X’te Türkçe çeviri ve kaynak metnin karşılaştırıldığı bir gönderiyle birlikte sansür-otosansür tartışmaları başladı. Türkiye’de yayıncılık sizce ne kadar özgür? Bugüne kadar bu ölçekte benzer başka uygulamalar var mıydı? Sansüre dair sizin deneyimleriniz neler? Tüm bunlarla birlikte, bu son yaşadığımız olayı nasıl okumalıyız?
Seçkin Selvi: Türkiye’de yayıncılık, bir TV programında espriye gülme özgürlüğü ne kadarsa o kadar özgürdür. Yandaş olmayan basın ne kadar özgürse yayıncılık da o kadar özgürdür. Bunu sonsuza dek örneklerle yanıtlayabilirim. Bu konuda benim fazla deneyimim olmadı, ama tam karşıtı bir örnek verebilirim: Çevirilerimle ilgili yaklaşık yirmi yıl süren davalardan birinde bilirkişi olan Sulhi Dönmezer-Sahir Erman ikilisi “Kitapta herhangi bir suç olmamakla birlikte çevirmenin dünya görüşü bilindiğinden dava açılmasına” diye bir rapor verdiler. Ben de savunmamda, “Sol yayınları okuyanların solcu olması gibi bir tehlike olsa, bu davalardaki bütün bilirkişiler ve savcılar solcu olurdu” dedim.
Işık Ergüden: Sözünü ettiğiniz konunun sansür ya da otosansür olarak değerlendirilmesinin mümkün olmadığı, bunun sorunu hafifsemek olacağı kanısındayım. Şöyle ifade edeyim: Türkiye tarihinde, Osmanlı’dan TC’ye, çıkarılan yasalara rağmen ya da bu yasalar sayesinde sansür hep var oldu. Yasaklanan, toplanan, yakılan kitaplar, kapatılan yayınevleri; (Sabahattin Ali’den İlhan Erdost’a, Uğur Mumcu’ya, Metin Göktepe’den Kürt hareketinin “faili malum” gazetecilerine dek…) öldürülen yayıncı, yazar ve gazeteciler; (Nazım Hikmet’ten İsmail Beşikçi’ye…) sürülen, dışlanan, hapse atılan, afaroz edilen yazarlar; kontrgerilla programları kapsamında seferber edilenlerce basılan, yakılan, yakılmaya teşebbüs edilen, kurşunlanan, bombalanan yayınevleri ve gazeteler; günümüzde hapishaneleri dolduran, tehdit edilen, öldürülen sayısız gazeteci… akla gelen ve gelmeyen örnekler, bu “her güne bir(çok) katliam” ülkesinde vaka-i adiyeden sayılacak sıradanlıkta.
Bir Türkiye klasiği olarak süreklilik arz eden bütün bu olgularla birlikte, “dini ve milli hassasiyetleri” her an rencide olup sokağa dökülerek şiddet uygulayacak denli aşağılık kompleksi içine düşürülmüş, “hazır kıta” dinci-milliyetçi-mafyatik faşist güruhlar ile her an “hakarete uğramaya” açık ve hazır bir cumhurbaşkanının olduğu günümüz ortamı ne özgür düşünceye ne de özgür eleştiriye imkân tanımaktadır.
Bu ortamda, sansüre rağmen yazmak ve yayınlamak -ne yazık ki- cesaret gerektiren, egemen ideolojilere açıktan tavır almayı, eleştirelliği ve özgür düşünceyi savunma gücüne sahip olmayı şart koşan bir durum. Tarihteki örneklerden de görüleceği üzere, belki tek bir kişinin göze alacağı, ama cesaretin bulaşıcılığıyla giderek yaygınlaşacak bir özgürleşme yolu. (Bu ülke, devrimcilerin siyasal, toplumsal mücadelesiyle geniş emekçi yığınlarının sözünü ve eylemini açıkça dile getirebildiği, demokratik hak ve talepler doğrultusunda, sosyalizm-komünizm mücadelesinde yığınların örgütlendiği, fikirlerin tartışılabildiği, insanların “yarınlar bizim!” diye hep bir ağızdan şarkılar söyleyip umut dolu hayaller kurabildiği, 500 bin tirajlı mizah dergilerinde iktidar sahiplerinin her hafta amansızca eleştiriye tabi tutulduğu dönemleri yaşadı).
Nitekim böyle bir yüzleşmeyi göze alanlar olduğu gibi, alamayanların da olması, otosansür uygulaması pekala anlaşılır bir durumdur; yaşanmıştır ve ortam değişmedikçe de yaşanacaktır. Keza devlet, “devlet gibi” davranacak kurum ve kitle imalatıyla çalıştığından otosansür salt basın yayın alanında değil hayatın her yerinde içselleşen bir tavra dönüşmüştür.

Rojhat Turgut: Türkiye’de çok uzun bir süredir en temel demokratik, insani hakların bile saldırı altında olduğu düşünüldüğünde yayıncılığın tamamen özgür olmasını beklemek mümkün değil elbette. Üstelik bugüne kadar bunu çok aşan başka örnekler de yaşadık sansür-otosansür tartışmaları bağlamında. Yani bu ne ilk ne son ne de en büyük sansür olayı. Hatta sadece editörün suç unsuru teşkil edebilecek bir vurguyu kendince yasal sorumluluktan kurtulma/kurtarma adına “korumacı” bir tavırla inisiyatif aldığı, bugünün Türkiyesi’nde bunun çok anlaşılır olduğu da ifade edilebilir Ketebe ya da “sıradan okur” tarafından. Bu durumda da tek sorumlunun kendini ortaya atmasıyla bu mesele kapanır gider. Ama bu kadar konuşmamıza sebep olan şey bu sansürün aktörlerinin yayıncılık piyasamızda tuttuğu yer. Bu olayı sansür tarihimizden herhangi bir sayfa olarak değil, yayıncılık tarihimizin çok özel bir anında yaşanan ve bugüne kadar sadece sınırlı kesimler tarafından dile getirilen bazı eleştirilerin ayyuka çıktığı, yayıncılığımız açısından önümüzdeki kimi kritik dönüşümlerin ve tehlikelerin kristalleştiği bir örnek olarak görmek gerek. Yarattığı tepki de bana kalırsa bununla ilişkili.
Kaya Tanış: Sorularınızı aldım, ancak bu sorulara bir yanıt vermenin yıllardır devam eden bir döngüyü tekrarlamak olacağı kanısındayım. Sansür, otosansür, baskın yahut kapatma konusunda memleketin sicili bir hayli kabarık. Bu nedenle, bu tür vakaların olduğu her dönem önce geçmişe dair bir otopsi yapılır sonra ise o günün dünyası merkeze alınarak neden ya da nasıl olmalı sorusu tedavüle girer. Ancak zincir kopmaz. Sanıyorum artık farklı yanıtlar almak için soruları olduğu kadar muhatapları da içeriden çıkarmak gerekiyor. Yine bu nedenle soruların bahsi geçen yayınevinin “kültürel üretimine” katkı sunan kişiler tarafından yanıtlanması gerektiğini düşünüyor ve bir okur olarak da bunu, haklı bir merak olarak görüyorum. Bu merak elbette salt sansür vakasını değil, çoğunlukla dahil oldukları yapıyı nasıl yorumladıklarını kapsıyor.

Diğer taraftan bir çeviri editörünün sansürü üstlenmesi gibi alışık olmadığımız bir durumla karşılaştık. Sizce otosansürün sansürden farkı nedir? Kendi kendini sınırlandırmanın bir durumu olarak otosansür, yayıncılık dünyasında nasıl işlev görüyor, nasıl içselleştiriliyor?
Seçkin Selvi: Bence otosansür, sansürden daha beter bir atmosferi gösterir. Korku ve eziklikten kaynaklanan bir uygulama. Yayınevinin de, çevirmenin de, editörün de böyle bir hakkı ve yetkisi yoktur. Çok korkuyorlarsa kitabı basmaktan vazgeçerler. Daha da iyisi, ülkedeki o örtbas etmeye çalıştıkları durumla mücadele ederler.
Bu konuda Bern Birliği Sözleşmesinden alıntı yapmak istiyorum: “Çeviriler, Uluslararası anlamda Bern Birliği Sözleşmesi ile daha ayrıntılı bir biçimde hüküm altına alınmıştır. Türkiye öncelikle 1 Ocak 1952 tarihinde Sözleşme’nin 1948 yılında tadil edilmiş haline katılmış, sonraki aşamada ise 1979 yılında tadil edilen metne 07.07.1995 tarihli ve 4117 Sayılı Kanun ile taraf olmuştur. Çeviri eserler Bern Birliği Sözleşmesi’nde ayrı bir başlık altında düzenlenmiş ve Sözleşmenin 2. maddesinde f. 2’de çeviri eserlerin asıl eser sahibinin hakları saklı kalmak üzere orijinal eser olarak korunacakları hükmü öngörülmüştür. Bu itibarla, çeviriler/işlenme eserler de birer eser olup, çevirmenler/işleyenler asıl eser sahibinin sahip olduğu tüm maddi (işleme, çoğaltma, yayma vb.) ve manevi (eseri kamuya sunmak, eserde değişiklik yapılmasını men etmek vb.) haklara sahiptir. Bu anlamda çevirmen ve asıl eser sahibinin hakları arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.” Çevirmenden habersiz otosansür uygulamanın hiçbir mazereti yoktur.
Işık Ergüden: Sözünü ettiğiniz durumu otosansür olarak değerlendirmek sanırım sorunu yanlış ortaya koymak olur. Her yayınevinin kendi ideolojik, siyasal, kültürel çizgisinde yayın yaptığı geçmişte pek rastlanmayan ve AKP tarzı neoliberal faşizme özgü bir durumla karşı karşıyayız burada: Ketebe gibi bir yayınevi neden Berardi, Agamben yayınlar? Söz konusu örnekteki sansür ve/veya otosansür iktidarın/devletin olası baskısından çekinerek atılmış bir adım değil, aksine, iktidarı/devleti arkasına alan bilinçli, planlı bir yaklaşımdır. Devletin ideolojik aygıtları arasında yer alan ve hegemonya kurma çabasının ürünü bir yayınevinin, Franco “Bifo” Berardi ve Agamben gibi ömrü boyunca Marksist-komünist düşünce ve eylem alanında yer almış, Türkçede de sol düşünceyi, özgür düşünceyi savunan yayınevlerinden kitapları çıkmış düşünürlerin kitabını yayınlaması, –söz konusu dinci, milliyetçi kesimin alamet-i farikası olan– takiyye, ikiyüzlülük, yalan gibi nitelemelerle adlandırılmayı hak etse de; bir yandan, “bu ülkeye komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” diyen devlet geleneğinin, diğer yandan muhalif düşünceleri de asimilasyona ve tahrifata uğratıp içerme, sisteme katma çabasının ve bütün bunların da üstüne neoliberal iştah ve kâr hırsıyla her alana el atıp tekel oluşturma, sol düşüncenin ve yayıncılığın alanını daraltma gayretkeşliğinin ürünü olarak görülmelidir.
Dolayısıyla sansür ve/veya otosansür (editör tarafından açıkça üstlenilmesinden de anlaşılacağı gibi) olsa olsa bu zihniyetin ve çabanın altbaşlığı olabilir.
Rojhat Turgut: Otosansür, sansürü sürdürmenin en kolay ve risksiz yolu aslında. Masa başlarında, sansür kurullarında, muzır neşriyat komisyonlarında, basın savcılıkları ya da derleme müdürlüklerinde yapılacak mesaiyi yayınevinde çalışan editörün –kendi “korkusu”, “öngörüsü” ya da “koru(n)ma refleksi”yle– yapması iktidarı ya da egemenleri eleştiriden muaf kılmanın, karşısında yürütülecek mücadeleyi böylece engellemenin de bir yolu en nihayetinde. Mikro ölçekte düşünüldüğünde yayınevinin sessizliği ve editörün açıklamasına bakıldığında buradaki vaka da böyle işlemiş gibi görünüyor. Çalıştığı yayınevinden, memleketin politik atmosferinden, yargılanma ya da işini kaybetme korkusundan kaynaklı birçok editörün, çevirmenin ya da yayıncının sessizce ama her an işleyen bu otosansür çarkında öğütüldüğünü biliyoruz zaten. Ama bu, metni basmamak, sözünü sakınmak ya da kendi metnini sansürlemek şeklinde gerçekleşiyor çoğunlukla. Buradaysa politik kimliği ve düşünceleriyle tanınan biri sansürleniyor. Eğer bu düşüncelerden dolayı metni basmamayı tercih etselerdi bütün korkular ve kaygılar daha anlaşılır bulunabilir ve o zaman editörün ya da yayınevinin otosansürü gündem bile olmazdı. Ama otosansür reflekslerinizi başkalarının metni üzerinde işletemezsiniz, orada artık sansürü konuşuruz.

Yayınevlerinin buradaki pozisyonu nedir? Özellikle de iktidara yakın, muhafazakar veya İslamcı sermayenin son dönemde yayın sektörüne ciddi boyutlarda yatırımını görüyoruz. Bunu kültürel hegemonya girişiminin bir ayağı olarak mı okumalıyız?
Seçkin Selvi: Kültürel hegemonya girişimi, sansürden de önce dili bozmakla başladı. Yabancı sözcükler, uydurma tamlamalar, aykırı sentakslarla dil parçalanıyor. En büyük tehlike burada.
Rojhat Turgut: Yayıncılıkta muhafazakâr veya İslamcı yayınevlerinin artan etkisini asıl olarak Türkiye’nin son 30 yılında yaşanan siyasal/ekonomik dönüşümle açıklamak gerek. Sermayenin transferleri, kamu kaynaklarının peşkeş çekilmesi, adrese teslim ihaleler ve rantla AKP döneminde gittikçe güçlenen kimi sermaye grupları bu “kirli” parayı ve imajı temizlemek için geleneksel sermaye gruplarından ve bankalardan geç de olsa öğrendikleri üzere bazı kültür sanat işlerine yöneldiler. Bunların en azından bugüne kadar çok iyi sonuçlar verdiğini söylemek pek mümkün değil aslında. Sinema, tiyatro, müzik gibi alanlarda yeni nitelikli yaratımlardan ziyade hâlâ iktidarın baskı ve sansür girişimlerini konuşuyoruz. Her ne kadar Ayşe Barım operasyonu ve TABİİ hamlesi gibi yine “zor aygıtı” marifetiyle girişilen kimi işler varsa da bunların iktidarın ya da yandaş sermayenin hedefleriyle ilişkili tartışıldığını, kültürel iktidar tartışmalarıyla bağlı algılandığını söyleyebiliriz.
Yayıncılık ise iktidarın sansür girişimleri ve sermaye bağlantılarının, böylece de kültürel iktidar kavgasının en az konuşulduğu alan. “Sıradan okur” hatta yayıncılar içinde bile meseleyi bunun üzerinden tartışan çok az insan var. Buna karşın (belki de “bu sayede” demek gerek) en başarılı olduğu alan ise şimdilik yayıncılık gibi görünüyor.
İslamcı veya muhafazakâr yayıncılar açısından sadece kendi “mahallelerinin” hatta çoğu zaman sadece kendi “ekollerinin” kitaplarını bastıkları bir durum vardı eskiden. İçeriye yayıncılık yapıyorlardı. Daha kapalı devre bir sistemdi bu. Bir engelleme olduğundan da değil, haklı sayılabilecek mali, ideolojik gerekçeleri vardı bu tercihin. Eşyanın doğası gereği de böyleydi. Ama bugün değişen şey tam olarak bu. Ve bunun tarihsel anlamını, gerekçelerini, memleketin siyasal-kültürel dönüşümüyle olan ilgisini tartışmak gerek. Eğer bugün sol kültür ürünlerine, onun düşünce dünyasına, referanslarına dönük bir ilgi muhafazakarların yer aldığı basın yayın organlarının tamamında yaygın bir eğilim olsaydı Ketebe yayıncılığın bu agresif büyüme ve buralara açılma hamlesini başka türlü değerlendirebilirdik belki. Ama aynı sermaye grubuna bağlı olan Yeni Şafak’ta her gün başka bir filme, kitaba, oyuna saldırırken, Barış Akademisyenlerini hedef gösterirken, demokratik-sol muhalefeti terörle suçlarken Ketebe’deyse, eleştirdikleri her şeyin temelinde yatan düşünce dünyasına, kültürel birikime, felsefi zemine yaslanarak yayıncılık yapıyorlar. Bu ikiliği sermayenin kültüre olan ilgisi, burjuvazinin hele de İslamcı (bu da yetmiyormuş gibi AKP’li) burjuvazinin sanatın doğal hamisi oluşuyla açıklamayacaksak başka bir açıklamaya ihtiyacımız var.
Albayrak Holding’in ve birkaç başka İslamcı sermaye ve bankanın yayıncılık yapmaya başladıkları dönem aslında AKP’nin yayıncılardan en çok şikâyet ettiği döneme denk geliyor. Gezi ve 15 Temmuz sonrasının siyasi iklimi arasında karşılaştırma yapan ve bir eşik olarak Gezi’de (ama çok daha öncesinden başlayarak) yayıncılardan yükselen sesin intikamını 15 Temmuz sonrası almaya çalışan bir siyasal irade vardı. Kitap fuarlarından, zincir kitapçılara oradan yayınevlerine kadar kitabın üretim ve dağıtım ağlarının tamamına dönük kapsamlı bir “çalışma” söz konusuydu (ki iktidar KHK’ler döneminde kapattığı dergiler ve yayınevleriyle burada “yol açan” ve sonrası için ön alan bir temizliğe de girişmişti). Bunun en açık biçimiyle ifade edildiği ve İslamcın sermaye gruplarının yayıncılık yapmak üzere göreve çağrıldığı 2017’deki “Siyasi Bir Alan Olarak Türkiye’de Yayıncılık” raporu iktidarın bu alandaki vizyonunu gösteren temel bir metindi.1Ketebe’ye dair daha detaylı bir tartışmayı bu rapora da yer vererek şurada yürütmeye çalışmıştım: https://yenie.net/sonsuz-istihasi-ve-onlenemez-yukselisiyle-yayinciligin-yeni-tekeli-ketebe/
Ketebe’nin kuruluşu, bağlı olduğu sermaye grubu ve iktidarla ilişkileri, yayıncılık anlayışları, bastıkları kitaplar ve yayıncılar arasında ilişki kurdukları kesimler düşünüldüğünde bu alanda bugüne kadar denenmemiş bir işe giriştikleri ve kısmen başarılı oldukları söylenebilir.
Meselenin hiç konuşulmayan bir başka yönü de şu: Ketebe’nin sadece sol kültür ürünleriyle “karşı mahalle”yle kurduğu temellük etme ilişkisini konuşuyoruz ama aslında yayıncılık çeşitliliği açısından bir başka sorun da bana kalırsa diğer İslamcı yayınevleriyle kurduğu ilişki. Tekelleşeceğine dönük tespit ve eleştirilerin bir kaynağı da bu. Yayıncılar arasında ortak bir teamül olarak bilinir ki küçük bir yayıncının çok satan ve onu ayakta tutan kitabına, yazarına meyledilmez. Bu onun varlığını tehlikeye sokar çünkü. Ketebe de yola ilk çıktığında buna uyacağına dair bir beyanda bulunmuştu aslında. Ama sonrasında yaşananlar öyle olmadığını gösterdi bize. Diğer İslamcı yayınevlerinden de yaptığı “transferlerle” kendi mahallesi için de bir merkez haline gelmeye çalıştığını göstermiş oldu. Dolayısıyla evet, bunu kültürel iktidar hegemonya tartışmalarının yayıncılık ayağı olarak ele almak mümkün.2Kaya Tanış tüm söyleşiye ilk sorudaki cevabın yeterli olduğunu belirtmiş, Işık Ergüden’in cevabı ise iki soruya yayına hazırlık sırasında bölünmüştür.





[…] Yayıncılıkta Sansür, Otosansür ve Kültürel Hegemonya (Bekir Demir – 06.11.2025) […]