Demo v1.0

22 Aralık 2024, Pazar

Beta v1.0

Hislerimiz Bize mi Ait? Spinoza ve Para

Hume gibi Spinoza da düşünce ve davranışlarımızın bütünüyle diğer düşünce ve davranışlar tarafından belirlendiğine inanır.
Çeviren:
Beyza Aslıhan Güngör
Kaynak:
The Philosopher

2018 yılında düşüncelerimi en çok etkileyen kitap bir felsefe kitabı değildi: Daniel Kahneman’ın hayatı boyunca yaptığı psikolojik araştırmaların sonuçlarını anlaşılır bir şekilde sunduğu Hızlı ve Yavaş Düşünme kitabıydı (evet partiye geç katılanlardanım, çünkü kitap aslında 2011 yılında yayımlanmıştı). Kendimizi rasyonel ve bağımsız düşünürler olarak görmeye adamış bizler için kitabın ana mesajı şaşırtıcı idi: İnsan düşüncesi büyük ölçüde otomatik, çağrışımsal, gayri-rasyonel ve kontrolümüz dışındadır.

Felsefi açıdan bu düşünce aslında yeni sayılmaz: 18. yüzyılın ortalarında David Hume, insan zihninin düşünmesinin, yani fikirden (idea) fikre atlamasının, istemdışı ve doğal olarak belirlenmiş çağrışımlara göre olduğunu ileri sürdü. O zamandan bu yana pek çok filozof, insan zihninin rasyonel ve özgür olduğu düşüncesini çürütmeye çalıştı. Yine de Hume’un en başta da ileri sürdüğü gibi, felsefi ikna çoğu zaman bir inancın kalıcı olması için yeterli değildir. Gerçek inanç bazen ampirik kanıt gerektirir. Düşündüğümde, ya da daha doğrusu düşündüğümü düşündüğümde, çok az bağımsız ya da rasyonel düşüncenin gerçekleştiğini sadece felsefi olarak kabul etmemi değil, aynı zamanda buna inanmamı Kahneman’ın ampirik kanıtı sağladı.

Kahneman’ın açıkladığı bir fenomen ön hazırlık niteliğindedir: Belirli kelimelere veya görsellere maruz kalma sonucunda belli çağrışımsal düşünce kümelerinin istemdışı tetiklenmesi söz konusuydu. Kelimeler ve görseller de çağrışımsal davranışları tetikleyebilir. Genç insanları yaşlılıkla ilgili kelimelere maruz bırakmak, hastalık, gri saç ve kırışıklık fikirlerine alıştırmak, daha yavaş yürümelerine yol açabilir. Bilinçli olarak fark etmeyecekleri bir şekilde insanların kafasını yukarı aşağı sallamasını sağlamak, gazetelerdeki köşe yazılarıyla aynı fikirde olmaları konusunda onlara güçlü bir eğilim kazandırır. Kathleen Vohs tarafından yürütülen kayda değer çalışma, insanlara para görseli aşılamanın, onların daha bireysel hareket etmelerine yol açtığını gösterdi: Dolar banknotu görsellerine maruz kalanlarda, yere düşen kalemleri toplamak için diğer insanlara yardım etme veya zorlu görevlerde iş birliği yapma oranı azalmıştır. Para hakkında düşüncelerin insanlara aşılanması, onları sadece para konusunda daha bencil hale getirmez; kendilerini daha çok kendi kendine yeterli ve genel olarak diğerlerinden farklı görmelerini sağlar, ki bu da başkalarıyla iletişime girme konusunda daha az istekli olmalarına yol açar.

Bu bulgu bizi bir an durup düşündürmeli. Bu iddialara şüpheli yaklaşmamız gerekse de son dönemdeki siyasi çalkantıların temelinde, başkalarının görüşlerine katılma konusundaki başarısızlığın yattığı söylenmekte. Zenginler fakirleri anlamaz; yaşlılar gençleri anlamaz; liberal “seçkinler” daha az eğitimli “geride kalmışları” anlamaz. Aynı zamanda, bize sürekli para görselleri aşılayan toplumlarda yaşıyoruz: para kazanmak, para harcamak, para biriktirmek, çok paraya sahip olmak veya yeterince paraya sahip olmamak. Faiz oranlarının, hükümet giderlerinin, vergi artış ve kesintilerinin ve şirket hisse değerlerinin sürekli evrensel öneme sahip konular olarak sunulduğu bir ortamda yaşıyoruz. Vohs’un çalışması, kendimizden farklı olanları anlamamızı zorlaştıran şeyin aslında daha çok ya da daha az paraya sahip olmamız gerçeği olmadığını söylüyor; parayla kuşatılmış bir toplumda yaşamak, başkalarıyla ilişki kurmak, yardımlaşmak ve başkalarından bir şeyler öğrenmek yerine kişisel seçimlere, ilgi alanlarına ve kimliklere daha fazla odaklanmamıza neden oluyor.

Modern kapitalizmin ortaya çıktığı sıralarda Amsterdam’da yaşayan filozof Baruch Spinoza, paranın psikolojik etkilerinden haberdardı. Özellikle aklı fikri parada olan insanların parayı her çeşit arzunun öznesi ve zevk veren her şeyin sebebi olarak gördüklerini biliyordu. Paranın pek çok sosyal etkileşime aracılık ettiği ve bir arzu nesnesi olarak para düşüncesinin her zaman mevcut olduğu bir piyasa toplumunda para, kendimiz ve diğer insanlar hakkındaki hislerimize yakından bağlantılıdır. İnsanların değerini rasyonelliklerine göre biçmektense (ki rasyonellik Spinoza’ya göre bireyin değerini ölçmede doğru kriterdi) değeri zenginlikle bağdaştırmaya meyilliyiz. Bu yanlış anlaşılmanın belirli duygusal sonuçları vardır. Fakirlerin umutsuz (“kendilerini olduğundan daha az önemsemek”) ve hasut hissetmesine yol açarken zenginlerin kibir (“kendilerini olduğundan daha çok önemsemek”) ve acıma duygularını hissetmesine yol açıyor. Spinoza’ya göre benlik algılarımız ve diğer insanlara ilişkin algılarımız, kendimizin ve başkalarının sahip olduğunu algıladığımız değere verdiğimiz duygusal tepkilerle doğrudan şekillenir. Paranın değer ölçüsü olduğu ve insanlar arasında dengesiz dağıldığı bir toplum, zengin ile fakir arasındaki uçurumun açıldığı bir toplumdur. Bu uçurum hem sosyoekonomik hem de duygusaldır. Zengin ve fakir farklı, hatta bazen zıt duygulara sahiptir ve bu durum da Spinoza tarafından tehlikeli olarak addedilmiştir. Kendilerini farklı hissedenlerin, benzerlikleri görmeleri veya yardımlaşmanın faydalarını fark etmeleri pek olası değildir.

Spinoza, özgür olduğumuza inandığımız için olumsuz hislerin ve yanlış anlaşılmaların gittikçe kötüye gittiğini vurgular. Yani başkalarını, başarılarının ya da başarısızlıklarının özgür ve bağımsız failleri olarak düşündüğümüz ölçüde, onları kendi kıskançlık ve acımamızın özgür ve bağımsız sebepleri olarak görürüz. (Buna karşın başkalarının başarılarını sağlayan şeyi çevre koşulları olarak düşünürsek duygularımızı daha yumuşak biçimde hissederiz, çünkü bu durumda duygular daha karmaşık sebeplere atfedilir ve böylece dağılırlar). Benzer şekilde kendimizi özgür bireyler olarak düşünürsek kendi durumumuzla ilgili hislerimizin tek sebebinin kendimiz olduğunu düşünürüz ve bu da gururumuzu ya da umutsuzluğumuzu daha da kötüleştirir. Kısır bir döngüye gireriz. Para odaklı toplumlar, zengin ve fakir arasındaki toplumsal ve duygusal ayrışımlara yol açar ve bu da söz konusu ayrışmaları daha da kötüleştiren bireysel davranışlara ve kişisel sorumluluk inancına sebep olur.

Hume gibi Spinoza da düşünce ve davranışlarımızın bütünüyle diğer düşünce ve davranışlar tarafından belirlendiğine inanır. Dışarıdan etkilerin sebep olmadığı seçimler yapma kapasitesi bakımından “iradelerimiz” esasında “özgür” değildir. Ethica’da Spinoza, özgür iradeye sahip olduğumuz inancında olduğumuzu söyler, “çünkü iradelerimizin ve iştahımızın farkındayız ve bir şeyleri istememize yol açan sebepleri, rüyalarımızda bile, düşünmüyoruz çünkü bu sebeplerden bihaberiz” der. Özgür iradeye olan inancımız niyetleri olayların sebebi olarak düşünmeye ve övgü ve suçlamayı buna göre paylaştırmaya dair güçlü bir eğilim verir. Zengin ve fakirin aynı koşullar altında farklı hissettiği, duygusal açıdan bölünmüş bir toplumda, bu grupları kendi kötü duygularımızı doğuran olaylardan sorumlu tutmamız şaşırtıcı değildir.

Güncel iki örneği ele alırsak: Brexit referandumunun sonucu neredeyse herkes tarafından modern küresel kapitalizmin “geride bıraktığı” kişilerin gücenmiş iradelerine atfedildi. Grenfell Kulesi yangınından, bu felakete yeterli tepkiyi veremediği için azarlanan “zengin” yerel konseyin muhafazakâr liderleri sorumlu tutuldu. Her iki örnek de oldukça yanıltıcı olmakla beraber duygusal açıdan daha az dokunaklı, daha karmaşık nedensel hikayeleri maskelemektedir. Referandumda oy verme örüntüleri gelirle değil, daha ziyade yaş, eğitim düzeyi ve kişinin beklentileriyle ilgili duygularıyla ilgiliydi. Daha yaşlı, daha az eğitimli ve geleceğe dair umutsuz olmak, kişinin ekonomik durumuyla karmaşık yollardan bağlantılıdır elbette, ancak yoksullukla doğrudan bağlantılı değildir. Benzer şekilde Grenfell Kulesi yangını için “zenginleri” suçlamak da tartışmalıdır. Felaketle ilgili soruşturma devam ederken Andrew O’Hagan’ın London Review of Books dergisinde yayımlanan titizlikle hazırlanmış makalesinde, yangının sebeplerinin büyük olasılıkla -Başbakan Blair döneminde güvenlik denetimlerindeki serbestleştirme ve kemer sıkma politikalarının yol açmış olabileceği kaynak azalmalarından doğan- acil servisler arasındaki ciddi iletişim başarısızlıklarını içerdiğini ortaya koydu. (O’Hagan aynı zamanda yangın sırasında ve sonrasında konsey liderlerinin ve personelinin örnek niteliğindeki kamu hizmetini de belgeler.) Bu korkunç olayın sebepleri hem ekonomik hem sosyal hem de politiktir ve tek bir grup insanın niyetlerine, eylemlerine veya başarısızlıklarına atfedilemez. Ancak medya duygusal dokunaklılığı sever ve bu tür olayların yarattığı duygusal yıkımın ortasında doğru olduğunu “hissettiğimiz” anlatıları teşvik eder: nedenselliği basitleştiren, özgür iradeli “zengin” ve “fakir”lere atfedilebilen anlatıları.

Hume bize inancın, bir algının doğruluğuna dair hayalgücüyle uydurulandan daha güçlü ve daha canlı bir duygu olduğunu söyler. Artık bir şeye inanmanın ya da bir şeyin doğru olduğunu hissetmenin, bilinçsizce aşılandığımız fikir ve görseller tarafından gelişigüzel bir şekilde harekete geçirilebileceğini biliyoruz. Parayla kuşatılmış toplumlarda yaşadığımızı ve (topyekun bir devrim dışında) bu ortamdan çıkış yolu olmadığını bilmek, kendimizi (toplumsal varlıklardan çok) bireyler olarak gördüğümüz ve olayların (karmaşık sebeplerden ziyade) kişisel tercihlere atfedilebilir olduğunu düşünmeye yatkın olduğumuz anlamına gelir. İçinde bulunduğumuz karmaşık durumu anlarsak içinden çıkmanın yolunu daha rahat bulabiliriz. Daha rasyonel düşünmeyi sıklaştırmaya çalışarak duygusal bölünmenin üstesinden gelebiliriz. Bir durum hakkında nasıl hissettiğimizin, karmaşık ekonomik, toplamsal ve tarihi sebeplere bağlı olduğunu, yani duygularımızın bizi etkileyen şeylerin ağırlığına karşı karışık bir tepki olduğunu ve büyük ölçüde bize ait olmadığını akılda tutmak başlangıç için yardımcı olabilir.

 

Orijinal Başlık: Our Feelings are Not Our Own
Yazar: Beth Lord
Türkçeye Çeviren: Beyza Aslıhan Güngör
Editör: Bekir Demir