Demo v1.0

21 Kasım 2024, Perşembe

Beta v1.0

Gezegensel Olanı Siyasallaştırmak: Yeni Bir Ekolojik Pusula

Toprak bütünlüğü, özel mülkiyet, sınırsız büyüme, risk yönetimi, demokratik meşruiyet; tüm bu kavramlar dünyanın istikrarlı, değişmez ve sınırsız kaynaklarla kutsanmış olduğunu varsayan bir siyasi tahayyül içinde üretilmişti. Artık küresel siyaset bu varsayımların çöküşüyle karşı karşıyadır.
Çeviren:
Sena Yaren Topal
Kaynak:
The Philosopher

Bazen antroposen olarak da tanımlanan küresel kriz, insanlık tarihinde yeni bir aşamayı ifade ediyor. İnsan yaşamının maddi ve ekolojik koşulları öylesine değişmiştir ki, geleneksel siyasi kategorilerimiz artık miadını doldurmuştur. Toprak bütünlüğü, özel mülkiyet, sınırsız büyüme, risk yönetimi, demokratik meşruiyet; tüm bu kavramlar dünyanın istikrarlı, değişmez ve sınırsız kaynaklarla kutsanmış olduğunu varsayan bir siyasi tahayyül içinde üretilmişti. Artık küresel siyaset bu varsayımların çöküşüyle karşı karşıyadır.

Siyasi ve ekolojik eylemlilik arasındaki bağlantı, önceleri tahayyül edilemeyeceğimiz kadar hızlı değişmektedir. Modern siyasi ütopya, toplum mühendisliği ile dünya yaratımı arasında uyumlu bir ilişkinin mümkün olduğunu cepte görüyordu; siyasi özerklik arayışı ile daha güvenli ve daha üretken bir dünyanın inşasının el ele gitmesi gerektiği kabul görüyordu. Ancak sivil toplumun, kendi ihtiyaçlarının ve iç mücadelelerinin tanınması yoluyla inşa edildiği ve tüm bunların üretkenliğin sürekli olarak artırılmasıyla desteklendiği fikri artık bir tartışma konusu. Kapitalizm beraberinde ekolojik duyarsızlığı, verimsiz üretim biçimlerini ve bilimsel bilginin dolaşımına çıkar gruplarının müdahalesini getirmiştir. Bunlar gezegeni istikrarsızlığın sınırlarına itmiştir. “Sonsuz sınır” fikri artık tarihin tozlu raflarında kalmıştır.  Bu, tarihin “bittiği”, “dünyanın sonunun yaklaştığı” anlamına gelmez. Daha ziyade, modern kategorilerimizi ve siyasi beceriler yelpazemizi gözden geçirmekten başka seçeneğimiz olmadığı anlamına gelir. Kendi tarihimizi yazmak artık farklı bir anlam kazanmalıdır.

Yepyeni siyasi kategoriler inşa etme girişimleri, örneğin doğaya kişilik atfedilmesi, teorik olarak biraz ilgi çekse de anaakım söylemin merkezinde yer bulamamıştır. Ekolojik mücadeleye yücelik duygusu katan (Kenneth Boulding tarafından 1960’larda dile getirilen) “gezegenin bilinçli yönetimi” gibi kavramlar kulağa eski bir çağdan kalma gibi geliyor. Benzer şekilde, maddi sınırların kabul edilmesi için güçlü bir kolektif süperego ve temel oluşturacak küresel bir çevre bilincinin geliştirilmesi de aynı derecede eski moda görünmektedir. Mevcut iklim tartışmaları; uluslararası hukuk ve diplomasi otoritesi, piyasa ve devlet müdahalesi arasındaki denge, vergilerin ve kamu seferberliklerinin etkisi altındadır. Ticaret ve sanayi politikaları, teknolojik inovasyon ve hangi sınıfın dekarbonizasyonda çıkarı olduğuyla ilgilidir.

İlk küresel alarm döneminde öngörülen simbiyotik toplum (yani insanlık ve doğa arasında saf bir uyum fikri) ve daha genel olarak politik ekolojinin karşı kültürel kökleri artık tartışmanın bir parçası dahi değildir. Bugünlerde tartışma, ekonomik büyüme ile sera gazı salımları arasındaki dengeye, küresel karbon bütçesini aşmadan kalkınma ihtiyacına doğru kaymış durumda. Etik ve siyasi kategorilerimizi yeniden keşfedecek zamanımız yok, bu yüzden kısmen eskimiş olduğunu bildiğimiz entelektüel ve pratik bir mirasla yetinmek zorundayız. Bu yaklaşımın belirleyici bir avantajı, el altında hazır olmasıdır.

Gezegenimizin zamanı siyasi zamandan daha hızlı akıyor ve ekolojik değişime ayak uyduramamamız, hem geçmişten miras kalan hem de yeni gelişmeleri beraberinde getiren derme çatma icatlara yol açıyor. Siyasi müdahaleler devam ediyor. Kriz, ortak holosenik kavramlarla (yani çevresel olarak görece daha istikrarlı olan eski jeolojik dönemde oluşturulmuş kavramlarla) tamamen kavranamayacak kadar büyük, ancak o kadar hızlı hareket ediyor ki kendimizi geçmiş deneyimlerle (genellikle savaşlarla) analojiler kurarken buluyoruz.

Ekolojistler çoğu zaman, iklim felaketinin farkına varılmasının, doğanın asli bir mal olarak görülmesiyle birleştiğinde, toplumsal öznelliklerin ve kurumsal çerçevelerin yeniden inşası sürecini harekete geçirmek için yeterli olacağını varsaymışlardır. Bu sırada, siyasi liberaller çok kısıtlı ve tarihe son derece duyarsız bir ampirik-normatif zemini mesken tuttular: çoğulcu liberal demokrasiler çerçevesinde temel hakların genişletilmesi üzerine düşünceler söylemde hala önemli bir rol oynuyor; kişisel haklar ve sosyal haklar, özgürlük ve eşitlik arasındaki denge siyaset felsefesinin merkezinde kalmaya devam ediyor; ve teori, belirli demokratik taleplerin toplumsal çözülmeye yol açıp açmadığı veya İnsan Hakları paradigmasının hâlâ özgürleştirici bir potansiyele sahip olup olmadığı üzerine odaklanıyor. Sonuçta neden özgürleşme tarihi, hak temelli bir toplumun kendini inşası, şiddetin defedilmesi ve tahakküme karşı direnişin şanlı anısı sırf çöp kutuları dolup taşıyor ve Alpler’de daha az kar var diye yeniden biçimlendirilsin ki?

Mesele sadece ana akım siyaset felsefesinin ekolojik sorunuyla yeterince ilgilenmemesi değil, aynı zamanda kendini istemeden evrenselleştirdiği çok tekil bir ekolojik bağlamla bağlantılı ön kabullere hapsetmiş olmasıdır. Bu bağlam, sınırsız büyüme ve verimlilik artışlarının barış ve demokratik istikrar için gerekli olduğunun peşinen kabul edildiği 1945 sonrası dönemdir. Bu durum, Stefan Eich’ın Rawls’u “bir tanrıbilim olarak büyüme”nin düşünürü olarak yorumladığı son çalışmasında harika bir şekilde gösterilmiştir: yani sosyal adalet için temel koşulların maddi kalkınmaya doğru engelsiz bir yürüyüşle sağlanacağı fikri. Çağdaş siyaset teorileri demokratik alanı sürekli olarak iç çelişkilerin (bireycilik, toplumsal parçalanma, otoriterliğin geri dönüşü) tehdidi altında tasvir ederken, aslında en ciddi tehdit dış çelişkilerden (örneğin kirlilik, biyosferin çöküşü, ekolojik risklerin toplumsal dağılımı) ve küresel seçkinlerin bu çelişkilerin sonuçlarını örtbas etme çabasından kaynaklanmaktadır. Mesele, demokrasinin kendisine açıkça belirlediği düşmanları kontrol altına alamaması değil, şimdiye kadar dost zannettiği yeni bir düşman tarafından gafil avlanmasıdır; tanrıbilim olarak büyüme.

Tüm siyaset felsefesi sembolik mübadeleyle, yani doğanın evcilleştirilmesiyle ortaya çıkan artık zaman ve güç ile ne yaptığımız ve bunu nasıl dağıttığımızla ilgilenir. Bu bağlamda, siyaset felsefesi, tarihin sınırlarımızdan ilerici bir şekilde kurtuluş olarak anlaşılan hareketinin ayrılmaz bir parçasıdır; nesnesini geçim kısıtlamalarının ötesinde, zorunluluğun ötesinde tanımlar. Bu açıdan bakıldığında, ekolojik kaygılar bizi doğrudan geçim sorunlarına geri götürüyor gibi görünüyor. Ancak Malthusçu ve Neo Darwinist geçim takıntısı ile kaynaklar, topraklar ve bilimsel bilgi ile olan kolektif ilişkimizin siyasi olduğu fikri arasında büyük bir fark vardır. Gezegen siyaseti bizi geçim, toprak, bilim ve genellikle tarlalarda çalışmayan ve dünyayla fiziksel olarak ilişki kurmayanlar tarafından yürütülen ve geliştirilen normatif alan arasındaki çoğu zaman unutulan bağlantının izini sürmeye zorluyor.

Fransız tarihçi Marcel Gauchet, 1990 yılında Le Debat‘ta yayımlanan “Sous l’amour de la nature, la haine des hommes” başlıklı makalesinde, doğa sevgisinin ardında insansoyuna duyulan nefretin yattığını yazmıştır. Bu acımasız ifadenin en azından net olmak gibi bir faydası vardır. Liberal ve sosyalist felsefelerin ortak bir varsayımını açıkça ifade eder; siyasi düşüncenin kaygıları ile teknolojinin sonuçları (ki bunlar en iyi ihtimalle mühendislerin meselesidir, en kötü ihtimalle de demokratik idealin ayaklar altına alınmasıdır) arasında bir uyumsuzluk vardır. Günümüz entelektüel ve politik dünyasında çok az kişi ekolojinin demokratik sürecin altını oymak için tasarlanmış bir manevra olduğunu söyleyebilir (ya da söylemeye cesaret edebilir), ancak bunun tam tersini de, gezegensel ve politik olanın aynı ampirik ve normatif kapsama sahip olduğu fikrini tam olarak kabul etmiş değiliz.

“Otantik” siyasi düşünce ile ekolojik kaygılar arasındaki uyumsuzluk artık savunulamaz. Bununla birlikte, ikisi arasındaki uçurum henüz kapatılamamıştır. Ekoloji sıklıkla vitalizme veya biyofiliye (yani tüm canlılara eleştirel olmayan bir hayranlık) geri dönerken, siyaset felsefesi modern demokratik toplumların önceden var olan kuralları yeni bir nesneye basitçe uyarlamadan (örneğin kurumsal çevresel sorumluluk fikriyle) gezegensel düzeyde nasıl etkileşime girebileceğini anlamakta zorlanmaktadır. Bir diğer strateji (ki bence daha ikna edici değil) ilerlemeci felsefeleri eleştirmek ve geçmişte karşı devrimciler tarafından formüle edilen uyarıları az çok tekrarlamaktan ibarettir: maddi ilerleme ancak topluluğun çözülmesi, sosyal uyumun kaybolması ve teknolojinin gayriinsani güçlerine terk edilmesiyle eş anlamlı olabilir. Bu görüşe göre, krize verilebilecek tek olası yanıt, ekolojik kısıtlamaları otoriter ve muhafazakâr yönetim ilkeleriyle tek potada eriten bir siyasi doğalcılığın yeniden etkinleştirilmesi olacaktır. Otoriterliğin yeniden canlanması korkusu böylece haklı çıkmış olacak ve ekoloji sorununu özgürlükçü düşünceyle eleştirel bir süreklilik içinde inşa etme girişimlerini de süpürecektir.

Siyaset ve ekolojiyi birbirinden ayrı tutmak mümkün olmayabilir, ancak bir köprü kurmak çok fazla entelektüel risk almayı gerektirecektir. Klasik çevreciliğin kendisini siyasallıktan ari tutma girişimleri bu sorunla başa çıkmanın bir yoluydu. Gezegeni kurtarma görevinin emek-sermaye meselesinin ötesinde, sınıf yapısının ötesinde, her türlü örgütlü siyasetin veya çıkarların ötesinde olduğu görülüyordu: hayatta kalma söz konusu olduğunda, yapmamız gereken tek şey “bilimi dinlemek” ve “çocuklarımızı düşünmek”tir. Tüm bunlar siyasetin zorluklarından kaçmanın bir yoluydu. Aynı şey, ekolojiyi yeniden siyasallaştırmaya yönelik bazı güncel girişimler için de söylenebilir. Kapitalizm ile küresel sınırların aşılması birbirine ayrılmaz bir şekilde bağlıdır, ancak piyasanın egemenliğinin üstesinden gelmek için verilen kitlesel mücadele de büyük ölçüde karbona bağlıdır. İster savaş sonrası verimlilik politikalarının mümkün kıldığı maddi refahı, ister kitle demokrasisi ile fosil altyapılar arasındaki yakınlığı düşünelim, sosyalist karşı hareketin tarihi ve entelektüel yapısının teknolojik modernitenin bir yan ürünü olduğu ve bu tarihsel arka planın karbon-sonrası ilerici bir koalisyonun olasılıklarını hâlâ kısıtladığı fikrini kabul etmek zorundayız. Nasıl ki kapitalist tahakküme karşı mücadele ile karbon yoğun üretim ve yaşam biçimlerinden kurtuluş arasında kendiliğinden bir uyum yoksa, aynı şekilde uluslararası güvenlik ile karbondan arınma arasında da kendiliğinden bir uyum yoktur.

Ekolojinin siyasallaşması, toplumsal mücadelelerin, çıkar ittifaklarının, güç yapılarının ve demokratik meşruiyetin hızla ilerlemesi anlamına gelmektedir ve bu her zaman doğru yönde olmayabilir.

***

Gezegensel olanın tamamen siyasallaşmasıyla birlikte ortaya çıkan çeşitli olasılıkları haritalandırmaya çalışalım. Amacım, gelecekteki siyasetin neye benzeyeceğine dair kapsamlı bir görüş sunmak değil, Kant’tan ödünç alırsak “kendimizi düşünmeye yönlendirmek”tir. Bu nedenle tipolojiden ziyade bir pusula kullanılmıştır. Bu pusula dört temel karşıtlık gösterir. Bunların her biri modern toplumlardaki siyasi çıkarları yapılandıran bir kutuplaşmayı temsil eder ve her birine çağdaş gezegen siyaseti tarafından meydan okunur.

İlk eksen olan evrenselcilik/gerçekçilik, gezegensel olanın siyasallaşmasının, ulusal yetki alanları arasındaki çıkar farklılıklarını aşan ve yeni bir evrensel imgesi inşa etmek için başvurulabilecek küresel, bütüncül bir varlığın ortaya çıkışıyla el ele gittiğini göstermektedir. Savaş sonrası liberal çevrecilik bu şekilde tasarlandı (önce BM, ardından BMİDÇS (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) ve Taraflar Konferanslarında). Küresel ekosistemin unsurlarının karşılıklı bağımlılığı, uluslararası ilişkilerdeki anarşinin üstesinden gelebilecek ve tek taraflı çıkarlara karşı ortak yararı koruyabilecek yönetim organlarının varlığını gerekli kılmaktadır. Tersine, global evrenselciliğin yalnızca idealist bir soyutlama olduğu ve gerçek iktidara sahip tek siyasi organın kendi çıkarları doğrultusunda hareket edenler olduğu düşünülebilir. Örneğin, Çin ve ABD (ve daha az ölçüde AB) arasında enerji dönüşümü pazarlarını ve kârlarını ele geçirmek için verilen ekonomik ve ticari rekabet ve aynı zamanda felaketlerden en çok etkilenen yoksul ülkeler uluslararası dayanışma çağrısında bulunduğunda baş gösteren siyasi egoizm bunu göstermektedir.

İkinci eksen, dışlayıcı/kapsayıcı, iklim krizi dönemi sınıf politikalarıyla ilgilidir. Ekonominin karbondan arındırılmasının ağır bir maliyet/yatırım gerektirdiği kabul edilirse, bunu üstlenmek zorunda kalacak sosyal grupları göz önünde bulundurmak gerekir. Özel (ve kamusal) servet ve bütçe kapasitesine binecek bu potansiyel yük, önceden var olan çevresel eşitsizlikler gerçekliğine eklenir; kaliteli bir çevreyi sosyal bir ayrıcalık haline getiren sosyoekonomik dinamikler nedeniyle çevresel risklere ve felaketlerin bedelinin en kırılgan sosyal gruplar için daha da ağırlaştığını biliyoruz. Bu nedenle yeşil politikanın önündeki güncel zorluklardan biri, en kırılgan grupları koruyan ekonomi politikalarıyla bu eşitsizlikleri telafi etmek ya da onları dönüştürülmüş bir üretim ve çalışma organizasyonundan yararlanacak bir konuma getirmektir. Birinci eksen esasen jeopolitik, ikincisi ise sosyolojiktir.

Üçüncü eksen olan bilim/karar, iklim krizine karşı mücadele etmek için harekete geçirilen prosedürlerin doğasıyla ilgilidir. Bir yanda vazgeçilmez bir enformasyon ve bilgi kaynağı, diğer yanda siyasi müdahaleler için bir meşruiyet kaynağı olan “bilim”. Bilim, yeni enerji sistemlerinin (örneğin rüzgâr ve güneş), yeni enerji dağıtım biçimlerinin (akıllı şebekeler) ve hatta belki de atmosferik karbonu yakalamaya yönelik tekniklerin (jeomühendislik) geliştirilmesi yoluyla insan üretkenliğini yeniden tanımlayacak bir projenin inşasında yer almaktadır. Bilim temelli eylemin önemli bir özelliği, çıkar çatışmalarını ve geleceğin trajedisini çözme iddiasında olmasıdır: bilim, sorunları ortadan kaldıran bir potansiyel olarak sunulmaktadır. Bu görüşe karşı, yeni teknolojilerin sorunu sadece hafifletebileceği ve bu nedenle siyasi kararlara ihtiyaç duyulacağı ileri sürülebilir: çatışan çıkarlar arasında hakemlik yapan, kazan-kazan sonucunu garanti etmeyen, iklim ikileminden kurtulmaya çalışmak yerine bu ikilemin içine dalmış kararlar.

Son olarak, yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya süreçleri karşılaştıran bir eksen çizilebilir. Bu eksen iklim ve demokrasi arasındaki bağlantıyla ilgilidir. Daha önce de belirtildiği gibi, yeşil siyasetin en acil konularından biri, fosil yakıtların ortadan kaldırılması konusunda birleşen ve güç yapıları üzerinde faydalı bir baskı uygulayan ittifakların kurulmasıdır. Ancak neoliberalizm ve demokratik normların aşınması bağlamında, siyasi elitler genellikle çoğunluğun iktidarından kaçtığı için kitle siyaseti fikri sorunlu hale gelmektedir. Aynı zamanda, küresel politikaların inşasının (Daniela Gabor’un yakın zamanda ifade ettiği gibi) “devrimci olmayan bir devrim” şeklini alıp almadığı merak edilebilir. Mühendisler, avukatlar, bilim insanları ve bazı sanayi elitleri gibi kilit meslek gruplarının desteğiyle finans, merkez bankacılığı ve uluslararası ticaret kurallarını yeniden tanımlayarak yeşil bir neo-Keynesçiliğin çerçevesini belirlemeye çalışan ilerici bir elitin ortaya çıkışına tanık oluyoruz. Seçkinler arasındaki bu sorumluluk duygusunun korkudan mı yoksa saf çıkarlardan mı kaynaklandığına bakılmaksızın, bu durum yeşil seçkinlerin kendisini aşan bir siyasi dönüşüm potansiyeli olmaya devam etmektedir. Buradaki mesele, çoğunluk ile iktidardaki azınlık arasındaki bağın küresel kriz bağlamında nasıl dönüşebileceğini anlamaktır.

Elbette bu eksenlerin her birinde orta yolu tutmak mümkündür. Birincisi ile ilgili olarak, Çin’in iklim konularındaki realist tutumu -yani Çin Komünist Partisi’nin enerji dönüşümünü öngörerek kendi çıkarlarını gözetme ve iç ideolojik hegemonyasını sürdürme arzusu- sadece sorumlu olduğu sera gazı emisyonlarının devasa ağırlığı nedeniyle evrensel bir öneme sahip olarak görülebilir. Benzer şekilde, bilim ve karar, kolektif irade ve seçkinlerin hareket geçirilmesi arasında ara pozisyonlar öngörebiliriz. Öte yandan yatay eksen, geçişin kapsayıcı ve dolayısıyla adil karakterini en üst düzeye çıkaran bir pozisyona hükmediyor gibi görünüyor, ancak egemen çıkarları iklim politikalarının yıkıcı potansiyelinden izole etmek için birçok siyasi strateji gelişiyor.

Bu pusula, kesin bir teorik sentezden ziyade sezgisel bir araçtır. Bununla birlikte, modern toplumları yapılandıran tüm büyük siyasi ikilemlerin iklim krizi ile daha da kötüleşebileceğini anlamamızı sağlar. Jeopolitik dengelerden demokratik kurumlara, eylem için meşruiyet kaynaklarından yeniden dağıtım politikalarına kadar, ilk bakışta ekolojik sorundan kopuk gibi görünen tüm bu sorular, mevcut gezegensel olay tarafından alt üst edilmiştir.

 

Orijinal Başlık: Politics
Yazar:
Pierre Charbonnier
Türkçeye Çeviren:
Sena Yaren Topal
Editör:
Uğur Şen
Redaksiyon: Bekir Demir