İnsan bilgisinin arkeolojisini aydınlatmak için eski inanç sistemlerini, insanlığın geçmişi hakkında içgörü sağlayan, bugün ancak kısmen farkına varılan kapsamlı insani kuramsallaştırma yelpazesine kıymetli bir erişim sağlayan düşünsel ‘fosiller’ olarak ele almak gerekir.
– Stephen Jay Gould
Bir gigasaniye bir milyon saniyedir. Yaklaşık 3.16 gigasaniye sonra 2123’e ulaşmış olacağız. Eğer Corpus dergi hala varsa, bu bana kalırsa iyi bir şeydir, demek ki hala felsefeciler var olmayı sürdürüyorlar. Felsefecilerin a fortiori dediği mantığı uygulayarak, diyebiliriz ki genel olarak insanlar da hala varlığını sürdürüyorlar demektir bu.
Peki acaba ne üzerine düşünüyor olacak geleceğin filozofları?
Zihnin tarihi
Bu soruyu sormak zihnin geleceğini öngörmeye çalışmaktır. Bu yazıda, “zihin” bilinçlilikten, hatta kendilikten daha büyük bir şeye denk düşer, kümülatif kültür ve nesiller arası kendini düzeltme kapasitesine benzer bir şeye. Yani zihin yalnızca her neslin davranış ya da pratiklerini sorgulamaksızın kalıt/miras almak değil, aynı zamanda da yeni davranışları içselleştirerek ve yanlış olanları terk ederek onları iyileştirme/geliştirme yetisidir. Tek bir nesilden ziyade nesiller arası bir iş birliği şekli olan zihinsel yaşamlarımız, tarih tarafından oluşturulurken aynı zamanda tarihi de oluşturur. Bu olmadan bize ait bir zihinden söz edemezdik, zira sadece kalıtsal içgüdülerin esiri olurduk ve kısmen de olsa kendimiz oluşturduğumuz için “bizim” denebilecek zihinsel yaşamlara sahip olmazdık.
Dolayısıyla zihin, sanki nihai hali verilmiş şekilde makineden çıkmışçasına “oluşumunu tamamlamış” bir halde başlamaz işe. Olumsallıklarıyla vakit geçirmeli, böylece kendisini derece derece tarihsel açıdan köklü olmanın getirdiği at gözlüklerinin ötesine geçirmelidir. İşte bilgiye faillik tarafından işlenmiş olan, dolayısıyla despotça değişmez ve gasp edilmiş değil gerçekten de hak edilmiş konumunu veren bu nesiller içinde demlenen süreçtir. Neyin hatalı ve keyfi olduğuna dikkat etmeden sahici bir bilgi olamaz, olsa olsa dogma veya doksa olur. Zihni öğrenmeye açık kılan gelenekle uyuşamamadır ama bu zaman alır; öğrenmenin geçmişini es geçememesi veya çok önüne sıçrayamaması da bu yüzdendir.
Kehanetlere yolculuk
Yine de, bilginin geleceğine ilişkin eski öngörülerimiz üzerine bir yolculuğa çıkmak, bize kehanetlerimizde ne kadar yanıldığımıza dair bir fikir verebilir.
1726’da Güliverin Maceraları’nda Jonathan Swift bilim insanlarını, dünyevi meseleleri etkilemek dururken salatalık büyüten makineler gibi bariz şekilde başarısız mekanizmalar icat eden safçalar diye küçümseyerek yerer. Mesleklerinin “bilim insanı” (scientist) kelimesinin icat edilerek tedavüle sokulmasını gerektirecek kadar dikkat çekici hale gelmesi için uzun bir yüzyıl daha geçmesi gerekti. Bir yüzyılın daha geçişiyle, yani Birinci Dünya Savaşının ardından ise artık hiç kimse bilimin dünyevi faydalarını görmezden gelemeyecekti.
“Bilim insanı” teriminin ilk kullanımından iki yıl sonra, yani 1835’te, Auguste Comte insanların yıldızların “kimyasal bileşim”ine dair hiçbir zaman hiçbir şey bilemeyeceğini iddia etti. 1859’da tayfölçer icat edildi. Bir on yıl sonra ise Norman Lockyer güneş tayfını inceledikten sonra bulduğu elemente “helyum” adını verdi.
Aynı zamanlarda Viktorya döneminde yaşayan sayısız insan, endüstri toplumunu sürdürmek için kömür dışında hiçbir güç kaynağının bulunamayacağı öngörüsünde bulunmuştu. 1928 gibi geç bir tarihte, Nobel ödüllü fizikçi Robert Millikan, atom altı müdahaleler yoluyla elde edilebilecek enerjinin, patlamış mısırcının “belki birkaç sokak gitmesine yetebileceğini” ancak “bu kadarla sınırlı kalacağını” iddia ediyordu.
Kişisel favorim ise ilk mekanik bilgisayarı geliştiren Charles Babbage’a verilen tepkidir. 1832’de bir eleştirmen, Babbage’ın “kendi hesaplama aleti”nin gelecekteki kullanımlarına dair “akıl almaz spekülasyonlar”ını ve özellikle de “harflerin kuleler arasında asılı kablolar aracılığıyla metropol ve ülke boyunca taşınacağı” iddiasını reddediyordu. Soyut sembollerin yeryüzündeki tek manipülatörleri olarak yerimizden edileceğimizi kabullenemiyorlardı.
Peki neden zihnin geleceğini öngörmek bu kadar muğlak bir şey? Ne de olsa düşünmek en becerikli olduğumuz şey gibi görünmektedir.
Bunun bir sebebi holizmdir. Fikirler birbirinden ayrı atomlar gibi var olmazlar. Demet halinde gelirler, inanç ağları şeklinde; bu yüzden birini değiştirmek sadece komşularını geçersiz kılmaz veya güncellemez, açıkça bağlantılı olmayan uzak düşünceler için de paralel, ardışık sonuçlar verirler. Dolayısıyla arkaplandaki veya destekleyici varsayımlar önem taşır.
Mesela, bir kişi doğal bir gerçeklik olarak türlerin nesillerinin tükendiğinin farkında olabilir ama başka bir inanç kümesi olmadan -ki bu inançlar da tek seferde edinilmez- bunun ne kadar kötü olduğuna dair hassasiyet taşımayabilir. Örneğin, en azından 1800’lerden itibaren, biyologlar fosil bulgularını kullanarak bazı tarihöncesi türlerin dönüşü olmamak üzere yok olduğunda uzlaşmışlardı. Fakat türlerin nasıl ortaya çıktığına dair bir uzlaşma olmadığından tam olarak neyin kaybolduğu üzerine çok az anlaşabiliyorlardı. Ancak 1859’dan, Darwin’den sonra karmaşık yaşam formlarının kesinlikle kendiliğinden ortaya çıkmadığı, önceki soyun uzun soluklu, kesintisiz çizgilerinden ayrıldığına dair bir mutabakat sağlandı. Bu kanaat olmadan önce bir yaşam şekli (lifeway) kaybolduğunda milyarlarca yıllık birikmiş adaptasyon ve çeşitlenmenin de kaybolduğuna ya da eşit derecede karmaşık bir şeyin benzer uğraşları vermeden birdenbire var olamayacağına dair düzgün bir kavrayış da yoktu.
Oysa bizzat Darwin, nesli tükenmenin (extinction) daima “ilerleme”nin ebesi olacağı, “uyum sağlayamayan”ı (unfit) güvenilir şekilde ayıklayarak devam edeceği varsayımını yerleştirmiştir. Bu fikir nesli tükenmenin muazzam trajedilerinden birini kavramayı engellemiştir: Yok olmaya mahkûm edilen soyların aslında hayatta kalmaya, çabalamaya, gelişmeye ve çeşitlenmeye daha uzun süre devam edebilecekleri gerçeğini. Darwinizmin bir asırdan fazladır gölgede kalmasına sebep olduğu bir anlayış olarak nesli tükenmenin uyum sağlama eksikliği kadar şanssızlıkla da ilgili olduğu fikri, eski kitlesel nesli tükenmelerin rolüne dair yeni kanıtların ardından ancak 20. yüzyılın son on yıllarında yaygınlaştı. Bunların hepsi, 1823’teki bir doğa bilimcinin her ne kadar geri döndürülemez nesli tükenmeleri kabul etse dahi, yaşam şekilleri yok olduğunda kaybolan şeyin derinliğini de bizim şu anda rahatça yaptığımız şekilde kavrayabileceğini varsaymanın yanlış olacağını söylemek içindi.
Dolayısıyla fikirler tarihinde ifadelere atomistik yaklaşmak, arkaplandaki inançlarımızı işin içine karıştırarak çarpıtmalara yol açar. Bu durum, dünyagörüşlerinin gerçek çeşitliliğini gizlemeye, eski inançların yabancılığını saklamaya yarar ve bizi fikirlerin gelecekte de tanınabilir olarak kalacağı beklentisine iter.
Olumsallık ve kavranmamış alternatifler
Bilginin bağlantısallığı herhangi bir inanç alanındaki gelişmeleri öngörmeyi zorlaştırır, zira birini öngörmek için hepsinin etkileşimlerini öngörmek gerekir. Ayrıca çok az insan tutumlardaki olumsallığı (contingency) hepten yok saysa da, bunun ne miktarda olduğunu belirlemek de inanılmaz derecede zordur.
Buradaki “olumsallık” basitçe bir şeyin gerçekleştiği şekilde gerçekleşmesinin zorunlu olmadığı anlamındadır. Zamana yayıldığında daha fazla anlam kazanacaktır: Geçmişteki bir olay, şu yol yerine bu yolu izlediğinde arkasından gelebilecek her şeyi ya o ana dek keşfedilmemiş imkan alanları açarak ya da önceden erişilebilir olanları sonsuza dek kapatarak şekillendirir. Bu kisve altında olumsallık, Stephen Jay Gould’un iddia ettiği gibi tam da “tarihin özüdür”. Buna verilecek örneklerden biri yaşamın Dünyadaki evrimidir. Çoğu olası yaşam formu hiç var olmayacaktır, var olanlarınsa büyük çoğunluğu tekrar var olmayacaktır. Önceden olanlar sonrasında gelmesi mümkün olan her şeyi, aslında rahatça başka türlü de olabilecek olan öngörülemeyecek şekillerde kısıtladığı sürece çoğu olanak gerçekleşmeyeceği için, evrimin tüm bu imkanlar uzayında asıl tuttuğu yol önem taşır. Bu süreç amaçlı, geri döndürülemez ve olumsaldır.
Bu durumu iyice belirginleştiren ise yaşamın yalnızca geleceği değil, geçmişinin de temel bir olumsallık gösterdiği çıkarımıdır: Sonraki olacak olan son derece öngörülemezdir, ancak aynı zamanda “kaseti başa sardığımızda da” şu anki durumlar da muhtemelen tanınmaz bir hal alacaktır.
Yaşam gibi zihnin de benzer bir tarihsellik gösterdiği söylenebilir. Kültürel tarih, birikimsel içgörülerden dolayı açıkça yönelimsellik gösterir. Aynı zamanda bir seviyede geri döndürülemezlik de gösterir, zira eski ortamları mükemmel şekilde yeniden kurmaya yönelik tüm girişimler, en iyi ihtimalle modern nostaljilerin aracılık ettiği özgünlükten yoksun yeniden inşalar olarak kalır. Peki fikirler tarihi ne ölçüde olumsallık içerir? Tüm olası tasarılar uzayına kısıtlı erişimimiz olduğunu, sınırlı “kaset oynatımlarımız” olduğunu hesaba katarsak, gerçekleşmemiş çeşitlilik uzayının ne kadar derin olduğunu kavramamız zor.
Şüphesiz gerçek-arayışı (insan bedeninin doğuştan gelen temel ihtiyaç ve olanaklılıklarının yanı sıra) güçlü sınırlama kaynakları sunar, tıpkı biyologların adaptifliği yakınsak morfolojilerin kaynağı olarak gösterdiği gibi. Elbette araştırmaların, özellikle bilimsel araştırmaların kasetini yeniden oynattığımızda sonuçların her seferinde tanınamayacak kadar farklı olacağını düşünmüyorum. Benzer şekilde zihnin geleceğinin de gerçeğe uygunluk veya pragmatizm gibi tüm çekim noktalarından bağımsız kaotik bir akıntı olacağını da düşünmüyorum.
Ama yine de her ne kadar kanıtlar ve birbirlerine uyuşmalarıyla oldukça desteklenseler de sonraki teorilerin, aslında yerleştikleri şekilde yerleşmek zorunda olmayan önceki fikir oluşumları ya da güçlü metaforların mirasıyla sınırlandırıldığı ve renklendirildiği yollar yok mudur? En azından bazı kavramsal pratiklerin başlangıçta ardıl uyarlanımlar olduğu doğru değil midir? Başka bağlamlarda ortaya çıkıp başka işlevler görmelerine rağmen sırf ulaşılabilir oldukları için benimsendikleri bir gerçek.
Ayrıca zamanla olumsallıkların iyi değerler ve doğru inançlarda birleşme yoluyla yok olduğunu kabul etmek, tüm alternatiflerin alan ve sınırlarını bir şekilde araştırdığımızdan emin olduğumuzu ima eder. Ama ya gerçeğe uygunluk yahut doğruluk gibi değerlerle ölçülerek en yüksek zirve gibi görünen inanç alanları, sırf biz şimdiki görüş menzilimizin ötesinde gizlenen çok daha yüksek zirveleri gözlemlemediğimiz için öyle görünüyorsa? Daima kavranmamış alternatifler olacaktır: Elimizdeki kanıtları daha iyi açıklayabilecek olsa da eski yollar yüzünden henüz ulaşamadığımız alternatifler daima olacaktır, bu yollar düşünülebilir olanların toplam uzayında düşüncenin gidişiyle bir miras oluşturmuştur, böyle olmak zorunda olmasa da olmuştur.
Mümkün ve edimsel olan
Kesin olan şu ki, insanlar herhangi bir alandaki alternatif olasılıklara dair öğrenmenin sonuna gelindiğini iddia etmekte aceleci olma konusunda bir sabıkaya sahiptir. Çünkü var olan veya örneği olanların ötesine, henüz gerçekleşmemiş alanlara bakmak zordur.
1900’lerde, fizikçiler bunu zor yollardan öğrendi. Bir nesil önce çoğu insan bilimin muhteşem şekilde tamamlanmış olduğuna inanıyordu: Tüm temel yasaların keşfedildiğine, bu yasalara “tüm fiziksel fenomenlerin daima uyacağına”, gelecekteki gelişmelerin ancak eski teorilerin daha incelikli nicelleştirmelerini içereceğine ve niteliksel olarak yeni bir fenomenin bulunmayacağına inanılıyordu.
Ama sonra Curie ve Einstein geldi ve teorik ve pratik ihtimallerin hiç keşfedilmemiş bölgelerini ortaya çıkardılar. Viktorya zamanı fizikçilerinin “her şeyi içeren yasalar grubunu” keşfettiklerini varsayarak “kendilerini çok ciddiye aldıkları” ortaya çıktı. (Bu uyarılar 1927’de Robert Millikan’dan geliyor, nükleer gücün olsa olsa patlamış mısır makinesini çalıştıracağını öngörmesinden bir yıl önce…)
Benzer şekilde ihtimallerin patlayarak genişlemesi tarih boyunca pek çok kez olmuştur. Elbette, mümkün (possible) olandan daha çok edimsel (actual) olan olması tutarsızken, edimsel olandan daha çok mümkün olan olması açıkça tutarlıdır. Bunun insanlar uzun zamandır farkında. Ancak gerçekleşmemiş ihtimallerin mevcut gerçekleşmelere göre kabul edilen oranı zamanla düzenli bir şekilde artmıştır.
Bu durum en açık şekilde evrenimize dair tasavvurlarda devam etmiştir. Sonsuzluk veya sınırsızlığa inandıkları için Antik Yunanlar ve Romalılar tüm mümkün olanların edimsel zaman ve uzayda bir yerlerde olduğuna inanırdı. Kitaplar kullanılmamış, fazlalık ihtimaller olmayacak şekilde dengelenmişti.
Ortaçağda ise mutlak güçlülükle (omnipotence) büyülenen Arap ve Avrupalı teologlar Tanrının dünyayı tamamen bambaşka şekilde de yapabileceğini hayal etmeyi seviyordu. Ancak eşzamanlı olarak mutlak iyiliğe (omnibenevolence) de inandıkları için, bu dünyanın olduğundan başka bir şekilde olamayacağına da daima inanıyorlardı.
Sonrasında, daha önce hiç görülmemiş şeyler ortaya koyan Rönesans icatlarında neyin mümkün olduğuna dair öngörülerimizi genişletmeye başladı. Tarihteki gerçekleşmemiş ihtimaller, gidilmemiş yolların ve benzersiz olasılıkların zamanın asıl akışını çevreleyen halesi hakkındaki sezgiler o zamandan beri yoğunlaşıyor.
1600’lerde Kopernik devrimi edimsel olanın alanını sayısız diğer yıldıza kadar genişleterek büyütmüştü. Ancak bu durum ihtimallerin kabul edilen menzilini de uyumlu şekilde genişletmedi, öyle ki çoğu insan tüm gezegenlerin Dünya’nın biyografisini farklılaşan derecelerde tekrar ettiğini varsayıyordu. Gerçekleşmemiş veya kaçırılmış ihtimallerin asıl kapsamını kavrayabilmek için 1800 ve 1900’ler boyunca yapılan düzenli değerlendirmeler gerekti. Bu durum yaşamın makroevriminde şansın rolüne dair güçlenen inançlarla birlikte insan ilişkilerindeki gerçeğe aykırı (counter-to-fact), alternatif zaman çizgileri üzerine artan düşünceler yoluyla oluştu.
Dolayısıyla tarih bizi daha da tarihselleştirir; şayet “tarihsel olma”yı sadece gerçeklerin kronolojisindeki sıranı tanımayı içerecek şekilde değil, aynı zamanda varlığımızın önceden gelen tüm tesadüflere karşıolgusallık üzerinden bağlı olduğunu ve her şeyin ne kadar da farklı gidebileceğini kabul etmeyi de içerecek şekilde alırsak. Tarihsel olmak biz olan her şeyi oluşturmak için gereken bir yığın yol ayrımını kavramayı içerir: yani gelecekteki ihtimalleri kısıtlayan ve öyle gerçekleşmek zorunda olmayan ancak gerçekleşmeselerdi gördüğümüz hiçbir şeyin de aynı olmayabileceği tüm filtreleri kavramayı. Bu noktadan bakınca geleceğin de ne kadar açık uçlu olabileceği takdir edilebilir.
Tıpkı bizim burada ve şimdimizin asırlar boyunca uzay ve zamanda yerinden edildiği gibi, kişisel, sosyokültürel, evrimsel veya başka türlü neyin edimsel olduğu da bu sınırsız evrende çoğunluğu sonsuza dek gerçekleşmeden kalacak alternatif ihtimallerin koca okyanusundaki tek bir ada gibi aşamalı olarak ortaya çıkmıştır. Bunu kabul ettikten sonra hangi adaların keşfedileceği artık bizim kaderimizdir; yine de Marx’ın kavradığı gibi, “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ancak kendi keyiflerine göre değil”.
Peki sonuç?
Meta bir çıkarıma giderek, gerçekleşmemişlerin alanının genişliğinin küçümsendiğinin ortaya çıkması eğiliminin gelecekte de süreceğine inanıyorum. Özellikle de “zihin” dediğimiz alanda. Sözün özü zihinle ilgili ihtimallerin asıl genişliğine dair en ufak bir ipucuna sahip olmadığımızı düşünüyorum.
Doğrusu, her ne kadar en yetkin olduğumuz şey gibi görünse de tarihsel yani tamamlanmamış ve devam eden bir kategori olduğundan aslında zihne oldukça yabancı olduğumuzu iddia ediyorum. Bu kategori ne yerleşik ne de kalıtılmıştır, sayısız nesil önce bazı atalarımız yaşıtlarının dışarıdan görülen davranışlarını açıklamak için “içsel durumlar” (internal states) diye akıllıca bir teori üretip sonra da kendilerine yansıtmalarıyla özgürce geliştirilmiştir.
Biz bu teoriyi ve sonuçlarını o zamandan beri detaylandırmaktayız. Her nesil bunu tekrardan incelemek zorunda. Umalım ki daha pek çok nesil gelip bu macerayı hangi yolu uygun görürlerse o yolda inatla sürdürsün. Her neyi içerirse içersin, 2023 yılında bırak 3123’ü, 2123’ü dahi öngöremeyeceğiz, ancak bu da zihnin açılıp serilmesini özgür kılacak şeyin parçası.
Orijinal Başlık: Predicting the Future of Mind
Yazar: Thomas Moynihan
Türkçeye Çeviren: Hesna Yılmaz
Editör: Özlem Kırtay
Redaksiyon: Bekir Demir