurdu? Tarihte dönüm olaylarının çoğu kez komplolar, cinayetin, saldırının ardındaki kişinin belli olmadığı olaylar olması anlamlıdır: Atatürk’ün evi yakıldı söylentisini kim çıkardı, 6-7 Eylül saldırılarını kim başlattı, o da bilinmiyor… ama saldırılarda fiilen yer alan kişiler ya da olayın sonrasında ortaya çıkan durumdan yararlanan kişiler saptanabiliyor. Musa Anter’in öldüğü, Orhan Miroğlu’nun yaralı kurtulduğu saldırı hakkında ipuçları var, ama etkisi günümüze kadar gelen, günümüzü şekillendiren bu olay açıklanmış değil: Başkalarına korku salma, terör amaçlı mıydı? Ecinniler’de Neçayev’in gerçek cinayetinden yola çıkarak şekillendirilmiş karakter edebiyatın en karaktersiz ve zararlı karakterlerinden biridir: Şiddete karşı çıktığı için şiddetle cezalandırır üyelerinden birini. Dostoyevski’nin terör analizi bu yüzden Tolstoy’un analizini tamamlar. Tolstoy tarihin en örgütlü terör olaylarından birini, Napolyon işgalini, Savaş ve Barış’ta analiz eder: O terörü ülkesine davet eden ya da başka yerlerde olup bitmesine destek veren ya da sessiz kalan subayların tasviriyle başladığı roman, ülkenin kurtarılmasıyla sona erer. Ama diğer yandan tarih sona ermemiştir: 1812 işgalinin etkileri 1825 Aralığında subayların çara darbe girişimiyle, 1849’de Dostoyevski’nin de içinde bulunduğu Petraşevskiciler tutuklamasıyla, 1881’de Halkın İradesi’nin çar suikastıyla, 1905 ve 1917 devrimleriyle devam eder… Tıpkı 2003 Irak İşgalinden 2011 Suriye iç savaşına uzanan ve devam eden süreç gibi.
Bu dolambaçlı tarihsel hikâyeyi köpekli iki resimle süsleyelim: İlki Irak yöneticisi Saddam Hüseyin’i çeşitli ülkelerin bölgedeki çoban köpeği olarak gösteren bir resim – İran-Irak savaşı sırasında yapılmış bu resimde İran yumruğu görünüyor. İkincisi, 1813 tarihli, Napolyon’un kabusu adlı bir resim –Napolyon’un üzerindeki köpek İngiltere’yi temsil ediyor.
Ve iki romandan, hikâyeyi başlatmak ya da geliştirmek üzere kullanılan köpek saldırısı örnekleri verelim. Örneğin Şule Gürbüz’ün Kıyamet Emeklisi de (2022) bir köpek saldırısıyla başlıyor:
Aziz sabahın erkeninde yokuştan inip eve dönerken daha Makastar Sokağı’na giriyordu ki zaman zaman karşısına çıkan siyah köpek nerden fırladıysa hiç ortada yokken birden mancınıkla atılmış gibi üstüne uğradı. Köpeklere zaten hiç yüzü olmayan Aziz aldırmaz görünmeye çalışsa da beti benzi attı. ‘Allah’ın cezası nerden türedin, türemeyesice,’ diye söylenip it cinsinin zaten hep fakir fukara, kılıksız adamlara saldırıp, havlayıp, arkasından uluyup, rezil edip, nerde bir giyimli kuşamlı, zengin var onlara da tavuskuşu gibi kuyruğunun her bir kılını ayrı ayrı kabartarak arz-ı ubudiyet ettiği, pervane gibi döndürdüğü aklına gelince iyice sinirlendi. ‘Mekruh riyakâr,’ dedi, ‘az sonra çöpe, arabanın altına döneceksin, menhus, bir gün bir el başına bile uzanmadı, kuyruk diğer hayvanata değil, bir sana verilmeliymiş ki özün belli olsun, dedikleri doğruymuş ben de sende kâfirden bir kef görüyorum.’
Hayvan seyrek de olsa hâlâ arkasından havlıyor, Aziz hâlâ söyleniyordu. Hava, eylül ayında olmalarına rağmen Hutame’den nişan veriyor, ensesinden ince yollar bularak akan teri hafif bir karıncalanmayla hissediyordu. Bu zararsız fiziksel sıkıntıya eli kolu ile müdahale etmeyince her zaman olduğu gibi kendini sıcağa galebe çalmış, büyük bir tahammülün tam içinde hissetmişti.
Gürbüz’ün kendine has dili bir yana bırakılırsa, Aziz’in hali benim yaşayıp tasvir ettiğim hali andırıyor: Neden bana saldırdı, neden buradan arabayla geçip giden zenginlerin önüne attı beni, kılığımda duruşumda kendine tehdit saydığı ne vardı?
163 yıl önce, 1861’de George Eliot’ın Silas Marner’i de yine köpek şiddetiyle başlıyor, ama bu kez çoban köpekleri sözkonusu:
Çiftlik evlerinde dokuma tezgâhlarının uğuldayıp durduğu -hatta ipek ve dantel işlemeli giysiler içindeki asil hanımefendilerin bile cilalanmış meşe ağacından minik dokuma tezgahlarına sahip olduğu o günlerde, uzaktaki kasabaların patikalarında ya da tepedeki bağrının derinlerinde, güçlü kuvvetli köylü halkının yanında sahipsiz bırakılmış bir ırkın kalıntıları gibi görünen bazı solgun, çelimsiz adamlara rastlanabilirdi. Bu yabancıya benzeyen adamlardan biri, erken batan kış güneşine karşı karartı halinde tepelerde göründü mü, çoban köpekleri şiddetle havlardı; zira ağır çuvalı atında eğrilmiş bir adamdan köpekler hazzeder mi? – o solgun adamlarsa sırtlarında gizemli yükleri olmadan nadiren ortaya çıkarlardı. (Çeviren: Cem Alpan)
Şule Gürbüz’ün köpeğiyle George Eliot’ın köpeği arasında temel bir fark var; ilki muhtemelen sahipsiz, soyut bir alanı sahiplenerek kendini gösteriyor, ikincisiyse daha en baştan, ismiyle bile somut, sahipli bir alanı gösteriyor –çobanın köpeği, çobanın ve sürünün yaşadığı alanda havlıyor. İkisi de “fakir fukara, sahipsiz bırakılmış bir ırkın kalıntısı gibi görünen” kimselere saldırıyor, ama ikincisi iş olarak yapıyor bunu.
Bir insana ait olmayan, sahipsiz köpek var mı sahiden?