Devrimci Rus Sanatına Alkış Tutamayız; O Yalnızca Acımasız Bir Propaganda
Jonathan Jones
Çeviren: Yüsra Yıldız
Garip bir andı. New York Modern Sanat Müzesi’ni ilk defa ziyaret ediyordum, Duchamp ve Brancusi’nin, Cezanne ve Schwitters’ın keyfini çıkarıyordum. Derken içinde yapılandırılmamış mimari modelleri ve başarısız ütopya posterleri içeren beyaz röliker, dini tapınak gibi hissettiren bir odayla karşılaştım. Bu, Modern Sanat Müzesini’nin Rus sanatına olan saygısını gösteriyordu. Neden bu kadar garip görünüyordu?
Çünkü Batı 53. Cadde’de, kapitalist Manhattan’ın kalbindeydik.
Rus Devriminin temsil ettiği her şeyden çok uzak olan bu müzenin, sanki konstrüktivizm ve süprematizm bir mücadele ve şiddet çağının ütopik projeleri değil de sadece havalı estetik keşiflermiş gibi sanatı apolitik bir şekilde yansıtması bana entelektüel açıdan tembelce geldi.
Londra’da Burlington Evi’nin büyük galerileri bu tür kalıntılar için eşit derecede uyumsuz bir ortam gibi gözüküyor, fakat burası Tatlin, El Lissitzky ve ortaklarının Kraliyet Akademisi’nin ses getiren “Devrim: Rus Sanatı 1917-1932” sergisinde saygı görmek üzere oldukları yerdir. 1917’nin 100. yıldönümünü başlatan bu serginin başlığı tam da ticari bir hedefe yönelik; ülkedeki her idealist genç bilet almak için can atacak.
Kraliyet Akademisi dürüst olmak isteseydi sergiyi daha doğru bir şekilde “Karanlık Kare: Rus Trajedisi 1917-1932” olarak adlandırırdı. Lenin dönemi Rus sanatına duyduğumuz hayranlık, insanlık tarihindeki en yıkıcı dönemlerden birini romantize ediyor. Kraliyet Akademisi’nin Hitler Almanyası’ndan büyük bir sergi yapması durumunda doğrudan bir protesto gerçekleşirdi. Fakat devrimci Rus sanatı sanki 20. yüzyılın kitlesel katliamları içinde gözden kaybolmuş gibi.
Bolşevik Partisi, totaliter devrimin öncesinde olan demokratik devrimin yerini aldığı bir darbeyle 1917 Ekim’inde başa geçti. Lenin’in Bolşevikleri, rakipleri karşısında acımasız bir iç savaşta oldukları için tek partili devlet kurma amacıyla başından beri ve artırarak işkence, gözaltı ve idam gerçekleştirdi. Kırsal kesimde yaşayan halk, Bolşeviklerin sözde kapitalist köylüler anlamına gelen “Gulaklar”a karşı yürüttüğü kampanya ile yok edildi. Bu, bir kesim insanı şeytanlaştırarak Nazizmi önceleyen gerçek olmayan toplumsal düşmana karşı yürütülen bir savaştı. Tarım çöktüğü için iç savaş ve zorunlu kamulaştırmanın sonucu olarak milyonlarca insan 1921-22’de ve aynı şekilde 1932-33’te açlıktan hayatını kaybetti.
Lenin’in devrimini pembe gözlüklerle “iyi bir şey” olarak, sadece “kötü” Stalin her şeyi mahvettiği için yanlış giden “ütopik” bir rüya olarak görmek, peri masallarına inanmaktır. Her ne kadar felaket olsa da, sanatçılar bu devrimi cesur modernist propagandayla destekleme yolları aradılar.
Rus Avangardı 1917 öncesine dayanır. 1915’te Maleviç, soyut sanat fikrini monokrom görüntüyle buluşturan başyapıtı “Siyah Kare”yi resmetti. Picasso’nun kübizm akımından etkilenen Tatlin, dalgaların sürüklediği ağaç dallarından oluşan yüzen bir şehir gibi bir köşeyi ele geçirebilen soyut yapılar olan rölyef kaplamaları zaten üretiyordu.
Devrim ideolojisini empoze etmeye başladığında bu iki büyük sanatçı, her ikisi de devrimci bir geleceğin ütopik bir görüşünü ifade ettiğini iddia eden hareketlere öncülük etti: Süprematizm dünya tarihini ve kozmosu saf biçimlerin soyut geometriciliği olarak haritalar, konstrüktivizm ise ideali gerçeklerden inşa eder. Ortaya konulan sanat şüphesiz 20. yüzyılın etkisi en çok hissedilen sanatlarındandır. Yine de genellikle sergilenme biçimini, tarihi inkâr etmesi ve şiddeti görmezden gelmesi bakımından son derece itici buluyorum.
Abarttığımı düşünüyorsanız El Lissitzky’nin 1919 dönemi ünlü posteri “Beyazları Kızıl Kamayla Hakla”yı ele alalım. Bu posteri anlamak için herhangi bir modern sanat bilgisine ihtiyacınız yok. Kırmızı keskin bir üçgen Drakula’nın kalbine kazık saplarcasına siyah bir kitlenin içine sürükleniyor. Görsel deha, evet, fakat bu posterin asıl tarihsel önemi nedir?
“Beyazları Kızıl Kamayla Hakla” 1917-1922 iç savaşındaki Bolşevik ordusuna destek teşvik eden açıkça bir propaganda resmidir. Bu savaş sonucunda Lenin’in yeni devleti güvence altına alındı, ancak 7-12 milyon insanın hayatını kaybettiği, tarihte neredeyse örneği görülmemiş bir insan kaybı yaşandı. İki taraf da sadece savaşta değil aynı zamanda sivilleri bastırmak için radikal yöntemler kullandı. Bugün hâlâ Rusya’da kökeni bulunan ilk Bolşevik istihbarat ve güvenlik teşkilatı Çeka çok önemli bir rol oynadı. Kırmızı kama gerçekten kırmızıydı, hem de kan kırmızısı.
El Lissitzky’nin posterine apolitik bir şekilde alkış tutmamız ya da daha kötüsü tam olarak neyi temsil ettiğine dair herhangi bir soru sormadan radikal şıklık olarak hayranlık duyup gerçeği unutmamız mide bulandırıcıdır. Bu acımasız şiddete bir çağrıdır. Billy Bragg ve Paul Weller, 1980’lerde pop müziğini politik hale getirme amacıyla bu havalı ismi alıntıladıklarında bu konuda endişelenmişler miydi? Hayır, bunu umursamadılar bile.
Rus Avangardını farklı bakış açılarıyla ele almayı asla sonlandırmayacağız, sonlandırmamalıyız. Fakat bu sanata doğru bağlamında yaklaşmalıyız. Lenin’in Rusya’ya dayattığı acımasız deneyde görkemli bir şey varmış gibi davranmaya devam etmek ya da çok parlak propaganda sanatında masumane bir şeyler görmek tembelce ve ahlaksızca bir yalanı savunmaktır. Belki de Kraliyet Akademisi tam da bu sergiyi açmak üzere, sığ başlığı devrimci şıklıktan para kazanmaktan epey memnun görünüyor. Morning Star isimli gazetenin sanat eleştirmeni şüphesiz dakikasında orada olacaktır. Bense, Gulakları anıyor olacağım.
Sakin ol tatlım, onlar sadece resim: Jonathan Jones’a Cevap
Joe Attard
Çeviren: Efdal Kaplan
Rus Devriminin 100. yıldönümü Donald Trump’ın ciddi uluslararası protestoları kışkırtan rezil kararnameleriyle patlamaya hazır şekilde başladı. Gerginliğin baya yüksek olduğunu ve ortada ciddi bir öfke olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak tüm bu öfke, tek bir Guardian sanat eleştirmeninin müthiş öfkesinin yanında önemsiz kalıyor. Londra’da düzenlenen ve Rusya’nın devrimci dönemine ait tabloların sergilendiği bir sergiye verdiği tepki, geçtiğimiz haftalardaki Trump karşıtı protestolardan kat be kat şiddetli.
Jonathan Jones’un Kraliyet Akademisi’nin 1917-32 arası Rus Sanatı sergisine karşı ağzından tükürükler saçarak yaptığı eleştirileri küçük burjuva sanat eleştirmenliğinin müphem standartlarından baksak bile komik bir histeriden öteye geçmiyor.
Jones şöyle bir fikir yürütüyor: “Lenin’in Rusya’ya dayattığı acımasız deneyde görkemli bir şey varmış gibi davranmaya devam etmek tembelce ve ahlaksızca bir yalandır.”
Sakin ol tatlım, onlar sadece resim.
Kraliyet Akademisi’nin web sitesinde 11 Şubat’ta açılacak sergide; Viktor Kandinski, Kazimir Maleviç, Marc Chagall, Aleksandr Rodçenko gibi eserleri devrimin ateşlerinden doğan ünlü Rus sanatçılarla Rus Devriminin 100. yılının anılacağı yazıyor: “Tüm bu kargaşanın ortasında sanat, yeni ‘halkın’ sanatının hangi biçimde şekilleneceği hakkındaki tartışmalarla birlikte gelişti.” Kraliyet Akademisi’nin açıklaması şöyle devam ediyor: “Fakat bu iyimserlik uzun sürmedi: 1932’nın sonlarına doğru Stalin’in vahşi baskısı yaratıcı özgürlüğün üzerine kalın bir perde çekti.”
Hakkını vermek lazım, bir burjuva galerisine göre gayet makul bir özet olmuş.
1917’nin hemen sonrasındaki muzaffer dönem büyük bir kültürel iyimserlikle doluydu. 1917’den önce sanat ve kültür tamamıyla elitlerin alanıydı, sanat eserlerinin büyük bölümü Troçki’nin “zihnin toplama kampları” olarak nitelediği ihtişamlı sanat galerilerinde kilitliydi. Modest Musorgski’nin veya Pyotr Çaykovski’nin müzikal dehasını bir konserde deneyimlemek ortalama bir işçinin bir aylık maaşına mal olabilirdi.
Bolşevikler, Ekim Devriminden sonra sanatın üzerindeki burjuva ve aristokratik tekele derhal son verdi. Rusya’nın galerilerinin ihtişamlı kapıları halk kitlelerine açıldı ve birçoğu kişisel koleksiyonlardan alınmış ülkenin zengin sanatsal mirası ilk defa işçi ve köylülere sergilendi.
Bu sırada da radikal sanatçılar resimden sinemaya, müziğe, şiire ve mimariye kadar her alanda sınırları zorlayarak yeni dünyaya yakışık bir sanat tarzı yaratmaya heveslilerdi. Devrimin erken dönemi politik sahnede nasıl devler ürettiyse, aynı şekilde kültürde de Sergey Ayzenştayn, Vladimir Tatlin ve niceleri gibi devler üretti.
Ayzenştayn’ın sinemaya katkıları, özellikle de karşıt görselleri duygusal bir etki yaratmak için çarpıştırdığı ve diyalektik ilkeleri sinema kurgu sürecine uyarladığı “diyalektik montaj” inovasyonu, bugün bile uluslararası camiada takdirle anılmaktadır.
Mesela Ayzenştayn’ın şaheseri Potemkin Zırhlısı’nda izleyiciye denizcilerin korkunç yaşam koşullarını anlatmak için çürümüş kurtçuklarla dolu erzaklar ve zayıf düşmüş Kronstadt denizcilerinin görüntüleri gösterilir.
Eyfel Kulesi’ni gölgede bırakacağını hayal ettiği III. Enternasyonal Anıtı için yaptığı çarpıcı tasarımıyla Tatlin, konstrüktivist hareketin önde gelen isimlerinden biriydi. Maalesef hiçbir zaman inşa edilemeyen bu tasarım, mimari hırsın bir harikası olarak kabul edilir.
Kraliyet Akademisi sergisinin Stalin’in kültür bakanı Andrey Jdanov’un tüm sanatı “Sovyet realizminin onaylanmış” tarzıyla sınırlandırması ve yaratıcı dışavurumu baskı altına almasından önceki son büyük Rus sergilerinden ilham aldığı çok açık.
Jdanov’un realist geleneği Stalinist rejime yönelik gamsız övgülerle harmanladığı tatsız kokteyli belki de Jones’un karalamalarını hak ediyor. Sovyet realizmi, Rus halk kitlelerinin çok “zor” olan eserleri anlayamayacağına dair küçümseyici bir ilkeye dayanıyordu, bu yüzden de “burjuva” olarak gördüğü biçimsel deneylerden kendini uzak tuttu.
Sovyet realizmi tüm sanatın devlete övgüler düzmesini de gerektiriyordu. Stalin’in rejimine eleştiri olarak algılanan her şey sıkı bir şekilde sansüre uğradı. Gerçekte Rus işçileri ve köylüleri planlı ekonomideki Stalinist yönetimin zaafiyeti yüzünden ortaya çıkan kıtlıklarda aç kalırken, sanatçılardan halkın parlak komünist bir geleceğe iyimser adımlarla yaklaştığının resmedilmesi bekleniyordu.
Bu makalede bahsedilen tüm büyük sanatçılar Thermidor karşıdevrim sırasında rejimin gözünden düştü. Jdanov döneminde, yeni işçi devletine yakışır sanatsal bir tarz bulmaya gayret eden onlarca yenilikçi soyut ve deneysel sanatçının çalışmaları birden “burjuva” ve “biçimci” olarak yaftalandı. Pek çoğu sürgün edildi, hapsedildi ya da daha kötüsü… Bay Jones bu gerçekleri göz ardı ediyor.
Sergi Kandinski ve Maleviç’in canlı soyut kompozisyonlarından Ayzenştayn ve Dziga Vertov’un öncü eserlerini segileyecek film enstalasyonlarına kadar pek çok başyapıtı kapsayacak. Bir sanat sever için kaçırılmayacak bir fırsat.
Bay Jones, Britanya’nın önde gelen “solumsu” gazetesinde köşe yazarlığı yapmasına rağmen pek de etkilenmiş gibi durmuyor. Makalesi, Kraliyet Akademisi gibi muhterem bir kurumun “mücadeleler ve şiddet çağından ütopik projeler”e ev sahipliği yapması gibi bir küstahlığa karşı ahlaki bir öfke kusuyor.
“Lenin dönemi Rus sanatına duyduğumuz hayranlık, insanlık tarihindeki en yıkıcı dönemlerden birini romantize ediyor” diyerek sergiyi yerden yere vurmaya devam ediyor Jones.
Oldukça suçlayıcı bir değerlendirme. Serginin açılmasına daha bir hafta olması bu değerlendirmeyi daha da şaşırtıcı kılıyor. Anlaşılan açık fikirli olmak bugünlerde aydınlara yaraşır bir erdem olarak görülmüyor.
Bay Jones’un düşmanlığı sözde “at nalı” teorisine dayanıyor. Akılsız liberaller tarafından destek gören bu yanlış düşüncenin özünde, sağdan ve soldan “aşırı” ideolojilerin temelde birbirinden ayırt edilemez olduğu fikri yatıyor:
“Kraliyet Akademisi Lenin’in döneminden Rus sanatını sergiliyor, fakat biz Lenin’in rejiminin totaliter şiddetinin Nazizmden aşağı kalır bir yanı olduğunu unutmamalıyız. Kraliyet Akademisi’nin Hitler’in Almanya’sından büyük bir sergi yapması durumunda doğrudan bir protesto gerçekleşirdi. Devrimci Rus sanatı sanki 20. yüzyılın kitlesel katliamları içinde gözden kaybolmuş gibi.”
Jones’un klasik at nalı kavrayışında Hitler’in Almanya’daki rejimi zalimdi ve milyonları öldürdü, aynısı Sovyetler Birliği için de geçerli. Dolayısıyla Nazizm ve sosyalizm, en azından devrimci biçimi, basitçe aynı şey olmalı. Haliyle Rus devriminin sanatını övmek de kitlesel cinayetleri övmek demek oluyor.
Bununla da yetinmeyen Jonas, Ekim Devrimi ve Rusya’daki Bolşevik iktidarının Nazizm için bir tür “prova” olduğunu iddia ediyor. Bolşeviklerin Alexander Kerenski’nin geçici hükümetine yaptığı “darbe”den ve Lenin’in gücünü pekiştirmek için uyguladığı vahşi ve totaliter taktiklerden dem vuruyor.
“Lenin’in Bolşevikleri, rakipleri karşısında acımasız bir iç savaşta oldukları için tek partili devlet kurma amacıyla başından beri ve artırarak işkence, gözaltı ve idam gerçekleştirdi. Kırsal kesimde yaşayan halk, Bolşeviklerin sözde kapitalist köylüler anlamına gelen “Gulaklar”a karşı yürüttüğü kampanya ile yok edildi. Bu, bir kesim insanı şeytanlaştırarak Nazizmi önceleyen gerçek olmayan toplumsal düşmana karşı yürütülen bir savaştı.”
Eğer, Bay Jones sergiyi ziyaret etme zahmetine girerse umarız müzenin hediye mağazasında Rus tarihine dair birkaç kitap bulur. Kitaplardan birini açıp okuması kesinlikle işine yarayabilir.
1917 Şubat’ında çarın emperyalist savaşı yüzünden yoksullaştırılmış, aç ve yorgun Rus halkı gerici çarlık rejimini devirdi; Lenin ve Bolşevikler bunda ufak bir rol oynadı.
Fakat halk kitleleri kısa sürede II. Nikolay’ı görevden almakla gücün sadece çar ile aynı çıkarlara sahip başka bir kliğe aktarıldığını fark etti. Kerenski hükümeti milyonlarca cana mal olmuş ve milyonları yoksul bırakmış savaşı sürdürerek Rus halkının genelinin nefretini kazandı.
Lenin ve Bolşevikler tarafından önerilen alternatif ise “Profesyonel siyasetçilere ve asalak yöneticilere güvenmeyin. Sadece kendi gücünüze güvenin ve iktidarı kendi ellerinize alın” sözleriydi. Dolayısıyla Bolşeviklerin Ekim Devriminden sonra kurdukları, ilk defa sömürülen sınıfların kendi kaderlerine dair doğrudan söz söyledikleri rejim tarihin en demokratik rejimiydi.
Bunun kanıtı da devrimden sonra çoğunluğu Büyük Britanya tarafından desteklenen yirmi bir gerici Beyaz ordunun Rusya’ya saldırmasıydı. Güvenebileceği bir ordusu ve düzgün devlet altyapısı olmayan Bolşevikler çok sınırlı kaynaklarla Rus kitlelerine ve işgalci orduların alt tabaka askerlerine seslenerek Beyazlar’ı dize getirmeyi başardı.
Britanya için savaşan, ezilen Hindistanlı askerler gibi pek çok yabancı asker sonunda Bolşeviklere katıldı ve silahlarını kendi sömürgeci yöneticilerine çevirdi.
Lenin “kan emici, vampir, halkı yağmalayan, vurguncu, kıtlıkla cebini dolduran” olarak nitelediği “Gulaklar” ise zengin köylülerin gerici bir sınıfıydı. Bu hainler iç savaş boyunca ihtiyaç fazlası tahıllarını şehirleri ve Kızıl Ordu’yu beslemek için vermeyi reddetti, işçiler açlıktan ölürken kar elde etmenin yollarını aradı. Tüm devrimi tehdit ettiler, yoksul ve aç kalmış halkı rehin aldılar.
Bolşeviklerin yönetiminde bazı zorunlu kamulaştırmalar olsa da ve kulakların bazıları 1918’deki isyanlarından sonra infaz edilse de, Lenin’in ölümünden çok sonra olan ve Stalin’in iktidara geldiği 1929’a kadar bir grup olarak terörize edilmediler.
Bay Jones’un SSCB tarafından işlenen zulümleri bir Stalinist sapma olarak gören Troçkist görüşleri okumaya pek de zamanı yok: “Lenin’in devrimini pembe gözlüklerle İyi Bir Şey, sadece kötü Stalin her şeyi mahvettiği için yanlış giden “ütopik” bir rüya olarak görmek, peri masallarına inanmaktır.”
Her şeye rağmen Bay Jones’un vurguladığı tüm suçlar, zorunlu kolektifleştirme, 1930’lardaki kıtlıklar, iç savaşın getirdiği ölümler, ya Stalin’in emirleriyle gerçekleşti ya da emperyalist devletlerin desteklediği Çarcı Beyazlar tarafından işlendi.
Aslında Ekim Devrimi’nin kendisi neredeyse tamamen kansızdı. Bir anekdota göre, Ayzenştayn’ın Ekim’inde işçilerin Kışlık Saray’ı bastığı sahnenin çekiminde gerçek Kışlık Saray baskınından daha çok kişi ölmüş. Peri masallarından bahsettiğiniz için Bay Jones, aklıma nedense Pinokyo geliyor…
Bay Jones Bolşevik “propaganda”sına karşı olan saçma ithamlarında, El Lissitzky’nin meşhur 1919 tarihli “Beyazları Kızıl Kamayla Hakla” posterini seçiyor. Bu muhteşem soyut sanat eserinde Kızıl Ordu’nun Çarcı karşıdevrime karşı olan kahramanca mücadelesi birkaç geometrik şekille özetleniyor.
Jones ise “El Lissitzky’nin posterine apolitik bir şekilde alkış tutmamız ya da daha kötüsü tam olarak neyi temsil ettiğine dair herhangi bir soru sormadan radikal şıklık olarak hayranlık duyup gerçeği unutmamız mide bulandırıcıdır. Bu acımasız şiddete bir çağrıdır” diyor.
Peki efendim, bu nasıl bir bağlama oturuyor? Lissitzky İkinci Dünya Savaşı sırasındaki saf propaganda posterlerinden de sorumluydu, Rus halkını Nazizmin saldırısına karşı tanklar üretmeye çağırıyordu. Fakat tabii komünizm ve Nazizm aynı şey değil mi? Al sana at nalı teorisi.
Ya Bay Jones’un Rusya’da ne yaşandığına dair hiçbir fikri yok ya da gerçek rengini belli ediyor. Bu sanat eleştirmeni, Rus halkının desteklemediği Çarcı Beyaz Ordunun işlediği barbarca suçlara dair hiçbir şeyden bahsetmiyor. Tüm eleştirisini sıfır kaynakla en zor koşullarda özgürlük için mücadele etmiş Rus halk kitlelerine yöneltiyor.
Beyaz ordulara karşı olan savaşa “şiddet karşıtı” olarak muhalefet etmek faşist karşıdevrime karşı mücadeleye muhalefet etmektir. Bu Franco’ya karşı İspanyol halkının savaşına ya da Hitler ve Mussolini’ye karşı direnişe karşı çıkmak gibi bir şey.
Aynı eleştirmen engizisyonun katil, fanatik dindar devletlerinde üretilmiş sanatı övmekte bir beis görmüyor. “Şu bir gerçek ki, zalim rejimler ve imparatorluklar dini resmin ve heykelin göz alıcı gerçekçiliğine katkı sunmuştur.” Öyleyse, yapanlar komünist olmadığı sürece zalimlerin sanatında bir sıkıntı yok.
Lissitzky’nin sanatı Rus halk kitlelerinin hayat memat mücadelesinin bir yansımasıdır. Bay Jones’un eleştirisi sadece sanatta tarafsızlık fikrinin sınıf mücadelesinde tarafsızlık fikri kadar yetersiz olduğunu ifşa ediyor.
“Propaganda” ya karşı olan ahlakçı muhalefetine rağmen Bay Jones’un makalesi, Soğuk Savaş’ın zirvesinde New York Post sayfalarında olsa hiç sırıtmayacak türde bir bağnaz anti-komünist propagandaya örnek teşkil ediyor.
Ayrıca Bay Jones’un alaycı bir tavırla “radikal şıklık”ı reddetmesi, Bolşevik Partisi’nin ve onun işçi sınıfını özgürleştirmek için verdiği kahramanca mücadelenin mirasından etkilenebilecek olan -ağzından yel alsın- “idealist” gençlere açık bir gönderme de aynı zamanda.
Belki de Kraliyet Akademisi’ne gelecek harika sanat eserlerinin, kapitalizmin borç, işsizlik ve Donald Trump’tan başka bir şey vermediği yeni kuşak radikalleri etkilemesi fikrinden birazcık korkuyor.
“1917’nin 100. yıldönümünü başlatan bu serginin başlığı tam da ticari bir hedefe yönelik – ülkedeki her genç idealist bir bilet almak için can atacak.” Bu konuda sana katılıyoruz Bay Jones.