Adventure Time

Bir Ütopya Olarak 19 Mart

Finn ve Jake’in dünyası, absürdün yalnızca bir eğlence değil, başka bir toplumsallığın denemesi olduğunu gösterir. Bu dünya, Gezi’deki mizahın ve 19 Mart sürecindeki yaratıcı pratiklerin hatırlattığı şeyle yan yana düşünülmez mi?
Okuma listesi
Editör:

Bugünün gençlik hareketlerini anlamaya çalışırken karşımıza çıkan en çarpıcı şeylerden biri, onların sokağa taşan arzularının artık yalnızca geleneksel politik zeminlerle sınırlı olmaması. İnternetin, sosyal medyanın ve dijital ağların açtığı kamusal alanlarda, gündelik olanla politik olan birbirine hiç olmadığı kadar yaklaşıyor. Bir meme, bir video ya da bir kısa süreli kampanya aniden kitlesel bir direnişin kıvılcımı olabiliyor. Fakat bu görünürlük bolluğunun içinde belki de en büyük eksiklik, gelecek tahayyüllerinde belirgin bir ütopya ufkunun kaybolmuş olması. Acaba gençliğin radikalliği, bu eksikliği yeni bir biçimde doldurabilir mi? Belki de sorulması gereken şey, bu hareketlerin hâlâ imkânsızı isteme potansiyeline sahip olup olmadığıdır.

Derviş Aydın Akkoç’un Yarım Kalmış Arzu ya da Bir Yenilgi Hikâyesi: Pinokyo başlıklı yazısı bu soruları kafamda yankılatan ilk metinlerden biri oldu. Akkoç, Pinokyo’nun hikâyesini yalnızca bir çocuk masalı olarak değil, arzunun daima eksiklikle kurduğu ilişki üzerinden okur. Bir kuklanın insan olma arzusunu tamamlanmış bir başarı öyküsü olarak değil, yenilgiye yazgılı bir süreç olarak ele alır. Bu bakış açısı, arzunun hiçbir zaman tam anlamıyla doyuma ulaşmadığını ve bu eksikliğin aslında yaratıcı olduğunu gösterir. Pinokyo, hiçbir zaman tam anlamıyla “insan” olamaz, belki de olması da gerekmez. Bu yarım kalmışlık tam da özneyi üreten şeydir. İşte bu düşünce, beni kendi kuşağımın ve benden sonra gelen kuşağın hikâyesine bakmaya itti. Acaba bugün bizim Pinokyo’muz kimdir? Ya da hangi hikâye, bugünün gençliğinin arzularını, yenilgilerini ve ütopya imkânlarını daha iyi taşır?

Benim cevabım Adventure Time. Çünkü bugünün gençliği, Pinokyo’nun masalsı gerçekçiliğinden ziyade, Adventure Time’ın absürt dünyasına daha yakın görünüyor. Adventure Time, 2010-2018 yılları arasında yayınlanan, hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap eden sıra dışı bir animasyon dizisidir. Ooo Diyarı’nda geçen hikâye, insan çocuğu Finn ve sihirli köpeği Jake’in maceralarını anlatır. Yüzeyde eğlenceli ve absürt bir atmosfer sunsa da, dizinin derininde dostluk, kayıp, zamanın geçişi ve varoluş gibi felsefi temalar işlenir. Renkli karakterleri, deneysel anlatımı ve şiirsel yaklaşımıyla Adventure Time, modern animasyonun kült eserlerinden biri haline gelmiştir. Bu kıyamet sonrası diyarda, Finn ve Jake’in maceraları çocukça bir oyun havası taşır, fakat bu oyun aynı zamanda ciddiyetle de örülüdür. Her bölümde, mantıksız gibi görünen bir olay aslında yeni bir varoluş biçimini işaret eder. Bir köpeğin bedenini istediği gibi esnetebilmesi, bir buz kralının yalnızlığı ya da şekerden yapılmış bir krallığın varlığı ilk bakışta tuhaf bir estetik kurar. Fakat bu absürtlük içinde sürekli sorulan şey şudur: Başka türlü bir dünya mümkün olabilir mi?

Ernst Bloch, Umut İlkesi’nde ütopyayı sadece geleceğe ertelenmiş bir hayal değil, şimdinin içinde gizil halde var olan bir yönelim olarak görür. Ona göre insanlık hep “henüz-olmayan”a doğru yaşar. Henüz var olmayan ama arzulanan, düşlenen, ima edilen bir gelecek şimdinin çatlaklarında kendini hissettirir. Bloch’un bu kavrayışı, Adventure Time’ı izlerken çok canlı biçimde duyulur. Çünkü bu dünya bir yıkıntının ardından doğmuştur ve her şeyin sonrasındadır. Fakat tam da bu yıkımın içinde yeni ilişkiler, yeni yaşam biçimleri ve yeni kolektiviteler doğar. Belki de ütopya tam olarak buradadır: var olmayanın bir gün var olabileceğini hissettiren o çocukça ciddiyette. Absürtlüğün bu üretici niteliği aslında tarihte defalarca politik bir estetik olarak sahneye çıkmıştır. Dada hareketi, Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkıma absürt imgeler ve saçma görünen jestlerle karşılık verdi. Onların amacı yalnızca sanat yapmak değil, aklın ve düzenin tıkadığı yerde yeni bir özgürlük imkanı yaratmaktı. Sitüasyonist Enternasyonal de 1968’de sokağa taşan hayal gücünü benzer bir şekilde işletti. “İmkânsızı iste” sloganı, yalnızca bir politik çağrı değil, aynı zamanda bir estetik ve varoluş tavrıydı. Oyunla, ironiyle ve absürt müdahalelerle gündeliği dönüştürmek, sokakları bir tiyatro sahnesine çevirmek mümkündü. Yakın dönemde Gezi Direnişi de benzer bir enerjiyi açığa çıkardı. Absürt mizah, yaratıcı sloganlar ve beklenmedik kolektif estetik formlar direnişin kendisini var eden politik gücün ayrılmaz parçası oldu.

Gezi Direnişi, Türkiye’de absürt estetiğin politik bir kuvvete dönüşmesinin en canlı örneklerinden biriydi. Tazyikli suya karşı şemsiyeler, polis barikatlarının önünde dans eden bedenler, duvarlara yazılan yaratıcı sloganlar, hatta biber gazı altında limon paylaşmanın kendisi bile absürdün bir politik jest olarak hayatın içine nasıl sızabileceğini gösterdi. Burada absürtlük, yalnızca gülmek ya da mizah üretmek için değil, korku düzeninin ritmini bozmak için işledi. “Mustafa Keser’in askerleriyiz” gibi sözler, devletin dayattığı ciddiyetin altını oyuyor ve otoritenin kudretini görünür biçimde zayıflatıyordu. Böylece Gezi, absürtlüğün toplumsal hareketlerde nasıl bir özgürleşme estetiğine dönüşebileceğini kanıtladı. Bu deneyim, 19 Mart sürecinde yeniden hatırlanması gereken bir şey değil mi? Çünkü bugün de gençlik hareketleri, yalnızca öfkeyle değil, aynı zamanda hayal gücüyle var olabiliyor. Bu ortak dilin sert sloganlarla değil, bazen absürt imgeler ve yaratıcı jestlerle kurulması, hareketin hem kapsayıcılığını hem de direncini artırıyor. Gezi’deki mizahın açtığı alan, 19 Mart’ta da genç kuşağın ütopya arzusunu yeniden üretebileceği bir zemin olabilir mi? Belki de tam da bu nedenle absürdün estetik ve politik imkanlarını yeniden düşünmek, imkânsızı istemenin yolunu açacak.

19 Mart ve sonrasında gelecek olan sürec, Gezi’nin ardından doğan kuşağın kendi dilini ve araçlarını yeniden sınadığı bir laboratuvar gibi görülebilir. Gezi’deki yaratıcı mizah ve absürtlük, sokaklarda deneyimlenmiş bir özgürlük biçimiydi. Fakat bu deneyim kısa sürede bastırıldı ve geriye bir hafıza ile birlikte güçlü bir arzunun yarattığı boşluk kaldı. 19 Mart, işte tam da bu boşluğu yeniden doldurmanın, yani ütopyasızlığın içinden yeni bir ütopya çıkarmanın denemesi olarak okunabilir mi? Belki de bu süreç, Gezi’nin eksik bıraktığı ütopya imgesini tamamlamak için gençliğe verilmiş bir fırsattır. Bu laboratuvarın işleyişinde absürtlüğün rolü daha da belirginleşiyor. Çünkü absürt olan, yalnızca baskının duvarlarını çatlatmaz, aynı zamanda bir araya gelmiş kalabalıkların birlikte düş kurmasına da imkan verir. Bir pankarttaki kelime oyunu, bir maskenin beklenmedik komikliği ya da sokakta ansızın yükselen müzik, politik öfkeyi bir estetik deneyime dönüştürür. Bu deneyim, Bloch’un sözünü ettiği “henüz-olmayan”ı işaret eder; yani orada kurulan küçük bir absürt jest, gelecekte kurulacak daha geniş bir özgürlük ufkunun minyatürü olabilir. Bu durum ütopyanın yalnızca teoride değil, sokağın absürt estetiğinde şimdiden yaşanabileceğini hatırlatmakta.

Adventure Time’ın absürt dünyasında saçma görünen her ayrıntı, aslında başka bir varoluş biçimini mümkün kılar. Finn ve Jake’in tuhaf yaratıklarla kurduğu dostluklar, yıkıntıların üzerinde kurulan şekerden krallık ya da buzun ortasında açığa çıkan sevgi arayışı, absürdün yalnızca bir eğlence değil, başka bir toplumsallığın denemesi olduğunu gösterir. Bu denemeler, Gezi’deki mizahın ve 19 Mart sürecindeki yaratıcı pratiklerin hatırlattığı şeyle yan yana düşünülmez mi? Belki de her üçünde de ortak olan, absürtlüğün geleceği tahayyül etmenin gizli dili olmasıdır.

Gezi’de bir duvar yazısının yarattığı kahkaha, otoritenin çatlaklarını görünür kılmıştı. 19 Mart’ta farklı grupların absürt imgelerle kurdukları kolektif jestler, yeni bir kamusal alanın kapısını aralayabilir. Adventure Time ise bize bu absürtlüğün estetik gücünü hatırlatıyor: çocukça, oyunbaz, saçma görünen ama tam da bu yüzden özgürleştirici. Ernst Bloch’un dediği gibi ütopya, geleceğe ertelenmiş bir hayal değil, şimdinin içinde filizlenen bir yönelimdir. Absürdün estetik jestleri, işte bu filizlerin en canlı hali olabilir.

Bugün gençlik hareketlerinin önündeki en büyük sorun ütopyasızlık gibi görünüyor. Fakat belki de ütopya, sandığımızdan daha yakında. Belki de o, bir şarkının absürd sözlerinde, bir protestonun beklenmedik mizahında ya da bir çizgi filmin saçma maceralarında şimdiden yaşamaya başlamıştır. Sorulması gereken şey şudur: Bu absürd jestleri biriktirerek yeni bir toplumsal tahayyülün tohumu haline getirebilir miyiz? Eğer cevabımız evet ise, o hâlde ütopya kayıp değil, sadece absürtlüğün içinde gizlenmiş durumda. Ve onu bulmak için yapılacak tek şey, imkânsızı istemeye devam etmektir.

Bu örnekler bize şunu düşündürmüyor mu: Absürt, yalnızca bir kopuş estetiği değil, aynı zamanda ütopyanın işaret fişeği olabilir mi? Adventure Time’ın absürt dünyası da belki bu yüzden bugünün gençliği için anlamlıdır. Çünkü orada saçma görünen her detay, başka bir toplumsal ilişkinin mümkün olabileceğini duyurur. Absürtlüğün açtığı estetik ve politik imkan, rasyonel düzenin sınırlarını parçalayarak yeni dayanışma biçimlerinin doğabileceğini hissettirir.

Benim için Adventure Time, yalnızca bir çizgi film değil. Onun absürt ve rengârenk dünyasında, bugünün gençlik hareketlerinin sezgisel arayışını görüyorum. Çünkü o dünyada mantıksızlık, yenilgiyi değil, yeni imkânları işaret eder. Finn ve Jake’in maceraları çoğu zaman sonuçsuz kalır ya da başka bir tuhaflıkla kesintiye uğrar. Ama işte tam da o sonuçsuzlukta, yeni bir şeyin mümkün olduğunu duyuran bir açıklık vardır. Derviş Aydın Akkoç’un Pinokyo üzerine yazısında tarif ettiği yarım kalmış arzunun bana düşündürdüğü şey de bu: Belki de arzularımızın tam anlamıyla gerçekleşmemesi, onların bitmediği ve hep yeni biçimlerde geri döndüğü anlamına gelir. Bugün de ütopya, tamamlanmış bir gelecek değil. Absürtlüğün içinde gizlenmiş, beklenmedik bir yerde aniden ortaya çıkabilen bir olanak. Belki de tüm bu hikâyeler şunu hatırlatıyor: Dünyanın absürtlüğü, bizi çaresiz bırakmak zorunda değil. Aksine, imkânsızı istemek için bir başlangıç noktası olabilir. Ve eğer ütopya bugün kayıp gibi görünüyorsa, o hâlde onu yeniden çağırmanın yolu, absürtlüğün açtığı çocukça ama ciddi imkânları ciddiye almaktan geçiyor. Benim için Adventure Time’ın önemi de burada: Henüz-olmayanı hissettiriyor, ütopyanın hâlâ mümkün olduğunu fısıldıyor.

O hâlde Adventure Time, gençlik hareketleri için bir soru ortaya atıyor: Dünyanın absürtlüğünü kabul edip onu yeni ilişkiler kurmak için kullanabilir miyiz? Eğer ütopya kaybolmuş gibi görünüyorsa, belki de o hâlâ burada, absürdün içinde, imkânsızı istemeye cesaret edenlerin ellerinde gizlidir.

Kaynaklar

Derviş Aydın Akkoç, Yarım Kalmış Arzu ya da Bir Yenilgi Hikâyesi: Pinokyo, Birikim dergisi.

Ernst Bloch, Umut İlkesi, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2020.

Guy Debord ve Sitüasyonist Enternasyonal metinleri, 1967-1968.

Bunları okudunuz mu?