Dehümanizasyon veya gayriinsanileştirme, “öteki” olarak tanımlanan insanları insanlıktan çıkarma, “daha-az insan” veya “insan-dışı” olarak nitelemeyi ifade eder. Bu niteleme, gücünü ırkçılıktan alan ve kurgusal bir hiyerarşiye dayanan aşağılayıcı bir kategorizasyon sürecidir. Sadece soyut bir kategori değildir, şiddet eylemlerine sevk edecek ve bunu yapma gerekçelerinin meşruluğuna ikna edecek derecede psikolojik bir fenomendir. Kitlesel şiddetin, linçin ve hatta soykırımın tetikleyicisidir, aksi halde nasıl bu kadar gayriinsanileşebilirdik ki?
New England Üniversitesi felsefe profesörü David Livingstone Smith, On Inhumanity kitabında dehümanizasyon kavramına odaklanır. Smith, henüz çok erken yaşlarda dehümanizasyona tanık olmuş ve insan hayatı üzerindeki etkilerini yakından tecrübe etmiştir. Annesi güvenli bir sığınak arayan Yahudi bir aileden gelirken babası ırkçılık karşıtı Hristiyan bir papazdır. Gerek kendi ailesinin deneyimleri gerek henüz daha küçük yaşlarda siyahlara yapılan ayrımcılığa tanık olması onu dehümanizasyon konusunda hassas kılmış ve savunmasız azınlıkların sesi olmaya adanmış bir akademik kariyer planına yönlendirmiştir. Kitabında; linç, zulüm, katliam, aşağılama, küçümseme gibi farklı şekillerde kendisini gösteren dehümanizasyonun sadece cahillikle, hoşgörüsüzlükle veya kapalı bir zihne sahip olmakla ilişkilendirilemeyeceğini ortaya koyması dikkate değerdir. Ancak esaslı noktalardan birisi şurasıdır: Ahlaki bir sorumluluk olarak, tüm dikkatimizle tetikte olmamızın dehümanizasyona direnişin ilk basamağıdır. Smith, dehümanizasyon eğilimi gösteren tutumlara direnmenin ahlaki birer özne olarak her insanın görevi olduğuna sıklıkla vurgu yapar. Ona göre bir şiddet türü olarak dehümanizasyonu yalnızca, organize olmuş bir kötülük olarak kabul etmek hatalıdır, bilakis bireysel hayatlarımızın bir parçası olarak kendisine yer edinmiştir. Smith dehümanizasyonu, dehümanizasyonu, örnekler üzerinden, kişiyi değersiz kabul etmek, küçümsemek, itibarına saldırmak, şeytanlaştırmak ve cansız nesneler (inanimate objects) olarak kabul etmek şeklinde tanımlanır.
Dehümanizasyon ile iki açıdan savaşılacağına dikkat çeker; öncelikle insanın diğer insanları dehümanize etme kabiliyetini göz önüne almalıyız, ikincisi ise sosyal ve politik yöndür. Her iki yön birbiriyle sıkı sıkıya örülmüştür. İdeoloji ve propagandanın insan psikolojisini dönüştüren etkisini göz önüne almamız gerekmektedir. Bununla beraber Smith’in özellikle vurguladığı ve bizce de hayli önemli olan bir husus vardır1David Livingstone Smith, On Inhumanity (New York: Oxford University Press, 2020), 6.:
Dehümanizasyonu ortadan kaldırmak istiyorsak, insanların (tüm insanların) diğerlerini insandan daha aşağı seviyede görmelerini neyin mümkün kıldığını anlamamız hayati önem taşımaktadır. Ancak tam tersi bir eğilim de vardır. Dehümanizasyon sürecini büyüteç altına almak yerine, diğer insanları dehümanize edenleri şeytani canavarlar olarak (dehümanize ederek) cezalandırma ve böylece, mücadele etmeye çalıştığı düşünce biçimine kapılma eğilimi de var. Diğer insanları canavar olarak tanımlamak, sorunun önünde ciddi biçimde engeldir. İnançları ve eylemleri ne kadar iğrenç veya yıkıcı olursa olsun önemli değil. Canavarlar kurgusaldır, ancak dehümanizasyon gerçektir ve çoğunlukla failleri senin ve benim gibi sıradan insanlardır.
Olumsuz bir eylemin, kötülüğün zararını kabul etmek ile kötülüğün tedavi edilmesi arasındaki ilişkinin onarılması gerektiğini de vurgulaması açısından Smith’in bu sözleri önemlidir. Çünkü “iyi”nin güzel eylem ve tutuma davet araçları, kolektif kötülüğün kıvılcımını harlamamalıdır. Bu paragraf bize Ömer Hayyam’ın bir beytini hatırlatır: “Bana kötü deyip kötülük edeceksen, ne farkın kalır benden?”
Dehümanizasyonun kanlı tarihine yakından baktığımızda, Ruanda Soykırımı sırasında Hutular, propagandalarında Tutsileri hamamböceği ve yılan olarak nitelendirmiş ve öldürdükleri insanları bir “insan” olarak kabul etmediklerini açıkça ifade etmişlerdir. Katiller ile kurbanlar arasındaki ilişkiyi çarpıcı bir şekilde işleyen Smith, öldürülen insanların öldüren insanlardan farkı olmamasına rağmen, bu aşağılayıcı propagandanın nasıl yıkıcı bir güce ulaştığını belirtir. “Soykırım, dehümanizasyonun en rahatsız edici düzeyidir. Mükerrer ve düzenli bir model olarak iş görür.”2Livingstone Smith, On Inhumanity, 10. Bununla beraber, toplumlarda kendini gösteren her dehümanizasyon kendi iç dinamiklerine de sahiptir ve tanık olduğumuz üzere dehümanizasyon tarihin tozlu sayfalarında rastlanan örneklerden ibaret değildir. Küresel iklim krizinin ve kandan beslenen düzeninin giderek artan sayıda insanı, mülteciye dönüştüreceği bir dünyada belki de yaşayan en diri şeylerden birisidir gayriinsanileştirme.
Dehümanizasyon sadece soykırımı besleyen bir unsur değildir, savaş zamanlarında “düşman” olarak yaftalananlara yönelik propagandayı da besler. Bir insanı, diğer insanı öldürmeye ikna eder ve bunu yaparken, insanın psikolojik zırhından içeri sızar; dünyayı kurtarmak ve özgürlüğü sağlamak isteyen bir insan, “düşmanı” gayriinsanileştirerek, kendi sözde kutsanmış savaş hakkını, vicdanı susmuş bir şekilde eyleme döker. Vietnam savaşından örnek verir Smith3Livingstone Smith, On Inhumanity, 14.:
Vietnam Savaşı gazisi Stan Groff’un belirttiği üzere, düşmanın dehümanize edilmesi, öldürme gibi korkunç işlerde yardımcı olur. Savaş deneyimlerini tartışırken, ‘…yaptığımız şeyleri yapmadan önce kurbanlarımızı insan olarak görmeyi bırakmak zorundaydık…’ diyor.
Dehümanizasyon, kasıtlı bir aşağılama şeklinde tanımlanabileceği gibi gayriinsanileştirilen insanların cansız nesneler olarak görülmesi biçiminde de ifade edebilir. Ancak dikkat çeken şudur “Bir saksıyı küçük düşüremezsiniz”4Livingstone Smith, On Inhumanity, 18. çünkü cansız nesneler acı çekmez, üzülmez ve kendilerine saygı duymazlar. İlk tanımlama, insanların “nasıl” davrandığına odaklanırken, ikincisi insanlar “hakkında ne düşündüğümüze” odaklanmaktadır. Smith’e göre burada bir ayrıma gidilmesi gerekir, bir insana küçük düşürücü şekillerde davranmak ve onurunu kırmak dehümanizasyon değil, dehümanizasyonun etkisidir, bu bir semptomdur. Biz bir hastalığı tedavi etmek istiyorsak, semptomlara değil süreci yönlendiren unsurlara odaklanmalıyız. Küçümsemek ve aşağılamak dehümanizasyon değildir, dehümanizasyon bu yönüyle ırkçılık, kadın düşmanlığından, yabancı düşmanlığından, diğer önyargılardan ve baskı biçimlerinden ayırt edilmelidir.
Holokost özelinde ilerlersek, Yahudiler Avrupa’da varlığına izin verilen tek dini azınlıktı. Hristiyan misyonerler, dini azınlık grupları ile karşılaştıklarında onları genellikle ya dönüştürmüş ya da katletmişlerdi. Dehümanizasyon, ırk kavramı ile iç içedir. Holokostun temelini Yahudilerin, subhuman (alt-insan) olarak tanımlanması ve sözde-insan olarak kabul edilmesi hazırlamıştır. Naziler, Yahudileri, her şeyi yok etmeye kararlı kötü niyetli varlıklar olarak gösteriyorlardı. Bir diğer tarihsel örnek ise Amerikan İç Savaşı esnasında siyahlara uygulanan linçtir. Çoğunlukla linç girişimlerinin doruk noktasında siyah insanlar, diri diri yakılırdı, ki bu olaydan barbekü olarak bahsedenler vardı. Korkunç değil mi? Linç olayları herkese açıktı ve seyircilerin eşliği ile şenlik havasında etkinliklerdi. Peki bu denli “gayri insani” eylemlerin gerçekleşmesini mümkün kılan psikolojik zemin ne olabilir?
Dehümanizasyon en çok ırkçılık ile bağdaştırılmıştır. Irkçılık hakkında konuşmanın ise birden fazla ifade yöntemi bulunur, insanlar “etnik köken”, “kültür” gibi kelimeleri ırklarına referansla kullanırlar. Ancak doğada ırkı yoktur. Doğal türler, insan yaratımı olmaktan ziyade doğada, “dışarıda” var olan şeylerdir. Fizikçilerin tanımladığı kimyasal elementler doğal türlerdir. İnsanların ürettiği yapay türler de bulunur, araba türleri, gün türleri, para türleri gibi. Eğer insanlar olmasaydı Cuma günleri olmazdı. Ama H2O var olmaya devam ederdi. İnsanların tanımladığı bazı türler, bütünüyle kurgusaldır, Hobbitler gibi. Peki ırklar, doğal türler midir yoksa kurgusal türler mi?
İnsanlar genellikle ırkları doğal türler olarak kabul ederler. Bu özcü bir yaklaşımdır ve fizikteki element fikrinin bir yansımasıdır. Öyle ki “…ırk anlayışına göre, her ırk için, kişinin ‘içinde’ yer alan ve yalnızca o ırka ait olan bireylerin sahip olduğu derin tanımlayıcı bir özellik (atom numarasının ırksal eşdeğeri) vardır. Bu ırksal özün, o ırkın üyelerinin daha yüzeysel, gözlemlenebilir özelliklerini belirlediği söylenir: nasıl göründükleri, nasıl düşündükleri ve nasıl davrandıkları.”5Livingstone Smith, On Inhumanity, 38. Ancak, ırkların özleri diye bir şeyden söz edemeyiz. Biz sadece öyle olduklarını hayal ederiz, yani bu hayalgücümüzün güçlü bir yanılsamasıdır sadece.
Irk kavramı var olduğu sürece dehümanizasyon kapıda bizi bekliyor olacak, çünkü “Irkçılık, ırkların var olduğuna ve bazı ırkların doğası gereği diğerlerinden üstün olduğuna duyulan inançtır.”6Livingstone Smith, On Inhumanity, 45. Bununla beraber, ırkçılığın duygu durumları üzerinde etkisi farklılık gösterebilir. Örneğin Amerikalı köle sahipleri ırkçıydı ancak, hayvanlardan ve tarım ekipmanlarından nefret etmedikleri gibi kölelerden de nefret etmiyorlardı. İnsanlar, nefret söylemi ile ilişkilendirmeksizin de ırkçı olabilir. Olağan haliyle, ırk kavramı bir hiyerarşi ve tahakküm ürünüdür. Dehümanizasyon, steroid olarak kullanılan bir ırkçılık türüdür.
Irkçılık hakkındaki yerleşik inançlarımızı değiştirmek zor görünebilir. Bu konuda bilimden yardım alabiliriz. Smith ırk kavramına giriş yapmadan önce şu noktaya dikkat çeker: “Çoğu insan ırkın gerçek olduğunun apaçık olduğunu düşünüyor. Bunun nedeni, insan çeşitliliğine ırk kavramı merceğinden bakmaları ve merceğin konfigürasyonunu, mercekle gözlemledikleri şeyle karıştırmalarıdır.”7Livingstone Smith, On Inhumanity, 55. Ancak bilim insanları, ırkların insan icadı olduğunu düşünür. Elbette, bilim insanları ile insanların inançlarının zıt düşmesi alışılmadık bir sorun değil. Dünyanın uzayda asılı duran bir küre olduğu fikri belli bir dönemdeki insanlara gülünç gelebilirdi. İnsanların birer ırka mensup olduğu inancı “Bir argüman olarak ele alındığında, ‘Irk açıkça gerçektir! Etrafınıza bir bakın!’ ifadesi entelektüel açıdan şu ifadeyle aynı seviyededir: ‘Dünya açıkça düzdür! Etrafınıza bir bakın!’”8Livingstone Smith, On Inhumanity, 55.
Örneğin ten rengi üzerinden yapılan sınıflandırmada açık ve buğday ten rengine sahip insanlar arasında keskin bir ayrım yaparız. Ancak, “Renkler tamamen doğaldır ama aralarına çizilen sınırlar yapaydır. Açık ten nerede biter ve buğday ten nerede başlar?”9Livingstone Smith, On Inhumanity, 55. Çünkü insan, istediği yere çizgi çekebilir ve bunu bir kalıba, ölçeğe dönüştürebilir. Saç dokusunu, yüz morfolojisini kullanabilir. Bu görüşlerin tamamı “ırksal bir öz” olduğu görüşüne dayanır. Ancak bu görüş, kulağa ne kadar saçma gelirse gelsin, göründüğünden, duyulduğundan daha da saçmadır. Geçmişte, ırksal öz kan üzerinden tanımlanırken bugün yerini DNA’ya bırakmıştır fakat bu, kana dayanarak ırk icat etmek ile aynı düzeyde hatalı bir yaklaşımdır. Irklar arasında keskin genetik bir süreksizlik olduğu fikrine dayanır, ki bu tarihsel açıdan doğru değildir. Hayvan türleri arasında, alt tür ile üst tür arasında genetik farklılıklar mevcuttur. Ancak insanlar grupları için bu eşiği tanımlamak mümkün değildir. Herhangi bir insan alt türü yoktur. Bütün insanlarda genetik düzeyde neredeyse aynıdır ve değişikliklerden aleller sorumludur. Üstelik bu alellerin dağılımı da gündelik dildeki ırk kavramı ile senkronize değildir. Irk kavramı, hayalgücünün ne kadar güçlü bir etkiye sahip olabileceğinin kanıtı olarak varlığını sürdürür. Irkçılık hakkındaki görüşler genelde şüphecilikten uzak olup kanıttan ziyade inanma güdüsüne yaslanır. Yazar bu hususta şöyle söyler: “Hepimiz dehümanizasyon dürtüsüne karşı savunmasızız çünkü bunu mümkün kılan bir dizi güçlü psikolojik önyargıyla donatılmışız.”10Livingstone Smith, On Inhumanity, 69-70.
Peki bu önyargı niçin ve nasıl besleniyor? İnsanlar niçin ve neden daha yüksek ve daha düşük türde varlıkların olduğu inancına bu kadar inatla bağlanmış durumdadır. Türlerin hiyerarşik dağılımına dair geçmişten kalan, Büyük Varlık Zinciri (scala naturae) görüşü geleneksel bakış açıları üzerinde baskın şekilde etkili olmuştur. Arthur O. Lovejoy’a göre Büyük Varlık Zinciri, Platon ve Aristoteles’in yazılarından edinilen fikirlere dayanmaktadır. Lovejoy’a göre, bu görüş Ortaçağ boyunca devam etmiştir ve 19. yüzyılda bilimsel fikirlerin gelişmesiyle kaybolmuştur. Yazar, Lovejoy’a katılmaz, ona göre bu ifade, scala naturae görüşünün kalıcılığını hafife almaktadır. Büyük Varlık Zinciri görüşü, yayılmış ve kalıcı bir yer edinmiştir. Dahası bu görüş yalnızca Avrupa’da geçerli değildir. Küresel ölçekte kendisine yer edinmiştir. Darwinci devrimin ardından bir hayvanın diğer hayvandan üstün olduğuna yönelik hiyerarşik görüş ciddi biçimde sarsıldı, “Ancak Büyük Zincir hâlâ bizimle birliktedir ve düşüncelerimizi, davranışlarımızı ve sosyal politikalarımızı yapılandırır. O kadar kalıcı bir gücü vardı ki, bu konuda en yetkin olması beklenen profesyonel biyologlar bile kolaylıkla eski, bilim öncesi bakış açısına kayabiliyorlardı.”11Livingstone Smith, On Inhumanity, 80-81. Smith, Büyük Varlık Zincirinin ortaya çıkışını, yaşamak için avlanan ilkel atalarımızın öldürme eylemi ile kurdukları duygusal etkileşimin bir dışavurumu olduğunu iddia eder. Ona göre “Doğanın hiyerarşik olarak düzenlendiği ve bizim hayatlarımızın zincirin alt kısmındaki organizmaların hayatlarından daha önemli olduğu fikri bir yanılsamadır.”12Livingstone Smith, On Inhumanity, 86.
Dehümanizasyon veya gayriinsanileştirme konusunda elbette tek bir teorimiz yok, bazı teorilerin dehümanizasyonun nasıl işlediğine yönelik yaklaşımlarında uyumsuzluk var gibidir. Smith, öncelikle dehümanizasyonu bir tür insanları tanımada başarısız olma gibi ele alan teorilere karşı çıkar, ona göre bu hatalıdır. Bu yaklaşımın temel problemi, dehümanizasyonu ortadan kaldırmanın çok kolay olacağı varsayımıdır. Bu görüşe göre, yüzeysel farklılıkların büyütülmesi nedeniyle yapılan bilişsel bir hata olan dehümanizasyon, yalnızca fazla motive olmuş bir zihindir. Diğer yanlış bir teori ise, bir insanın diğer insanı gayriinsanileştirmesinin kendi zalimliğini mazur göstermek istemesinden kaynaklandığını ileri süren görüştür. Bu teori ise gaddar saldırganlığı özgür bırakır. Bir başka hatalı çıkarım ise, dehümanizasyonun ahlaki kopuş ile geldiğini ifade eder. Bir diğer açıklama ise, insanın zarar verme eğiliminin yarattığı bir taşkınlık olarak ele alınmasıdır. Smith dehümanizasyonu ahlaki kopukluk veya salt taşkınlık ile ilişkilendirmez.
Biyolojik olarak zaaflarla donatılmış olmasına rağmen insan dünyaya hükmeder. Çünkü insan kendisine çizilen sınırların zorlayıcılığını aşmanın bir yolunu daima bulmuştur. Engellerin üstesinden gelmesini sağlayan bileşenlerden birisi hayalgücüdür, diğeri araçsal düşünmedir. İnsanlar hayalgücü ve işbirliği ile geliştirdikleri araçları, hipersosyal hayvanlar olarak gelecek nesillere aktarır ve bu birikimsel süreç nihayetinde insan, yapım kadar yıkım eylemlerini de gerçekleştirebilecek ölçüde kendini güçlendirmiş olur.
Dehümanizasyonu anlamak için çerçevesini çizmeye ihtiyaç duyduğumuz diğer bir kavram da ideoloji kavramıdır. Dehümanizasyon davetsizce ortaya çıkan, bir durum değildir. Çünkü “Dehümanizasyon, siyasi güçlere verilen psikolojik bir tepkidir.”13Livingstone Smith, On Inhumanity, 101. Daha doğrudan bir ifade ile dehümanizasyona neden olan inançlar, ideolojik inançlardır. Ancak biz insanlar, “Viral enfeksiyonlarımızı seçmediğimiz gibi ideolojilerimizi de seçmiyoruz. İdeolojilerin yayılması bilişsel salgınlara benzer bir şey olarak görülmelidir.”14Livingstone Smith, On Inhumanity, 105.
İdeolojiler söz konusu olduğunda Susan Benesch’in tehlikeli söylem (dangerous speech) olarak adlandırdığı hitabet türü, aşırılıkçı şiddet biçimlerini meşrulaştırır, teşvik eder ve dehümanizasyona zemin hazırlar. “Tehlikeli söylem, başkalarının belirli bir grup insana karşı şiddet eylemleri gerçekleştirmesine veya şiddet eylemlerine göz yummasına neden olabilecek her türden ifade biçimidir.”15Livingstone Smith, On Inhumanity, 117. Tehlikeli söylem, bir yok etme dilidir. Tehlikeli söylem, yıllarca uykuda kalmış dehümanizasyon eğilimi olan ideolojilerin tekrar uyanmasına olanak sağlayan ortamı hazırlar ve şiddet eğilimlerinin pekişmesi için uygun ortam yaratır. Terörün üreme alanıdır. Bu retorik hamle, özellikle destek arayışında olan liderler için sıklıkla başvurulan bir ikna sanatıdır. Bu ikna sanatı kişinin kendi üstünlüğüne inanma çekiciliğine yaslanır. Lider otoritesini, insanın psikolojik zaaflarıyla sağlama alır.
Smith, kitap boyunca dehümanizasyona rasyonel bir tutumla yaklaşır, çözümlemeler ve çözümler sunar. Son bölümde dehümanizasyona direnmenin basit bir formülü olmadığını söylerken de bu tutumunu devam ettirir. Dehümanizasyon hem psikolojik hem politik bir arkaplandan beslenir. Kamusal alanda güçlenmesi, pek çok kanaldan aynı anda gerçekleşir. Buna direnmek için, psikolojik olarak uyanık olmak gerekir. Kendi etnik grubunuza taraflı davranmamayı telkin eder: “Dehümanizasyon propagandasının genellikle nefretle ilgili olmadığını bilin. Dehümanizasyonun nefretten kaynaklandığını düşünmek yaygındır. Bu ciddi bir hatadır. Dehümanize eden propaganda çoğunlukla çaresizlik, korku ve kurtuluş özlemi üzerine kuruludur.”16Livingstone Smith, On Inhumanity, 187. Dolayısıyla eğer koşullar güvenliyse, demümanize edilen etnik gruba güvenmekten korkmamayı tavsiye eder. Kavga etmek, tartışmak ve gerilimi yükseltmek yerine sohbet edilmesi gerektiğini tavsiye eder.
Dehümanizasyon ile savaşta belki de en önemli basamak, ırk kavramına direnmektir. Hemen her grup ırksallaştırılabilir ve kültür ile, tarih ile ırksallaştırılmış insan grupları olduğu sürece dehümanizasyon daima kapıda bizi bekliyor olacaktır. Eğer dehümanizasyon ile savaşmak istiyorsak “ırk” ve “ırkçılık” kavramlarını mümkün olduğunca az kullanmamız gerekmektedir. Ve gündelik hayatı önemsemeliyiz: “Sonuç olarak, direniş sahnesinin, her zaman oy kullanma kabininde, bir protesto yürüyüşünde veya bir kürsüde olmadığı gerçeğinin farkında olmak önemlidir. Direnişimizin çoğu (çoğu zaman) günlük hayatımızda gerçekleşir. Evde çocuklarımız ve eşlerimizle, iş yerinde meslektaşlarımızla, arkadaşlarımızla oyun oynarken ne söylediğimiz ve ne yaptığımızda ifade edilir. Bu bağlamların tümünde, tarihin seyrini kümülatif olarak etkileyebilir ve insanı aşağı çeken, dehümanize eden dürtüye karşı çalışabiliriz.”17Livingstone Smith, On Inhumanity, 189-190.
Sonuç olarak, İnsan egosunun, ilkel egemenlik talebinin zalimce somutlaşması olarak dehümanizasyon, sıklıkla insanın doğduğu toplumda hazır bulduğu ve mahkûm edildiği psikolojik refleksiyona dayanıyor olsa da bunu aşmak çağımızın en önemli sosyal, politik, ekonomik, ahlaki ve manevi meselesidir. İnsanın kendi zaaflarının farkında olması, kamusal bir yükümlülüktür. Farklı toplumlarda aynı örüntü ile tekrarlayan şiddet, yasını tuttuklarımızın unutulmasının ağır maliyetini hepimize hatırlatır. Çünkü, insan zaaflarından doğan ve beslenen eylemler, yalnızca o günün toplumuna değil, gelecek nesillerin refahına ve huzuruna yönelik de bir saldırıdır. Nitekim tarihimiz, pek çok farklı örnekle bize öğretmiştir ki, insanlığın çöküşü farklılıkla değil, farklılıkla kurduğu ilişki ile şekilleniyor. Farklılığı duygusal bir şiddet türü olarak algılamamamız için de hoşgörü gerekmektedir. Hoşgörünün olmadığı toplumlarda kitlesel ve yıkıcı tektonik sarsıntılar, toplumsal güvenlik ve huzurumuzu tehdit edecektir. Barış gereksinimimiz, kelimenin gerçek anlamıyla hayatidir.
Gayriinsanileştirmeye karşı direnişe davet, yerinde bir çağrıdır. Nitekim, iyi bir insan olmayı taklit etmek kolaydır fakat iyi bir insan olmak bazen cesaret isteyecektir ve cesaret, taklit edilebilir bir erdem değildir. Kitap bizi dehümanizasyon ile savaşmanın Donkişotvari bir eylem olmadığına ikna eder. Umarım, David L. Smith’in ilham verici kitapları kısa sürede Türkçeye de tercüme edilir.
Notlar
(1) David Livingstone Smith, On Inhumanity (New York: Oxford University Press, 2020), 6.
(2) Livingstone Smith, On Inhumanity, 10.
(3) Livingstone Smith, On Inhumanity, 14.
(4) Livingstone Smith, On Inhumanity, 18.
(5) Livingstone Smith, On Inhumanity, 38.
(6) Livingstone Smith, On Inhumanity, 45.
(7) Livingstone Smith, On Inhumanity, 55.
(8) Livingstone Smith, On Inhumanity, 55.
(9) Livingstone Smith, On Inhumanity, 55.
(10) Livingstone Smith, On Inhumanity, 69, 70.
(11) Livingstone Smith, On Inhumanity, 80, 81.
(12) Livingstone Smith, On Inhumanity, 86.
(13) Livingstone Smith, On Inhumanity, 101.
(14) Livingstone Smith, On Inhumanity, 105.
(15) Livingstone Smith, On Inhumanity, 117.
(16) Livingstone Smith, On Inhumanity, 187.
(17) Livingstone Smith, On Inhumanity, 189, 190.
Konuya ilgili okuyucular için okuma önerisi
Irkların İcadı, Irkçılığa Karşı Bilim, Guido Barbujani, İletişim Yayınları, 2022.
Irk Kavramını Kim İcat Etti? Robert Bernasconi, Metis Yayınları, 2007.
Editör: Bekir Demir
Redaksiyon: Uğur Şen