“Tanrı varsa bile beni niçin umursasın?” Bu, dine karşı eski ve güçlü bir argümandır. Bu görüşün bayraktarı, Helenistik dönemin cezbedici ve en kışkırtıcı karşı kültürünün kurucusu olan Epikuros’tur (MÖ 341-270). Konuya ilişkin giriş kitabımda açıkladığım üzere Epikurosçuluk, dünyanın sınırsız bir boşlukta akan ve çarpışan atomlardan oluştuğu inancından doğmuştur. Bu öğreti, (ne yazık ki) adıyla ilişkilendirildiği üzere sefahat âlemine bir davet değildi. İnsan yaşamını tanrısal iradeyle yönetilen bir evren bağlamında değerlendirme eğilimindeki geleneksel bilgelikle mutabık olan Sokratik geleneğe karşı bir meydan okumaydı.
Stoacılar ve Platoncular, logos‘un, yani akli düzenin, insanın seçimlerini kozmik yasaya bağlayabileceğini düşünüyordu. Dolayısıyla kozmik yasa insan eylemlerine uygulanıyordu; bu da evreni yöneten aklın, doğruyla yanlış arasındaki farkı, fanilerin görece küçük dünyasında bile gözetiyor demekti. En kadim ahlakçılar kendi aralarındaki birçok ciddi farka rağmen seçimlerimizin, gökkürelerin müziğiyle ya ahenk ya da tezat içinde olabileceğini ileri sürme eğilimindeydi.

Epikuros bunların tamamını bir kenara attı. Onun iddiası, düşüncesinin aleyhtarlarınca ortaya atılmış o kirli karikatürü kadar göz kamaştırıcı değilse de en az onun kadar sarsıcıydı. Ateizmi tümüyle savunmuyordu, ama gelecek ateistlere epey cephane sağladı. Bizzat Epikuros, öğrencisi Monokeus’a yazdığı bir mektupta “Tanrılar vardır, bu gerçeğe ilişkin bilgimiz apaçıktır, ancak onlar çoğu insanın sandığı gibi değildir” demekten memnundu.
Mesele ilahi varlıklara inanmakta değil, böylesi varlıkların fanileri bir an olsun düşüneceği gibi abes bir varsayımdaydı: “İnsanların tanrılar üzerine, onların kötüleri cezalandırıp iyileri ödüllendirdiğini öğreten bu iddiaları fıtri kanaatler değil, yalnızca hatalı varsayımlardır.” (Diogenes Laertius, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri)

Ne tür bir boyutlar ötesi üstün zekâ, “doğru” ve “yanlış” gibi salt insanca kaygılarla uğraşmaya tenezzül ederdi? İnsanoğlu gibi cılız bir bataklık yaratığının üç günlük ömrü nasıl olur da tanrıları alakadar eder ya da onlara atfedilmiş mükemmel sükûneti bozar? Lucretius (c.94–55 BC), Epikurosçu iddiaları Geç Cumhuriyet Dönemi Roma’sının aydın kesimlerine mısralar hâlinde sunarken tanrıların muhtemelen olayların doğal seyrini isteseler dahi değiştiremeyeceğini de eklemiştir.
Lucretius De rerum natura şiirinin ikinci kitabında fizik yasalarını düşünün der: natura videtur / libera continuo, dominis privata superbis, / ipsa sua per se sponte omnia dis agere expers (“dosdoğru görünür doğa, büsbütün özgür, kibirli efendilerden yoksun, neylerse kendi kendine, dilediğince, tanrılardan bağımsızca eyler”). Şunu da ekler: Eğer tanrılar insan işlerine adaleti sağlamak için müdahalede bulunsalardı sonuçlar öylesine karmakarışık olurdu ki yalnızca müthiş bir hünersizliğe delalet ederdi.
nam pro sancta deum tranquilla pectora pace
quae placidum degunt aevom vitamque serenam,
quis regere immensi summam, quis habere profundi
indu manu validas potis est moderanter habenas,
quis pariter caelos omnis convertere et omnis
ignibus aetheriis terras suffire feracis,
omnibus inve locis esse omni tempore praesto,
nubibus ut tenebras faciat caelique serena
concutiat sonitu, tum fulmina mittat et aedis
saepe suas disturbet et in deserta recedens
saeviat exercens telum, quod saepe nocentes
praeterit exanimatque indignos inque merentes? (2.1093–1104)
soruyorum, huzurlu bir ömür, sakin bir yaşam süren
tanrıların dingin yüreklerinin kutsal barışı adına
kim yönetebilir bütün sonsuzluğu
kim tutabilir ölçüyle derinlerin yaman dizginlerini
kim döndürebilir aynı anda tüm gökleri
ve esir aleviyle yakabilir ongun toprakları
kim her zaman, her yerde olabilir
bulutlarla karanlığı getirir
göğün duruluğunu gürültüyle bozar
şimşekler çaktırır
kendi tapınaklarını yıkar
ıssıza çekilip öfkeyle savurur mızrağını
ki çoğu kez suçluları es geçer de
alır masumun canını

Bu, David Hume’nin (1711-76) Epikuros’un düşüncelerini yirmi yüzyıl sonra yeniden dillendirerek ilahi takdire karşı İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma (1748) adlı eserinin cüretkâr on birinci bölümünde öne sürdüğü iddiaydı. Tanrıların adaletinin hâlihazırda tamamen değil de kısmen tecelli ettiğini savunanlara Hume’un Epikuros’u şöyle cevap verir: “Adaletin derecesini belirlemek için hiçbir sebebiniz yoktur, onu halihazırda ne kadar görüyorsanız, işte o kadardır” –demem o ki pek de fazla değil (§109).
Epikuros’un MÖ. 4. yüzyıldaki kuşkuları, Hume’nin 18. yüzyılda yazdığı kitapta daha da güç kazanır. Aradan geçen yüzyıllar Kopernik ve Newton devrimlerini de beraberinde getirmiş, evrenin sınırlarını sanılandan çok daha öteye fırlatmış, insanlığı hayalî merkezinden çok daha uzaklara atmıştı. Epikurosçular dünyamızın sonsuz çeşitlilikteki mümkün ve gerçek gezegenlerden, hatta evrenlerden yalnızca biri olduğunu, metakosmia‘da, dallı budaklı dünya manzarasında özel bir yer tutmadığını ileri sürmüşlerdi. Yeni Çağ’ın başlangıcında, ilginç biçimde, Epikuros’un haklı olabileceği düşüncesi ortaya çıkmaya başlamıştı.
Bunlar, insani işlere tanrısal müdahale fikrine direnmeyi akla yatkın, hatta sıradan kılan koşullardı. Stephen Hawking bir röportajda “insan ırkı, milyarlarca galaksinin varoşlarından birinde bulunan vasat bir yıldızın yörüngesinde dönen orta büyüklükte bir gezegendeki kimyasal bir köpükten ibarettir” dediğinde, birçokları bu sözleri en sağlam bilimsel kanıtlar temelinde söylenmiş en yalın bir sağduyu örneği diye değerlendirdi.1https://philosophynow.org/issues/89/You_Chemical_Scum_You
Hawking’in bu görüşünü modern bir huzur duasına dönüştürmeye çalışan kişisel gelişim sanayisi bile kurulmuştur. Bu iddiaya göre, değersiz bir evrende yaşamak varoluşsal sancılarımızı, hatta gündelik stresimizi hafifletmeliydi. Bu, kişisel gelişim yazarı ve motivasyon konuşmacısı Oliver Burkeman’ın hayati kararların stresini bile hafifletecek bir yol diye pazarladığı “kozmik değersizlik terapisi”nin özünde yatan düşüncedir. Burkeman internet sitesinde “orta büyüklükte bir gezegende minicik bir bilinç zerresiyim. Sonsuz zamanda, sonsuz uzayda son sürat savruluyoruz. Bu da oldukça rahatlatıcı, bütün bir evren gözünden bakıldığında başarılarımın ya da başarısızlıklarımın hiçbir önemi yok” diye yazıyordu.2https://www.oliverburkeman.com/nobigdeal Evet, sahiden içime su serpildi.
Brukeman, bu yaklaşımının Stoa öğretisinde benzer biçimlerde var olduğunu söylüyor, ancak yanılıyor. Yaklaşımı baştan sona Epikurosçu. Hatta Epikuros’un güzide ilham kaynaklarından biri olan erken dönem atomcusu, bilincin, atomların sonsuz akışında beliren bir kabarcık olduğunu savunan Demokritos’a (MÖ460-370) kulak veriyor. Ona göre bu anlayış, euthymia ya da tanrıların kayıtsızlığına benzer neşeli bir sükûnete zemin hazırlamalıydı, ki bu da Epikuros’un ataraksia dediği, ölüm ve ahirete ilişkin her düşüncenin terk edilmesiyle erişilmesi beklenen mutlu bir tasasızlık hâlinin habercisiydi.
Biyograf Diogenes Laertiusi şöyle yazmıştı: Demokritos’a göre “yaşamın gayesi euthymia’dır, ki bu bazılarınca yanlış anlaşıldığı üzere, hazla özdeş değildir, ruhun hiçbir korku, batıl inanç ya da başka bir arzuyla tedirgin edilmeksizin huzur içinde, istikrarla yol aldığı bir hâldir.” (Diogenes Laertius, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri) Kozmik değersizlik zihni ferahlatır.
Daha önce de ciddi kusurları bulunduğunu belirttiğim yarı bilimsel varsayımlar bir yana, bu yaklaşımla ilgili olarak bir de şunu sormalı: İnsan, kozmik değersizliği memnuniyetle mi karşılamalı?3Spencer A. Klavan, Light of the Mind, Light of the World: Illuminating Science Through Faith, 2024. Bir bakıma evet. Evren gerçekten de yalnızca bir molekül fırtınası ve ışık yılı üstüne ışık yılı boyunca kâinat okyanusuna dalga dalga dökülen bir radyasyon seliyse ufak tefek şeyleri dert etmeyi bırakabiliriz. Gökkubbeyi düşünürken bahsettiğimiz zaman aralıkları ve büyüklüklere oranla her şey ıvır zıvırdan başka nedir ki? Fakat ne yazık ki bu “önemsizlik” her şey için geçerlidir: yalnızca seminere katılımınız için değil, evliliğiniz, aileniz, çocuğunuzun ilk yaş günü, ebeveyninizin defni, bilime ya da edebiyata katkılarınız, soyunuz, uygarlığınız, türünüz ve gezegeniniz için de. Küçük, küçük, küçük.

Bu, Epikurosçuluk ve Kozmik Değersizlik Terapisi taraftarlarını faka bastıran çetin bir ikilemdir: Küçük şeyler önemsizse her şey önemsizdir. Ehemmiyet arz edecek kadar büyük şeyleri küçük şeylerden ayıracak çizgiyi çekebilmemizin felsefi açıdan kesin bir yolu yoktur. Kentler önemli, bireyler önemsiz midir? Gezegenler önemli, ülkeler değil midir? Kuasarlar önemli de kuarklar değil midir? Belki de ülkeler gibi büyük şeyler insanlar gibi daha küçük şeylerden daha önemlidir. Bu önermeyi doğru farz edelim, bu durumda halk gibi bir bütünün önemi varsa bu ancak içindeki bireylerin en azından bir miktar önemi olduğu içindir. Ve o küçük hayatlara yüklediğimiz ahlaki değerlerin toplamı, örneğin Amerika’nın pek çok düşmanından biri yarın ülkeyi nükleer bir saldırıyla yerle bir ederse verilecek kaybın toplamına eşittir.
Üstelik, gündelik yaşantımızda bu şekilde düşünmeyiz, bir şeyin önemini, boyutlarını ölçerek hesaplamayız. Bir insan yavrusu, büyük bir kayadan daha mı az değerlidir? Ya ortalamadan azıcık kısa bir yetişkin insan? Böyle düşünmek yalnızca ölçümler çok yüksek rakamlara vardığında aklımıza gelir, sanki fiziksel büyüklüğün değerle herhangi bir alakası varmış gibi. Akıl, zaman ve mekânın uçsuz bucaksızlığını sindirmeye çabalarken bir noktada öyle allak bullak olur ki sarhoşmuşçasına gevezeliğe başlar. Tartışmayı yeniden tasavvur edilebilir büyüklüklere getirdiğimizde, bu düşünce tarzının bir saçmalık olduğunu görürüz. Nicelikte anlam arayan bu mantık silsilesi bir çıkmaz sokaktır. Anlam, şayet böyle bir şey varsa, bambaşka bir yerden kaynaklanmalıdır.

Her ne kadar aksini söylesek de pek çoğumuz, bireysel yaşam düzeyinde anlamın var olduğuna dair güçlü bir sezgiyle hareket ederiz. Bu temel sezgiyi bastırmaya ya da hükümsüz kılmaya çalışmanın ahlaki sonuçları, geçerli gözlemin mümkünlüğünden kuşku duyarken bilimsel bir deney yapmaya kalkışmak kadar korkunç ve gülünçtür. Eğer “ahlaki değer” gibi ifadelerin gerçekten bir anlamı varsa bu anlam, evrim sürecinde genlerimize kodlanmış işlevsel bir kurmaca olmakla kalmayıp varoluşun dokusuna işlenmiş olmalıdır. Durum böyleyse doğru ve yanlış duygumuzun, ne kadar silikse de, evrenin tamamını yöneten logosun bir yansıması olduğu ihtimali tüyler ürpertici biçimde makul görünmeye başlar.
Bugün fizik yasaları hakkında Aristoteles’in bildiğinden çok daha fazlasını biliyor olmamız, buna inanmamamız için daha az sebebimiz olduğu anlamına gelmez. Aslında, fizik yasalarının varlığı bile düşünce yapımızın, evrenin yapısıyla bir şekilde ilişkili olduğunun başka bir işarettir. Eğer Einstein yeryüzünde, ofisinde, yıldız ışığının güneşin yanından geçerken büküleceğini öngörmesine yol açan bir fikir üretebiliyorsa o hâlde zihnimizin en azından bazı kısımları yalnızca yerel çevremize bir tepki olarak değil, varoluşun en öte yıldızlara dek uzanan iskeletiyle de uyum içinde yapılanmıştır. Söylediğimiz ya da söyleyebileceğimiz her şey, bir tek şu inanç ilkesine bağlıdır: William James’in İnanma İradesi eserinde dile getirdiği gibi: “Bir hakikat vardır, zihinlerimiz ile o hakikat de birbirleri için yaratılmıştır.”
Benzer biçimde, yaşamın bir değeri ve anlamı varsa, bu ancak yaşam yeterli bir niceliğe ulaştığından ya da belirli bir süreyi aştığından değil; değer ve anlamı o anki koşullara uydurmak üzere icat ettiğimiz için değil, onlar evrenin, yıldız ışığı görürcesine bir kesinlikle gördüğümüz temel bir unsuru olduğu için vardır. Adalet de dış dünyanın yapısal bir düzeyinde gerçekten mevcutsa o hâlde karşı karşıya olduğumuz şey yalnızca gayrişahsi matematiksel doğruları değil, mutlak iyi ve kötü gibi değerleri de içeren bir dünyadır. Bunlar, da doğaları gereğince bilinci, iradeyi, coşkunca faal bir aklı zorunlu kılar. Matematik ve ahlak gibi şeyleri konumlandırabileceğimiz belki de tek yer insan bilincinin ve evren mimarisinin yoğun temas noktasıdır. İnsan zihniyle evrenin zihni arasında bir temas noktası.
Öyle görünüyor ki karşımızda iki seçenek var: ya Tanrı yaptığımız her şeyi önemsiyordur ya da kimsenin herhangi bir şeyi önemsemesi için bir sebebi yoktur. 1868’de Lort Alfred Tennyson, Lucretius’un Epikurosçu düşünce zincirini mantıksal sonucuna dek izleyip dehşete kapıldığını hayal etmişti: “Her şey atomdansa tanrılar da atomdan değil midir? O hâlde nasıl bölünmeyebilirler?” (Lucretius, De Rerum Natura). Her şeyin bölünmesi kâbusuna en iyi yanıtı Wordsworth 1807 tarihli methiyesi, “Ölümsüzlük İmaları”nda vermiştir: “En değersiz çiçeğin esintisi verebilir bana/ Gözyaşları için pek derinlerde yatan düşünceleri”. Bilimsel devrimden bu yana rağbet gören kozmik değersizlik öğretisi, daha makul bir hâle gelmedi. Serpilip gelişen evrenimizde küçük şeylerin değerine inanmak için her zamanki kadar sebebimiz var.