Çakıl Taşıyla Sohbet

Tatil dönüşü ritüelleri, çakıl taşları veya bizim muhteşem hızlı yaşamımız üzerine bir deneme.
Okuma listesi
Çeviren:
Editör:
Philosophie Magazine
Özgün Başlık:
Dialogue avec un galet
27 Ağustos 2024

Tatilin hoş etkisi mümkün olan en uzun süre nasıl korunur? Çok çabuk tükenmemek, iyimserliği korumak, sonbahara neşeyle girmek için ne yapmalı? Herkesin kendince yöntemleri vardır: ilk soğuğa kadar sadece mangal ve salatayla beslenmek, bilgece bir soğukkanlılıkla usul usul yürümek, haberleri izlerken veya tendeki bronzluğun azaldığını gördükçe sakin kalmaya çalışmak. Benim de kendimce bir yöntemim var: deniz kenarında uzun aramalar sonunda çakıl taşları seçmek ve toplamak.

Yazın kendimi sık sık deniz kenarında buluyorum. Kıyıdan mümkün mertebe uzaklara yüzdükten sonra kumsala oturuyorum, ayaklar suda ve bakışlar aşağı yöneliyor. Çocuklar gibi, İngiliz yazar Jerome K. Jerome’un sözcükleri zihnimde dönerken çakıl taşlarını seyrediyorum: “İşçiliğini seviyorum, beni büyülüyor. Onlara bakarak saatler geçirebilirim.” Orada, geçen zamana aldanmadan parlak bir taş parçası alıyorum. Şöyle bir tartıyorum, her yöne çeviriyorum, damarlarını takip ediyorum, şeklini ve dokusunu inceliyorum. Yunanistan’da bu yıl kırmızı, yeşilimsi, kremsi veya pembemsi beyaz, gri, yuvarlak ve düz muhteşem çakıl taşları vardı. Milyonlarca yıldır kristalleşen tüm evren, deniz suyuyla cilalanmış bu mütevazı birikimde toplaşmıştır. Avucumun içine tam oturduklarında, aleti icat eden ilk insan olduğumu düşünüyor ve nasıl kullanılabileceklerini hayal ediyorum: fındık kırmak, odun kesmek, bitkileri öğütmek veya Hobbes’un tarifinde olduğu gibi, doğa durumunda bir düşmanı yere sermek için.

Kullanışlılığının yanı sıra güzelliğine de hayranım. İnce bir kabartmayla süslenmiş büyük beyaz bir çakıl taşı üzerinde, saf bir yüzü tasvir etmek ve bakmadan, köşeli bir cismin kenarlarını kesmek, dört bin yıllık bir Kiklad sanatını diriltmek için yeterli. Hayal gücümle insan figürleri oluşturuyorum. İşim bittiğinde, çizdiği dairelerin yayılışını ve kayboluşunu izlemek için çakıl taşını suya bırakıyorum, sonra yavaş yavaş dibe inişini takip ediyorum. Estetik’inin başlangıcında Hegel bu özgür hareketi, büyülü bir şekilde geometrik şekillerin ortaya çıkmasını sağlayarak doğaya etki edebileceğini kavrayan özbilincin doğuşu olarak görür.

Ama şu an filozofları ne de çakıl taşlarını nasıl değerlendirebileceğimi düşünmek istemiyorum. Onları yalnızca seyretmekten memnunum. Böylece tatilin benim için ne anlama geldiği konusunda en üst noktaya ulaşıyorum: Boşluk, mutlak boşluk, ama tam bir tembellik değil, yine de kendimi ikna edemiyorum, düşünmeden kaçınmak çok güç. Dünyayla olan ilişkimizi en basite indirgeme hali ancak bu: bize hiçbir mesaj, yararlı veya duygusal bilgi göndermeyen, ancak varlığını hissedebileceğimiz bir şeyle yüzleşmek. Aynı zamanda felsefenin çıkış noktası olan, dünyadaki bu ilk bağı  avucumdaki bir taşı inceleyerek yeniden yaratmayı seviyorum. Çok uzun sürmüyor ve sonra tatilci moduna geri dönüyorum: sahilde okumak, meyhanede bir yer bulmak, otobüs saatlerini gözlemek. Yine de bütün çıplaklığıyla algının gizemine dokunduğumu hissediyorum: Karşımda, orada duran, direnen, ben olmayan, asla anlayamayacağım bir şey var.

Taşla aramdaki bu minimal bağ, paylaşılan, dolayısıyla mineral bir varoluş biçimini, sadece bir yer işgal ederek, bir maddi varlık sergileyerek var olmanın bir yolunu aktarıyor. Kıyıdaki bedenlerin ya da su kenarında çakıl taşlarını seyreden kişinin yaptığı da bu değil mi? Herkesin yaşayanı kutsadığı bir zamanda, ben mutluluğumu cansız olanın tefekküründe buluyorum. Çakıl taşı esasında içinde bir tür yaşam taşır, en sessiz olanını. Denemeci Jean-Christophe Bailly’nin yazdığı gibi, taşlar “tamamen kendi içlerinde yaşarlar, ama bu yaşamlarını, tamamen farklı diğer yaşam biçimlerinin arasında sürdürmekle kalmazlar, her şeye rağmen bir yaşam, yani bir oluş olarak taşırlar, ne kadar yavaş olursa olsun. Burada söz konusu olan, taşların ontolojik olarak kendilerine özgü bir şekilde kök salmış olmaları, orada diğerlerinden çok daha uzun süre kalarak varlık bulmuş olmalarıdır.”

Tatilden beklediğim, ancak orada bırakmayıp tüm yaşamım boyunca yanımda taşımak istediğim şey tam da bu: sonsuza dek yavaşlayan bu hayat. Bu yüzden çantama koymak için her gün bir çakıl taşı seçiyorum, küçük bir yığınını Fransa’ya geri getiriyorum, onları Hansel ve Gretel’deki izler gibi masama veya banyoma diziyorum. Bu yaz havlumu ağırlaştırdıkları gibi, yerçekimlerini, biçimsel ve algısal sadeliklerini, gizemlerini tüm yıl boyunca yaymalarını gizli bir umutla bekliyorum. Kim bilir? Belki bu küçük çakıl taşları daha sakin ve dingin biri olmama yardımcı olurlar. Tatil dönüşü ritüelleriniz ne olursa olsun, çakıl taşlarını çok çabuk unutmamanızı diliyorum.

Bunları okudunuz mu?