Dünya dışında yaşayan varlıklar olabileceği fikri uzun yıllardır insansoyunun hayalgücünü büyülüyor. Bu fikir üzerine kafa yoranlar sadece bilimkurgu meraklıları değil aynı zamanda dünya dışı zekâ (ETI) olasılığı üzerine düşünen halk da yalnız olmadığımız inancına güçlü bir şekilde inanıyor gibi duruyor. Profesör David Kipping, astronomi ve Evren’in başka bir yerindeki yaşam potansiyelini ele alırken, insanların neredeyse evrensel olarak “Yalnız olamayız!” diye düşündüklerini belirtir. Ne diyebiliriz ki? Her biri yıldızlar ve gezegenlerle dolu milyarlarca galaksi varken, yaşamın sadece burada, bu soluk mavi noktada var olma ihtimali inanılmaz derecede zayıf görünüyor. Çoğu bilim insanı bu düşünceyi destekleyerek dünya dışında yaşamın “var olup olmadığından” ziyade onu “ne zaman” bulacağımızdan ve “nasıl” bir şey olduğundan söz eder. Bu heyecan ve spekülasyon dolu ortamda, başka bir zekâ sahibi türle karşılaşma beklentisi neredeyse kaçınılmaz gibi geliyor ve tabii ki bu durumda uzaylıların zaten burada olduğuna inanmıyorsanız.
“Evrenin dolu olduğu varsayımı” sezgilerimizi harekete geçirerek en basit ama en derin felsefi fikirlerden bazılarını yansıtır. Ockham’ın Usturası bizi “dışarıdaki yaşamın” olabilecek en makul açıklama olduğu fikrine doğru yönlendirir. Sıradanlık ilkesi devreye girerek bize varoluşumuzun o küçük köşesinin çok da kendine özgü olmadığını hatırlatır. Kopernik ilkesi ise insanlığın eski, benmerkezci kozmik önem fikrini ortadan kaldıran anlayışlı bir hamle yapar. Bu uçsuz bucaksız, vahşi genişlikte yalnız olduğumuza inanmak sadece olanak dışı değil, aynı zamanda garip bir şekilde modası geçmiş, Dünya’nın hâlâ merkezde olduğu evrensel bir noktaya tutunmak gibi geliyor. Bu merak belki de Carl Sagan’ın, insanlığın Dünya dışındaki akıllı yaşamla ilk karşılaşmasını hayal ettiği Mesaj romanında yakaladığı merakın bir benzeridir: “Tüm o milyarlarca dünya boşa mı gidecek, cansız, ıssız? Akıllı varlıklar, anlaşılmaz derecede büyük bir Evren’in sadece bu belirsiz köşesinde mi büyüyor?” Film uyarlaması, o duyguyu daha da netleştirir: “Evren oldukça büyük bir yer. Eğer sadece biz varsak, korkunç bir yer kaybı gibi görünüyor.”
Öte yandan evrendeki komşuluğa olan bu inancın temelinde sadece sezgi değil hem merak hem de hayranlık uyandıran bir bilimsel temel de yatıyor. Dünya dışı gezegenlerin keşfiyle birlikte galaksimizin çeşitlilikle dolup taştığını öğrenmiş olduk: Yaşama olanak sağlayan bölge olarak adlandırılan bölgede, koşulların suyun varlığını destekleyebileceği milyarlarca gezegen yıldızların yörüngesinde dönüyor. Dünya’nın okyanusları bir zamanlar eşsiz görünüyordu; şimdi ise Europa ve Enceladus gibi uydulardaki gizli denizler, su bulunan gezegenlerin o kadar da nadir olmayabileceğini gösteriyor. Dünya üzerindeki yaşam, kaynayan volkanik bacalarda, asidik göllerde hatta radyoaktif çorak arazilerde yaşamın nerede var olabileceğine dair hayalgücünü zorlayan uç noktalarda gelişerek oldukça dirençli olduğunu kanıtlamıştır. Uzaylı yaşamı, henüz aklımızın alamayacağı şekilde biyokimya ile şekillenerek tamamen farklı şekillerde evrimleşebilir.
Evrenin sessizliği kulaklarımızı sağır ediyor gibi görünse de arayışlarımızın daha yeni başlamış olduğunu unutmamalıyız. Kozmik bağlamda, evrenin derinliklerine açılan pencereleri daha yeni yeni açmaya hazırlanan gelecek teknolojilerle birlikte, onu dinlemenin yollarını daha yeni yeni öğrendik. Sayısal verilere bakıldığında, olanaklar göz ardı edilemez görünüyor: Trilyonlarca yıldız ve sayısız gezegen varken, yaşam nasıl olur da başka bir yerde ortaya çıkmaz? Uzaklardaki bir dünyada sıradan bir mikrobun keşfi bile devrim niteliğinde olacak ve bize Dünya’nın hikâyesinin Evren’in sonsuz olanakları içinde yalnızca bir bölüm olduğunu hatırlatacaktır.
Öte yandan, bilimsel heyecanlar uyandıran bu nedenler bizi dikkate almamız gereken gerçeklerden uzaklaştırmamalıdır. Söz konusu olan yine de bir inanç meselesidir. Burada yalnız olup olmadığımız sorusu bilimin en büyük gizemlerinden biri olmaya devam ediyor. Profesör David Kipping’in de belirttiği gibi, veriler, yıldızların altında tek başımıza durduğumuz bir evrenle olduğu kadar, yaşamla dolu bir evrenle de uyumlu, cezbedici bir durum ortaya koyuyor. Dışarıda bir yerlerde yaşam olması gerektiğinde ısrar etmenin, kanıtları iyimserlikle değiştirmekten başka bir şey olmadığını hatırlatıyor. Bu kozmik gizeme verilecek en dürüst cevap, basit ve insanı heyecanlandıran cinsten bir “bilmiyoruz” olabilir.
Peki öyleyse evrende neden yalnız olabiliriz? Bu sorunun cevabı yaşamın olanak dışı başlamasıyla ortaya çıkıyor. Abiyogenez (yaşamın yaşam olmayandan ortaya çıktığı süreç) o kadar olanaksız görünüyor olabilir ki, Dünya başka türlü oluşamayacak çorak bir evrende tekil bir zaferi temsil ediyormuş gibi görünüyor. Yaşam, en ideal koşullar altında bile kendiliğinden filizlenmiyor ve bugüne kadar yapılan hiçbir deney onu simüle etmeyi başaramadı. Dünya’nın kendine özgü koşulları (Ay’ın dengeleyici özelliği, levha tektoniği ve tam olarak doğru kimyasal karışım) trilyonda bir ihtimal olabilir. Üstelik evrim buna bir başka faktör daha ekler: Her ne kadar mikrobik yaşam yaygın olsa da akıllı varlıklara sıçramak için neredeyse komik bir dizi tesadüf ve faciaya yakın bir süreç gerekiyor olabilir. Eğer evrimimiz kozmik bir piyangoysa, evrenin tamamı kazanılmamış biletlerle dolu olabilir. Milyarlarca yıldız ve gezegene rağmen evren düşünen, hayal kuran yaşamdan büyük ölçüde yoksun olabilir.
Aramızda yaşayan başka medeniyetler olsa bile, uzay ve zamanın genişliği nedeniyle sonsuza dek birbirimizden ayrı kalabiliriz. Yıldızları dinleme çabalarımız sadece akıllardan çıkmayan bir sessizlikle sonuçlandı. Uygarlıklar kıvılcım misali yanıp sönebilir ve sinyallerinin galaktik boşluğu aşmasından çok önce yok olabilirler. Mesafeler şaşırtıcıdır (ışığın en yakın yıldızları geçmesi binlerce yıl alır) ve yıldızlararası yolculuk için teknolojimiz gerçek olmaktan çok kurgusaldır. Evrenin hızlanan genişlemesi galaksileri birbirinden daha da uzaklaştırarak bizi bir tür kozmik izolasyona sokmaktadır. En geniş anlamıyla, kimsenin göremeyeceği bir işaret göndererek, yıldızlardan oluşan muhteşem ama kayıtsız bir denizde tek başımıza sürükleniyor olabiliriz.
Yaptığımız tüm aramalara ve kozmik kapılardan içeri girmemize rağmen gerçek anlamda ya da fiilen hepimiz yalnız olabiliriz ve şimdilik içinde yaşadığımız durum bundan başka bir şey olmayacaktır. Fütürist John Michael Godier, evrendeki yalnızlığın asla kanıtlanamayacağını söylemiştir; uzaylı yaşamı keşfedebilir ve yalnız olmadığımızı bilebiliriz, ancak gözlemlenebilir evrenin parıldayan baloncuğu içinde sıkışıp kaldığımız için yalnız olduğumuzu kanıtlama şansımız asla olmayacaktır. Ya yüzyıllar sonra teleskoplarımız hiçbir yabancı biyosfer, hiçbir teknolojik imza bulamazsa, sadece kesintisiz bir kozmik sessizliğe rastlarsak? Arthur C. Clarke’ın dediği gibi ya yalnızızdır ya da değilizdir ve bunların ikisi de ürkütücüdür. Bu derin yalnızlığı anlamlandırmak için felsefe bir ışık olabilir.
Sonsuzluk içinde yersiz yurtsuz kalmak
Kozmik yalnızlık fikri ilk bakışta uzak görünüyor olabilir, aşırı kalabalık ve kaotik hayatlarımızın gürültüsü altında gizlenmiş gibidir. Dünyevi sorunlarla boğuşurken kimin evrensel yalnızlık üzerinde duracak zamanı var ki? Yine de bu sessizlik kolektif ruhumuzun arka planında, içimizi sessizce tırmalayan gölgeli bir “ya olursa” olarak belirir. Eğer düşünümsel özbilinç boş bir evrende benzersiz yahut trajik bir şekilde nadirse, bunun sonuçları şaşırtıcıdır ve kimliğimizdeki şaşkınlık, endişe ve yabancılaşmayla birlikte şekillenir.
Bir yanıyla bakıldığında, yaşadığımız bu yalnızlık en büyük kozmik lütuf gibi geliyor. Düşünsenize, Dünya varoluşun baş tacı, Evren’in kendini algıladığı tek büyülü yer. Eğer yalnızsak, varlığımız olabilirliğin ötesine geçer; bu hayalgücüne meydan okuyan bir mucizedir. Astrofizikçi Howard Smith’in de belirttiği gibi, nadir, değerli ve kozmik olarak önemli hale geliriz. Bizler tekillikleriz, ki bu da imkânsız olasılıkların gerçeğe dönüşmüş haliyiz demektir.
Öte yandan, bu olağanüstü eşsizliğin beraberinde getirdiği bir yalnızlık da vardır. Uçsuz bucaksız ve karanlık bir evrende, sonsuz bir boşlukta, hiçbir dinleyiciye şarkı söylemeyen, gerçekliğimizin gerçek olup olmadığını düşünen tek ses olurduk. Bu sadece tedirgin edici değil, son derece kafa karıştırıcıdır ve bizi hem kozmik tek boynuzlu atlar hem de yalnız gezginler olma paradoksuyla boğuşmaya zorlar.
Bazı filozoflar insanlığın kozmik anlamdaki yalnızlığının izlerini Kopernik devrimiyle yerinden edildiği o güne kadar götürür. Filozof Avi Sagi bunu kozmik bir tahliye ihtarnamesine benzetir: Dünya bir gün Evren’in sıcacık, merkezî ocağıydı, ertesi gün ise sonsuz bir çölün içinde kendimizi bulduk. Martin Buber bu varoluşsal yerinden edilişi “sonsuzlukta evsiz kalmak” olarak tanımlamıştır. Kozmosun etrafımızda döndüğü bir hikâyeden sıyrıldığımızda, kendimizi bağlantısız, yalıtılmış ve sınırsız ufuklar tarafından gölgede bırakılmış bulduk.
Her bilimsel buluş, yangına körükle gidercesine, yabancılaşma duygumuzu daha da derinleştirdi. Evrendeki milyarlarca galaksi ve akıl almaz mesafeler gibi büyük ölçekli keşifler cevap getirmedi, âdeta bu küçük, kayalık gezegendeki düşünümsel farkındalığımızın olanaksız doğasını ortaya koydu. Carl Sagan’ın Soluk Mavi Nokta kitabındaki ünlü düşünceleri bunu özetliyordu: “Büyük, kuşatıcı kozmik karanlıkta yalnız bir leke” olan Dünya, sessiz, vurdum duymaz yıldızlar denizinde soluk bir kor gibi parlıyor.
Bu durum, buruk bir çelişkiyi de beraberinde getiriyor: Bizler, galaksilerle aynı elementlerden ibaret birer yıldız tozuyuz, ama yine de onlardan sürgün edilmiş gibi hissediyoruz. Kopernik devrimi insan ruhunda bir yara izi bırakarak bizi geçmişin insan merkezli ortamından kopardı. Şimdi, bizi önemseyen bir Evren’e duyulan nostalji ile önemsemeyen bir Evren’in ürpertici güzelliği arasında sıkışıp kalmış durumdayız.
Avi Sagi, bunun kozmik anlayışımızı değiştirmekten çok daha fazlasını yaptığına işaret ediyor: Kopernik devriminin insanlığı Nietzsche, Sartre ve Camus’nün bizler evrenin sesini duymak için çabalamaya başlamadan çok önce boğuştukları varoluşsal bir yalnızlığa sürgün ettiğini söylüyor. Çoğumuz gündelik yalnızlığa (iletişimsizlik, sığ ilişkiler veya yalıtılmışlığın sancısı) alışkın olsak da varoluşçular daha derine inerek derin bir evrensel yalnızlığı, varoluşun dokusuna işlemiş gibi görünen bir ayrışmayı açığa çıkardılar
Bir bakıma Tanrı’nın ölümünü ilan eden Nietzsche, ilahi amaçtan sıyrılmış bir Evren düşlüyordu, ki bu, insanlığın demir atmadan sürüklendiği, uçsuz bucaksız bir genişlikti. Ona göre boşluk sadece boş değildi; kozmosun evimiz olmaktan çıktığının soğuk ve acımasız bir hatırlatıcısıydı. Yalnızca en cesur olanların bu soğuk kayıtsızlıkla yüzleşebileceğine ve uçurumdan bir anlam çıkarabileceğine inanıyordu. Camus, Fermi’nin Derin Sessizlik eserindeki bu yalnızlığı, inatçı bir sessizlik tarafından yutulan kozmik bir çığlığa benzetmiştir. İnsanlığı, Sisifos Söyleni‘nde, anlam açlığımız ile dünyanın sessiz reddi arasındaki acı verici uçuruma sıkışmış, cevap vermeyen bir evrenin yabancıları olarak tanımladı. Bu arada Sartre, evreni kaba, anlamsız bir alan olarak görüyordu. İnsanlığın hem özgür hem de tutsak olduğunu, varoluşu roller ve dikkat dağıtıcı şeylerle dolduran ama yine de başıboş kalan yalıtılmış varlıklar olduğunu savundu. Sartre, ötekiler arasında varoluşsal kazazedeler olarak sonsuza dek mahsur kaldığımız uyarısında bulundu
Oysa Sartre ilişkiler konusundaki keskin görüşüyle, öteki olmadan hiçliğe gömüleceğimizi itiraf etmiştir. Yalnızlık, esasında yalnızca insanların yokluğu değildir; anlamlı, samimi bir bağ eksikliğinin bıraktığı acı dolu boşluktur. Görünüşte boş bir kozmik bölgenin tek sakini olan insanlık, bu yokluğu şiddetli bir şekilde hisseder. Kim olduğumuzu başkaları aracılığıyla öğreniriz; onlar bizim varlığımıza ayna tutarlar. Bir an için Dünya’daki tek kişi olduğunuzu hayal edin. Karşılaşma yok, diyalog yok sadece sessizliğin içinde sonsuza kadar yankılanan kendi sesiniz var. Bu durumda benlik duygunuz nasıl hayatta kalırdı?
Elbette, Dünya muhteşem bir yaşamla dolup taşıyor, ancak hayvanlar ve bitkiler düşünümsel bakışlarımıza karşılık vermiyor. Mars’ta bakteri keşfetmek bilim insanlarını heyecanlandırabilir ama bu derin özlemi dindirmez. Tam teselli için başka bir bilinç bulmak gerekir, ki bu da varoluşun gizemlerini birlikte paylaşabileceğimiz, meydan okuyabileceğimiz ve ortaya çıkarabileceğimiz birisidir. En çılgın hayallerimizde bile, başka bir uygarlık henüz kavrayamadığımız cevaplara sahip olabilir. Evrenin anlamı hakkında kaçırdığımız bir şeyi ortaya çıkarabilirler mi? Kendimiz hakkında da bir şeyler söylerler mi?
İnsanlık tarihinde kendimizi yalnız olarak görmedik. Evreni tanrılar, canavarlar ve efsanevi varlıklarla doldurduk, ki bunlar korkunç boşluğu kovmak için bize yoldaşlık ettiler. Bugün bile birçokları için bu boşluk teoloji tarafından yumuşatılmış, melekler, şeytanlar ya da ruhlarla doldurulmuştur. Filozof John McGraw, insanların uzun süreli izolasyona katlandıklarında, yalnızlıktan kurtulmak için genellikle yüzler ve figürler yarattıklarını belirtiyor. Belki de modern bilimkurgumuz, hayalî uzaylıları ve bilinçli makineleriyle aynı amaca hizmet ediyordur, yani tüm bunlar sessizliği bağlantıya benzer bir şeyle doldurmanın bir yoludur.
Bilimkurgunun düşünce deneyleri bu “öteki” ihtiyacını derinlemesine inceliyor. Per Schelde uzaylıların ve yapay zekâların antik trollerin, elflerin ve devlerin modern yankıları olduğunu savunuyor. Bu varlıklar, evcilleşmemiş ormanların ve gizemli manzaraların merak uyandırdığı bir zamanda gelişti. Şimdi, doğanın “evcilleştirilmesiyle” uzay yeni vahşi doğa haline geldi ve bilinmeyen galaksileri hayali canavarlar ve dünya dışı varlıklarla dolup taşıyor.
Felsefi olarak, tanımlar zıtlığa dayanır yani bizi yansıtacak ve tanımlayacak bir “ötekinin” varlığına. Bize ayna tutacak düşünümsel bir bilinçten yoksun olan mevcut durumumuzda, bilimkurgu insanmerkezci bakış açımızı aşmak için bir araç olarak hizmet edebilir. Uzaylılar ve yapay zekâlar insan varlığının sınırlarına meydan okuyarak bizi insan olmanın ne anlama geldiğini yeniden düşünmeye zorlar. Filozof Mark Rowlands’ın önerdiği gibi, onların keskin ötekiliği bir ayna haline gelir: Uzaylılara ya da makinelere baktığımızda aslında kendimize bakıyoruz. Blade Runner ve Spielberg’in A.I. Artificial Intelligence gibi filmler sadece kopyaları ve robotları incelemekle kalmıyor, insanlığın özünü de araştırıyor.
Bir “ötekine” duyduğumuz bu özlem, YZ’ye olan takıntımızı da açıklayabilir. İnsan düşüncesini yansıtabilen genel YZ arayışımız, tamamen yalnız olduğumuz yönündeki korkunç olasılığa karşı bilinçaltında verdiğimiz bir yanıt olabilir mi? Belki de bu yaratımlar sadece teknolojik mucizeler değil aynı zamanda kozmik yalnızlığımızın yükünü paylaşmak adına yapılmış kolektif bir girişimdir; uçsuz bucaksız, boş evrende bir arkadaş bulma çabasıdır ve bu arkadaşı kendimiz inşa etmek zorunda olsak bile gereklidir.
İçinde olduğumuz bu boşluğu katlanır kılan şey nedir?
Oldukça sıradan bir bilimkurgu düşünce deneyiyle devam edelim: İnsanlık, 500 yıllık bir araştırmanın ardından, evrenin kesinlikle komşusuz olduğu sonucuna varıyor. Heyecan verici uzaylı karşılaşmaları yok, büyük galaktik konuşmalar yok. Sadece biz ve belki birkaç Marslı mikrop. Bu durumda ne olacak? Günümüzdeki kozmik yalnızlığımızla hesaplaşırken şimdi ne olacak? Rehberlik için yine varoluşçulara, yalnızlığın o cesur kâşiflerine döneceğiz.
Varoluşçular bize yalnızlığın sadece bir yük olmadığını hatırlatır. Aynı zamanda tuhaf ve unutulmaz bir güzelliği olduğunu gösterir. Bu evrensel sessizlikle barışmayı öğrenirsek, ilk başta ne kadar ürkütücü gelse de, daha derin bir aidiyet duygusunu (evrensel bir yakınlığı) keşfederiz. Sessiz kalmanın illa yabancılaşmayla sonuçlanması gerekmez.
Camus bunu Sisifos Söyleni‘nde ele almıştır: Hem kendimizin hem de Evren’in tuhaflığını kucaklayarak tuhaf bir yakınlık keşfederiz. Camus’nün yazdığı üzere, zihin ve evren aynı bilinemez sessizlikte yıkanan gizemli kardeşler halini alır. Sonsuza dek taşını yuvarlayan Sisifos bile evsizlikte bir yuva kurmanın bir yolunu bulmuştur. Efendilerden arındırılmış bir evrende, Dünya’nın sayısız sesi sessizliği doldurmak için yükselir. Taşının her bir atomu, dağın her bir tanesi kendi dünyası haline gelir (zengin, tuhaf ve yeterli).
Kozmik yalnızlıkla doğrudan yüzleşmek en güçlendirici seçimimiz olabilir. Eğer gerçekten yalnızsak eğer anlayabildiğimiz kadarıyla düşünümsel, özbilinçli dünya dışı yoldaşlarımız yoksa bir şeyler beklemeyi bırakmanın ve bu evreni bizim olarak kucaklamanın zamanı gelmiştir. Sürekli olarak diğer yaşam formlarını özlemek ya da bu yalnızlıktan kurtulmayı ummak sorumluluktan kaçma riskini taşır. Hareketli bir galaktik mahalle varlığımızı gerçekten de daha anlamlı kılar mı? Filozof Thomas Nagel, büyük bir kozmik girişimdeki rolümüzün bile bize gerçekten aradığımız şeyi veremeyebileceğini savunur. Nihayetinde, “ötekilerin” havai fişekleri olsun ya da olmasın, bizler çıplak insanlar olarak, dipsiz bir evrende duruyoruz ve bizim yerimize seçimler yapacak kimse yok.
Bu yalın gerçeklik bir yük değil, etrafımızdaki güzelliği ve mucizeyi kucaklamak için bir çağrıdır. Başka yaşamlar var olsun ya da olmasın, evren bizim evimizdir. Evreni kaybettiğimiz bir yuva olarak değil, henüz tam olarak yaşayamadığımız bir yuva olarak geri kazanmaya yönelik bir çağrı niteliğindedir bu. Nietzsche kozmik yalnızlığımızı, Dünya’yı tamamen insani ve insanüstü olana layık bir yuvaya dönüştürmek için bir şans olarak görüyordu. Carl Sagan’ın Mesaj ‘ı bunu yansıtır: “O zaten burada. Her şeyin içinde. Onu bulmak için gezegeninizden ayrılmak zorunda değilsiniz.” Görevimiz, Dünya’nın eşsizliğine büyük bir saygı, derin bir alçakgönüllülük ve bu kırılgan, mucizevi dünyayı korumak için şefkatli bir sorumlulukla başlar.
Yaşamın ve özellikle de düşünümsel bilincin nadirliği, Dünya’yı kozmik boşlukta eşsiz bir saygıyı hak eden göz kamaştırıcı bir mücevher haline getirmektedir. Bu farkındalık bizi dehşete düşürmemeli, aksine derin bir huşu ve sorumluluk duygusuyla doldurmalıdır. Eğer gerçekten yalnızsak, evrenin birçok yaşam ifadesinden sadece biri değilizdir; biz onun tek sesi, tek tanığıyızdır. Zihinlerimiz ve kalplerimiz evrenin güzelliğini ve gizemini algılayan değerli enstrümanlar gibi olacaktır.
Astronom David Kipping bunu etkileyici bir şekilde ifade ediyor: “Karanlıkta kaybolmuş, düşüncesizliğin boşluğunu tutan tek bir mum, yaşam adına ne büyük bir sorumluluk.” Bunu hayal edelim: Dünya, sadık bir alev, çorak dünyalar denizinde tek başına titriyor. Kipping, “Bir milyar ışık yılı boyunca seyahat edebilir ve cansız gezegenlerden başka bir şey göremezsiniz” diyor. Eğer bu doğruysa, o zaman her birimiz muhteşem bir şeyin parçasıyız ve eşsiz bir şekilde yeri dolmaz durumdayız.
Her birimiz ya da hepimiz birlikte. Belki de birlikte yalnız olmak, gerçek insan dayanışmasını keşfetmenin anahtarıdır. Camus’den son bir kez ödünç alarak, sessiz, boş bir Evren olasılığını kabul ettiğimizde, yukarı bakmayı bırakıp etrafımıza bakmaya başlarız. Bu kozmik yalnızlığı paylaşan kardeşlerimizi görürüz ve bu tanımada, sevginin garip ve derin bir biçimi olan şefkatin tohumlarını buluruz.
Yaşamı tek gerekli iyi olarak kucaklayarak, varoluşa olan sevgimizi yaşayan her şeye genişletebiliriz. Aynı tuhaflığın etkisiyle, bu sessiz kozmosu paylaşmaya yazgılı olan bizlerin, Dünya’da dayanışma ve ihtimama dayanan bir yuva yaratmamız gerektiğini fark ederiz. Mesaj’daki uzaylının çok güzel ifade ettiği gibi: “Tüm arayışlarımızda, boşluğu katlanılabilir kılan bulduğumuz tek şey birbirimiz.” Bu ortak noktada kozmik boşluğu amaca, anlama ve sevgiye dönüştürüyoruz.