Bir Ankara Ansiklopedisi Yazmak Mümkün mü?

Belki de bu ansiklopedi, “Bir kent nasıl hatırlanır?” sorusuna olduğu kadar “Nasıl iyi yaşayacağız?” sorusuna da cevap arar. Kızılay’ın yalnızca bir yer değil, söz söyleme ve karşılaşma hakkının eşiği olduğunu, EGO hatlarının ulaşımdan öte sınıfsal ve mekânsal hareketliliğin ritmini çıkardığını anlatır.
Okuma listesi

“Bir kentte hayran kaldığın şey, onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır”1Italo Calvino, Görünmez Kentler, çev. Işıl Saatçioğlu, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2019, 88. diyordu Italo Calvino, meşhur Görünmez Kentler kitabında. Umumi kullanıma ait bir alanın, yani şehrin salt yapısal gerçekliğinin yanında kişiye bıraktığı tesirle hayranlık verici hale gelmesi, o şehre borçlu da bırakabilir insanı. Belleği devamlı şekillendiren, her adımda yeni imgelerle soluklanan, sorulara tatmin edici cevaplar vermeye çalışan şehir, tüm kültürel birikiminin zikredilmesini talep edebilir; gerek yaşam biçimleriyle gerekse sanatla.

İstanbul için kültürel belleğin çınladığı yerlerden biri şüphesiz, kırka yakın yazarın yardımıyla yazılmış, Reşad Ekrem Koçu’nun on bir ciltlik yarım kalmış dev eseri İstanbul Ansiklopedisi’dir. Galata Canavarı Bıçakçı Petri’siyle, tellağıyla, ‘geçid’leriyle peyda olan Der Saadet, İstanbul-ı Şahane, Darü’l-Hilafe; şehrin gölgesi, sesi, mırıldanması olmuş; yalnızca binaları, çeşmeleri, dükkânları, sokakları ile değil, yaşanmışlıkları ve unutulmuşluklarıyla İstanbul’un ruhunu resmi tarihin dışına çıkarak olağanüstü üslubuyla anlatmıştır.

Ancak okuyanın hemen fark edeceği bir özgünlük ile melankoli harmanı göze çarpar İstanbul Anksilopedisi’nde. İnsan okudukça sanki bir antika dükkânında cam fanusa hapsedilmiş bir el yazmasına bakar gibi olur; çünkü bu ansiklopedide artık renkler solmuş, içindeki kelimeler de mermer mezar taşındaki kabartma harfler gibi donup kalmış gibidir. Yaşayan bir rehber değil, tozlu bir bellek zemini. Örneğin çırak maddesi, kalaycı çırağı görseliyle verilir, kadife tasmalı nalınla tasvir edilir. Bugün böyle bir çırak bulunamaz. İki sayfadan biraz fazla alanda sadece çıraklığı anlatmaktan çekinmeyen Koçu, yalnızca tasvir ve bilgiden öte, şiir ve tekerleme de ekler. “kahvenin köpüklüsü, çırağın topuklusu”2Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi. İstanbul, 1958, Cilt. 7, s. 3940. lafı dönemin yaygın deyimlerinden olsa da bugünün İstanbul ve Türkiye tahayyülünde karşılık bulması zordur.

Ezcümle, “şehrin hatıra defteri” olarak anılan bu külliyat; ferah, hayat dolu günlerini filizlendiren bir ilham olarak değil, tam tersine kesik bir nefes gibi durmaktadır. Yaşamla dolu han odaları, artık sahaf raflarında toz tutan birer dekor, Sait Faik’in canlı, kokulu meyhaneleri, canlandırılmayı bekleyen birer yıkıntıdır artık. İstanbul’un hafızası bir lahit içinde sergileniyor denebilir, soyut bir lahit bu elbette. Zihin lahiti; bugün ile bağ kurmakta zorlanan, sokağa karışmayan, parçaları oynatıldıkça daha da garibeleşen bir manken gibi. Büyük eserler, geçmişin sesini geleceğin ihtiyaçlarıyla konuşturur; İstanbul Ansiklopedisi de bu belleği taşır, bizden beklediği şey bugüne çevrilmektir.

İstanbul, ansiklopedide soluk almıyor, soluk almayı hatırlatıyor. Bir nevi kurumuş yaprak koleksiyonu; rengi hâlâ güzel ama dalından kopalı çok olmuş. Vapur seslerinin, yağmur altındaki arnavut kaldırımlarının, Balat sokaklarında çıkan bozacı çığlığının canlı sıcaklığı yerine, beton bloklar hırıldıyor.

Yine de bu zenginlik çok kıymetli. Ancak İstanbul’un eski hanlarına, taş çeşmelerine, nal sesine, tulumbacısına methiyeler düzülüyor da, bütün o geçmiş kıymetler bir tür vitrinsel fetişe dönüştürülmekten öteye geçmiyor. Oysa şehir yalnızca hatırlanmak için değil, nefes almak için vardır. Ve işte tam da burada, aklımız tıkanıyor.

Çünkü bu akıl, geçmişin estetik parıltısını alıyor ama onun içindeki tarihsel yükü, sınıfsal karmaşayı, çok katmanlı kültürel kırılmaları taşıyamıyor. Hatta bilerek göz ardı ediyor. Modernleşme ile hesaplaşmayı sahte bir kültür eleştirisine; sekülerleşmeyle yüzleşmeyi romantik bir gelenekçilik tasavvuruna; kentsel hafızayı ise salt restorasyon projelerine indirgemiş durumda.

Bir yandan Cumhuriyetle yüzleşmeyi becerememiş, hoyrat bir kimlik; öte yandan onun yerine ne koyacağını hâlâ bilemeyen, postmodern söylemlerle makyajlanan, ama asli yönsüzlüğünü örtemeyen bir zihniyet. Geçmişi seviyor ama yeniden yazamıyor. Geleceği istiyor ama adını koyamıyor. Böyle olunca, İstanbul Ansiklopedisi bir kitap olmaktan da çıkıyor, bugünkü iktidar zihniyetinin içinden çıkamadığı simgesel bir oda hâline geliyor. Geçmişle olan gerilimli bağını ya idealize eden ya da toptan reddeden bir siyasal akıl döngüsünde sıkışıp kalmak gibi. Oysa eser, rafa kaldırılmış olsa bile bakışıyla hâlâ yol arayan bir bellek nesnesi; görkemli ve ayrıntılı, ancak dili doğal olarak geçmişin dili. Bugüne bağlanmadığında parıltısı silikleşip hareketi yitiyor.

Nostaljiyi reddetmemek kıymetli; belleğin duygusu olarak, Koçu’nun devasa çalışmasında bizi metne bağlayan ilk yakıtın o olduğu düşünülebilir. Sorun, nostaljinin kendi üzerine kapanması: geçmişi salt bir huzur dekoru gibi yeniden kuran “onarıcı” nostalji, bugünün ihtiyaçlarına kulak verdiği anda “yansıtıcı” bir güç kazanır. İstanbul Ansiklopedisi tam burada benzersizdir; ayrıntı zenginliğiyle geleceğe de konuşabilecek bir bellek zemini sunar. Eksik olan, eserin kendisi değil, okuma biçimimizdir; bu belleği güncel toplumsal sorulara, kamusal akla ve ortak yaşama dair karar noktalarına bağlayacak dil.

Ankara Ansiklopedisi katılımla yazılan bir metin olacaktır belki de, kim bilir; her madde farklı bir yurttaşın deneyimiyle şekillenebilir. Böylece metin nostaljiye kapanmaz; ölçülebilir olanla günlük hayat ve gelecek tahayyülü yan yana gelir.

İstanbul Ansiklopedisi’nin bize bıraktığı ayrıntılı belleği yanımıza alıp Ankara’ya baktığımızda, aradığımız şey artık yalnızca bir katalog değil, birlikte yaşamayı mümkün kılan pratiklerin kaydını tutan, nefes alıp veren bir yurttaşlık sözlüğüdür; bu sözlükte maddeler, geçmişe saygı duyan ama bugünün ihtiyaçlarına açık bir karşılıkla yazılır: Kızılay’ın yalnızca bir yer değil, söz söyleme ve karşılaşma hakkının eşiği olduğunu, EGO hatlarının yalnızca ulaşımdan öte sınıfsal ve mekânsal hareketliliğin ritmini çıkardığını, kütüphanelerin, okuma salonlarının ve hatta zamanı yavaşlatan büyük parkların eşitsizliği azaltan sessiz altyapılar olarak nasıl çalıştığını, Eymir ve Mogan kıyılarında kamusal mülkiyet ile ekolojik duyarlılığın gündelik bedensel deneyime nasıl bağlandığını, pazarların ve semt merkezlerinin kadın emeği, ekonomi ve dayanışma arasında sıcak düğüm noktaları olduğunu anlatır.

Ankara Ansiklopedisi katılımla yazılan bir metin olacaktır belki de, kim bilir; her madde farklı bir yurttaşın deneyimiyle şekillenebilir. Böylece metin nostaljiye kapanmaz; ölçülebilir olanla günlük hayat ve gelecek tahayyülü yan yana gelir. Kaldırım yüksekliği ve rampa eğimi kadar yaya geçidinin bekleme süresi, hat yoğunluğu kadar ilk ve son sefer saatlerindeki hayat tarzı, park gölgesinin kuşlara ve yazın öğle sıcağında dinlenen bedenlere sağladığı korunak kadar, belediye duyurularının okunabilirliği ve bir semt evi panosundaki kurs saatleri bile “madde” olur; TBMM veya bir bakanlık binası kadar bir aile sağlığı merkezi, bir fakülte kantini, yurt, dernek lokali, meydandaki gölge çizgisi, bir apartman girişindeki levha –her madde kentin nasıl devinim içinde olduğunu görünür kılar.

Belki de bu ansiklopedi, “Bir kent nasıl hatırlanır?” sorusuna olduğu kadar “Nasıl iyi yaşayacağız?” sorusuna da cevap arar: yürümeyi bir yöntem, erişilebilirliği bir ilke, kamusal aklı bir üslup sayar; dili yalın, iddiası keskindir, çünkü amaç vitrin kurmak değildir bu kenti kuranlara göre; göz hizasından konuşmak ve yurttaşı özne kabul etmektir. Maddeler tek tek birer küçük politika önerisine dönüşebilir: bir meydanın gölgeleme ihtiyacını, bir parkın gece güvenliğini, bir hattın aktarma yükünü, bir kütüphanenin gece açık kalma saatini, bir semt pazarının atık yönetimini, bir okulun yaya güvenliğini somutlaştırır; böylece ansiklopedi, şikâyet defteri değil, çalışkan bir tahayyül defteri olur. Bu tahayyül, Ankara’nın çoktandır bildiği bir şeyi tekrar kurar: inancı, yürümeyi, insanlığı ve aydınlanmayı aynı cümlede buluşturmanın mümkün olduğunu; yani bilgiyi yalnızca depolayan değil, paylaşmayı ve birlikte yapmayı çoğaltan bir kent dilinin yazılabileceğini. Ankara Ansiklopedisi böyle yazıldığında, geçmişe gömülmeden geçmişi kullanan, bugünü ölçerken yarın için hedef koyan, olayların değil olanakların kitabı haline gelir ve bellekle tahayyülün yan yana sağlam durduğunda bir kenti güçlendiren en iyi ikili olduğunu gösterir.

Fakat Ankara tahayyülü de kendi kör noktalarını taşır: Katılım çoğu zaman simüle edilen bir ritüele indirgenir; halktan fikir istenir ama kararı yine birkaç uzman verir. Ölçülebilir olanın siyaseti, yürüyenin gölgesini, bekleyen çocuğun sabrını, gece çalışan kadının güvenlik kaygısını ve yaşlının bankta nefeslenme hakkını sayılara çevirirken, tam da bu sayılar üzerinden itiraz edilebilecek alanları sterilize eder; düzen iyidir ama aşırısı, spontane hayatın kıvrımlarını törpüler. Kentin vitrini pürüzsüzleştikçe kamusal alan kullanım kılavuzuna dönüşür: meydanın sesi kısılır, parkın gölgesi dosyalanır, pazar yerinin gürültüsü yönetilir.

“Kimin Ankarası?” sorusu burada keskinleşir; resmi tahayyülün merkezinde çoğu kez erkek, seküler, gündüz-mesaili yurttaş varsayımı yer alır; göçmen, işçi, gece vardiyası, engelli, LGBTQ+, çocuk ve yaşlı bu kadraja ancak istisna olarak sığar. Geçmişle ilişki de kırılgandır: “Yeni” adına, bellek yoksullaştırılır çoğu zaman; eski mahallelerin canlı delili, yalnızca restorasyon estetiğine hapsedilmiş bir dekor olarak yaşatılır ve ansiklopedi, anlatı gücünü temizlenmiş bir hikayeye borçlu sanır. Oysa tahayyülün kendisi, itirazı ve çatışmayı içermiyorsa -yani yurttaşı özne kılmıyor, kararı mekanla birlikte müzakere etmiyorsa- Ankara dili tekrar yukarıdan aşağı bir şemaya döner; “iyi niyetli düzen” bir süre sonra sessizliğin düzenine, veri ise körü körüne yönetimin argümanına dönüşür. Ankara Ansiklopedisi’nin sürdürülebilir gücü, tam burada, tahayyülünü delmeye razı oluşunda yatar: maddeyi yurttaşın eline veren, saha notunu veriye, veriyi anlatıya, anlatıyı öneriye bağlayan değil; hata yapma, düzeltme ve çoğalma hakkını metnin içinde canlı tutan bir vizyon.

O hâlde, bugünü düşünmek ve geleceği kurabilmek için başka bir yere, daha derin ve kapsayıcı bir dizilime ihtiyaç var. Bir Ankara Ansiklopedisi’ne örneğin. Ankara bir yönetim merkezi olmaktan önce bir tahayyül alanıdır. Yeni bir yurttaşlık düşüncesinin, her şeye rağmen elimizdeki en iyi model olması dolayısıyla Cumhuriyet fikrinin, aydınlık bir kamusal aklın, geçmişiyle yüzleşebilen ama geleceğini de tasarlayabilen bir kolektif hafızanın yurdu. Bugünün Türkiyesi hatırlamakla yetinemez; sorgulamalı, hesaplaşmalı ve nihayetinde kendi geleceğini inşa edecek aktif bir düşünme biçimine kavuşmalıdır. Yurttaşıyla gurur duyan, yurttaşına güvenen, onu sadakatle değil katılımla tanımlayan bir siyasal tahayyül zemini için.3Literatürde bir Ankara Ansiklopedisi çalışması bulunuyor. Net Kitaplık Yayınları tarafından yayımlanmış. Ancak sahici bir cümle bulmak çok zor bu çalışmada. Her konunun “biraz” anlatıldığı, pek çok konunun yok sayıldığı, başlıkların art arda dizildiği enikonu ideolojik bir katalog.

Notlar

(1) Italo Calvino, Görünmez Kentler, çev. Işıl Saatçioğlu, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2019, 88.

(2) Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi. İstanbul, 1958, Cilt. 7, s. 3940.

(3) Literatürde bir Ankara Ansiklopedisi çalışması bulunuyor. Net Kitaplık Yayınları tarafından yayımlanmış. Ancak sahici bir cümle bulmak çok zor bu çalışmada. Her konunun “biraz” anlatıldığı, pek çok konunun yok sayıldığı, başlıkların art arda dizildiği enikonu ideolojik bir katalog.

Bunları okudunuz mu?