Öncelikle nedir bu Anadolu irfanı? İrfandan mı başlasak? İrfan Arapça arf (arafa) kökünden gelir. Türkçeye bilmek diye çevrilebilir. Özellikle pratik bilgi, usul, erkân, adap, yaşam bilgisine sahip olmak anlamına gelir. İrfan da elbette bu fiilin isim halidir. Bu fiilden türeyen daha pek çok sözcük vardır. Hepsi aynı kapıya çıkar: arif, itiraf, marifet, maruf, örf, tarif tarife, maarif. Özellikle sondaki sözcük Milli Eğitim Bakanlığının son müfredat değişikliğini takip eden herkesin malumudur. “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” miydi? Neyse konudan konuya atlamayalım. İrfanın, evet zahiri anlamı bu. Herkes bilir bunu ve herkes de bu bilginin nerelerden, kimlerden geldiğini lafzen söyler. Bu irfanın kaynağı başta Anadolu erenleridir. Hoca Ahmet Yesevi’den Hacı Bektaşı Veli’ye, Mevlana’dan Ahi Evran’a, Hoca Nasrettin’den Hacı Bayram Veli’ye. Uzat uzatabildiğin kadar. Ancak bu irfan kelimesi AKP iktidarı zamanında bütün başka nevzuhur sözcükler gibi yeni bir anlam kazandı. Nevzuhur diyorum, bundan da neyi kastettiğime kısaca değinip geçeyim. Aslında eskiden kullanılırken, uzun zamandır kullanımdan düşen, kelimelerin yeniden piyasaya sürülmesi nevzuhur. Aslı yeni bir anlamda uydurma şekilde ortaya çıkmış demektir, ancak ben burada bu anlamda kullanıyorum. AKP dönemiyle ilgili olarak bolca örnek bulursunuz bununla ilgili. İstikşafi sözcüğü bunların en unutulmayanlarından birisi. Belki de en önde unutulanlarındandır, kim bilir? Var mı aranızda bu sözcüğün anlamını ve hangi bağlamda kullanıldığını hatırlayan?
AKP döneminde irfan kelimesinin, üstelik de Anadolu kelimesiyle tamlama içinde kavuştuğu anlamını daha iyi anlamak için bu dönemde bilginin tam olarak ne anlama geldiğine bakmak gerekir. İrfan kelimesinin tüm anlamlarını kavramaya çalışırken küçük bir tarama yaptığımda karşıma bir yazı çıktı. Yazı İdarecilerin Sesi adlı bir dergide yayımlanmış.1http://www.tid.web.tr/kurumlar/tid.web.tr/isd/202/omereru.pdf (Erişim tarihi: 04/07/2024). Yazıya öyle bir görsel kapak yapılmış ki, irfan sözcüğünün AKP zamanında kazandığı anlamın künhüne varmamızı sağlıyor çok şükür bu kapak. Issız ve uçsuz bucaksız bir çimenlik arazinin ortasında bir piknik sandalyesine oturmuş, etrafına tecessüsle bakan, mütereddit bir kaygıyla etrafında olup bitenleri anlamaya çalışan bir adam. Yine etrafında muhtemelen bir kitaptan kopmuş sayfalar uçuşuyor. Sayfaların içinin yazısız, yani boş olduğu anlaşılıyor. Elbette adam kravatlı ve modern giyimli. Bu görsel bize çok şey anlatıyor. Her şeyden önce, “kitabi bilginin boş” bir şey olduğunu söylüyor bu görsel. Evet, belki de boştur. Kadim bilgiyi kitaplardan öğrenemezsiniz. Ama AKP döneminde anlam ve “derinlik” kazanan irfan kelimesi kadim bilgiye mi işaret ediyor? Hiç sanmıyorum. Yazının bir yerinde yazar şunları yazıyor: “Anadolu irfanı bozgunculuğu sevmez, farklı dil, din, ırk, mezhebe sahip insanlarla hoşgörü içinde yaşamayı çok iyi bilir, bunu gösterir. Tarihte bu değerlerin yoğurduğu Türk milleti önüne vasıflı, yetenekli liderler düştüğü zaman bu Anadolu irfanı dediğimiz şuurla engel tanımaz.” Yazıdaki bu cümlelerden sonra konunun nereye varacağı aşağı yukarı anlaşılıyor, devam etmeye hacet yok. Kitabi bilgi ve irfan arasında ortaya çıkan ve yaygınlaşan bu zıtlık, AKP döneminde cehaleti en önemli meziyet haline getirdi. Ne var ki, Anadolu insanına atfedilen bu irfandaki “hoşgörü” meziyeti, bir efsaneden mi ibaret acaba? Efsaneler gerçekleri yaşatır, biraz bu hoşgörü efsanelerinden bahsedelim.
Kaç yaşımda olduğumu tam olarak hatırlayamıyorum, sanırım daha on yaşımda değildim. Öyle zannediyorum ki, ülke genelinde uygulanması öngörülen bir genelgeyle, ülkenin her yerinde düzenlenen bir köpek katliamına şahit oldum. Bunu yaşı yeten herkes hatırlıyor olmalı, eğer hafızasının bir yerlerine gömerek bu travmadan kurtulmayı tercih etmediyse. Köyde kaç köpek toplanıp köyün dışında bir arazide açılan derin bir çukura önce kurşundan geçirilip sonra da gömüldüğünü bilmem mümkün değil. Sahipsiz köpekler bir yana, sahipli köpekler de aynı katliamdan payını almıştı. Köyün sevgilisi, adını o dönemin ünlü bir dizisindeki köpeğin adından alan bir köpeğin sahibinin yaşadığı dramı hiç unutamam. Lassie adındaki bu köpeğin diğerleriyle birlikte katledilişi daha dün olmuş gibi gözümün önündedir. Kim bilir ülke genelinde o itlaf furyası sırasında kaç köpek katledildi. Mutlaka bu itlafın sağlık, güvenlik ve buna benzer bir gerekçesi vardır. Ancak konu o değil. Konu herkesin bile isteye şahit olduğu ve kanıksadığı ve belki de bir zaman sonra hafızasından fark etmeden siliverdiği korkunç itlaf sahneleri.
Size bir yerel örnek de insanla ilgili olandan vereyim. Herkesin bilip de görmezden, bilmezden geldikleri örneklere daha gelmedim. Onlar için her yıl bu ülkenin bir kısmı anma düzenliyor, gözyaşı döküyor, utançtan yüzünü yerden kaldıramıyor. En yakını 2 Temmuz 1993’te olan Sivas Madımak Katliamı. Katliam bir yana, olayın davası sürerken yaşadıklarımız, olayın geçtiği Madımak Oteli’nin bir dönemin yerel yöneticileri tarafından restoran olarak tahsis edilmesi utancın ötesinde duygulara yol açmamış mıydı bazılarımızda? Utanç insan için belki de en vazgeçilmez meziyet. Utanmayı unutanları görünce anlıyor insan. Neyse tez savunma toplantısını tamamen bir tesadüf sonucu izlediğim ve sahiden etkilendiğim bir tezdi Gül Özateşler’in çalışmasına konu olan olaylar bahsetmek istediğim. Tez, önce İngilizce olarak yayınlanıp daha sonra Koç Üniversitesi Yayınları tarafından “Çingene”2Özateşler, Gül (2014), Gypsy Stigma and Exclusion in Turkey, 1970 Social Dynamics of Exclusionary Violence, USA: Palgrave Macmillan. adıyla da Türkçeye çevrilerek basıldı. Çalışma, Çanakkale’nin Bayramiç kasabasında 1970 yılında ortaya çıkan olaylar sonucunda Çingenelerin buradan kovulmasını konu alıyor. Çalışmaya konu olan olaylar değil elbette dikkat çekmek istediğim. Zira buna benzer olaylar Anadolu coğrafyasında tarih boyunca hiç eksik olmadı, olmuyor. Yazar, burada ortaya çıkan yaftalama ve şiddet olayları üzerinden ülkenin genel politik ve toplumsal iklimine ışık tutuyor. 1970’lerden bu yana hiçbir şey değişmediğini esefle görüyorsunuz bu kasabada olanları öğrendiğiniz zaman.
Açık ve fiili bir şiddet içermese dahi, kendi köyüme her gittiğimde köydeki türbenin etrafına çadırlarını kurarak yazı burada geçirmek isteyen Çingenelerin burada nasıl bir sorun oluşturduğunu ve bunların gerek köyün güçlü ve gözü kara gençleri, gerekse de kolluk güçleri devreye sokularak konakladıkları yerden nasıl sökülerek uzaklaştırıldığını her yıl görüyorum. Tarih ve olaylar tekerrürden ibaret gibi görünüyor. Çingeneleri buradan söküp atmak gerektiğini düşünen köyün ileri gelenlerine çekingen şekilde “Onlar da insan, buradan kovsanız nereye gidecekler, yazık değil mi?” gibi bir uyarıda bulunduğum zaman, en hafif tabirle istihza dolu bakışlara muhatap olarak, “Bunları buradan kovmazsak, köyü işgal, hatta istila ederler bunlar; önünü almamız lazım” savunmasıyla karşılaşıyorum. Elbette köye yılda bir ve en fazla on-on beş günlüğüne giden ve doğma büyüme oralı olmama rağmen fiiliyatta bir nevi kendim de köyün misafiri olduğum için, daha fazlasını söylemeye had bulamadan susmak zorunda kalıyorum. En fazla, “Bunun başka bir çözüm yolu olmalı!” gibi çok da zülfü yâre dokunmayan, ortalama bir tepkiyle konuyu kapatıyorum.
Bu tür durumlarda susmak zorunda kalmak esasında hümanist, “misafirperver” yurttaşların genel tavrı. Aslında içten içe bir insanlık ailesi olduğumuzu düşündüğü halde, “öteki” kategorisi içinde eriyip kaybolan, coğrafyaya, konjonktüre, duruma ve koşullara göre adı çingene, Kürt, Müslüman, eşcinsel, Ermeni, Yahudi, Filistinli, mülteci, sığınmacı, göçmen olarak değişebilen insan topluluklarına yönelen ayrımcılık, şiddet ve linç pratiklerine ses çıkarmayan sıradan insanlar da sorumlusu değil mi olan bitenlerin? Bu sorumsuzluğun temel nedeni belki de, sözde vatan aşkıyla ya da topraklarını koruma arzusuyla yanıp tutuşan “yurtseverler” karşısında kendinde söz söyleme haddi bulamamak değil mi? Bunun belki de en önemli nedeni, “durduk yere ağzımızın tadı kaçmasın, bozgunculuk yapmış olmayayım, haddim olmayan işlere burnumu sokmayayım” düşüncesi değil mi? Anadolu irfanını tanımlarken ne diyordu İdarecinin Sesi dergisindeki yazının müellifi: “Anadolu irfanı bozgunculuğu sevmez!” Burada ete kemiğe bürünen, neredeyse bir bilince ulaşan sıradan bir isim tamlaması, karşımıza bir tahakküm öznesi olup dikilir ve “Anadolu irfanı hoş görülüdür” der. Anadolu irfanı uzunca zamandır hepimizin karşısına dikilen bir taşra esnafı gibi hayatlarımız üzerinde karar verme hakkı olduğunu dikte ediyor ve bu dikteyi hoşgörü ambalajına sarıp sunuyor bizlere. Hoşgörü; ne kadar da içe su serpen ne kadar da kucaklayıcı ve bir o kadar otorite yüklü, hiyerarşiyle kuşanmış bir sözcük değil mi? Hoşgörü sözcüğünü her duyduğumda aklıma gürül gürül sorular akar: “Kim, kimi hangi hadle hoş görüyor? Hoş görülene gösterilen hoş görünün sınırları nerede başlar nerede biter? Hoş görülenin de hoş göreni hoş görme hakkı var mıdır?” Bu soruları sonsuzca çoğaltmak mümkün.
Gelelim bunca anekdot ve lakırdının ardından konunun aslına. Kitabın ortasından konuşmak moda ya bu aralar, ben o kadar ettiğim lakırdıdan sonra sanırım kitabın ortasını geçip sona yaklaştım. Ama asıl zurnanın zırt dediği yere varabilmek için bunca lakırdıyı etmek zorundaydım. Zira bu lakırdıları edip tarihten, farklı dönemlerden ve koşullardan bir yönüyle birbirinden çok farklı ama bir başka yönüyle tamamen aynı olan cinnet, şiddet, linç ve hınç örneklerini vermesem, duruma dair ortalama siyasetçinin hatta vatandaşın ettiği “bayrama gidebiliyorsa hiç dönmesin, ülkesini savunmayıp buraya kaçanlara yer yok” gibi kestirme laflar etmek hiç de zor değil. İnsan, içine hapsolduğu çevrenin algılarıyla sınırlı olarak değerlendirir her türlü olayı. Sık dokulu bir ormanın içinden, bir yol bulup tepeye tırmanmadan çıkış yolu bulamazsınız, dönüp dolaşıp aynı yoldan gider gider gelirsiniz ve ormanın içinde hapsolup kalırsınız. Tıpkı 1910’da Hayırsız Ada’ya bırakılan köpeklere yaşatılanların daha beterinin 1980’li yıllarda yaşatılması gibi. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’ndan on beş yıl sonra daha beteriyle İkinci Dünya Savaşı’nda insanlığın tekrardan sınanması gibi. Tıpkı 6-7 Eylül’de gayrımüslim yurttaşlara yapılanın daha beterinin Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta Alevi yurttaşlara yapılması gibi. Tıpkı 1914’te Ermeni yurttaşlara yapılanın bugün İsrail devleti tarafından Filistinlilere yapılması gibi.
Türkiye’de son aylarda karşımıza çıkan sokak hayvanı itlafı tartışmasından, mülteci-sığınmacı tartışmasına kadar pek çok tartışmayı daha iyi anlamak için serinkanlı bir bakış açısıyla olaylara yaklaşmak gerekiyor. Kuşkusuz serinkanlı olmak, cesaretsiz ve olaylar karşısında bu cesaretsizlik nedeniyle sessiz kalmayı gerektirmiyor. Zaten yabancı görülene karşı uygulanan linç, pogrom ve yaftalamayı bir yandan da bu sessizlik ortaya çıkarmıyor mu? Suçlarını bastırmak, konumunu sağlamlaştırmak, statüsünü yükseltmek için gürültü çıkarıp öne atılanlar ve bizi susturmaya çalışanlar karşısında aklıselim ve serinkanlılıkla karşı durmazsak, bir arada yaşama şansımız tümüyle ortadan kalkabilir. Son olarak içinde yaşadığımız dünyada “yabancı” karşısındaki genel tavrı daha iyi anlayabilmek için Erich Fromm’a kulak vererek yazıyı sonlandırayım:3Fromm, Erich (2023), Sevginin ve Şiddetin Kaynağı: İyinin ve Kötünün Arasında İnsan Kalbi, İstanbul: Say Yayınları, s. 20.
Bana göre insan yöneliminin en kötücül ve tehlikeli biçimini oluşturan üç olguyu ele alacağım; bunlar ölüm sevgisi, habis narsisizm ve ortak yaşama-ensest saplantısıdır. Bu üç yönelim bir araya geldiğinde, ‘çöküş sendromu’nu oluşturur. Bu sendrom, insanı yıkım için yıkıma, nefret için nefrete yöneltir.
Notlar
(1) http://www.tid.web.tr/kurumlar/tid.web.tr/isd/202/omereru.pdf (Erişim tarihi: 04/07/2024).
(2) Özateşler, Gül (2014), Gypsy Stigma and Exclusion in Turkey, 1970 Social Dynamics of Exclusionary Violence, USA: Palgrave Macmillan.
(3) Fromm, Erich (2023), Sevginin ve Şiddetin Kaynağı: İyinin ve Kötünün Arasında İnsan Kalbi, İstanbul: Say Yayınları, s. 20.
Editör: Bekir Demir