Michel Serres, kendisini “bir kanyonun dibinde” gibi hissettiği şehirlerden uzakta, ona gökyüzünü açan kırlarda ve dağlarda dolaşıyor. Onun için yazmak ve yürümek bir ve aynı şeyler. Çünkü şiir, şairin bir ayağını diğerinin önüne attığı anda doğar; Yunan şiiri bacakların ritmine uyum sağlardı (kısa bir adım, uzun bir adım). İlham verici bir yürüyüşçü olan Michel Serres, bizi, aynı zamanda düşüncenin ortaya çıkışının başlangıcı olan bu temel ritmi, içsel bir şarkı olarak dinlemeye davet ediyor.
Bir denizci misiniz, dağcı mısınız, ama her şeyden önce bir yürüyüşçü müsünüz?
Her zaman yürüdüm. Şimdi her ne kadar topal biri olsam da, yürümeden yapamam. Her gün en az bir buçuk saat yürürüm. Tek başıma.
Genelde uyguladığım yürüyüş, bir keşif yolculuğudur. Ne kadar çıplak olursanız, yani gereksiz nesnelerden arınırsanız, o kadar olanaklara açık olursunuz. Önemli olan yürüyüşe ne getirdiğiniz değildir, çünkü getirdikleriniz, hatta çöpler bile sizinle kalır. Mümkün olduğunca çok almaya hazır olmak için mümkün olduğunca az getirmeniz gerekir.
Ne gibi bir avantajdan bahsediyoruz? Bir düşünceniz var mı?
Bir fikir, sadece yürürken gelmez; istediği zaman gelir. Fakat yürüyerek iletişime geçebildiğimiz başka bir dünyadan gelir. Eschyle’nin Persler adlı trajedisinde, koro büyük Darius’un mezarının önünde durur ve hayaletin ortaya çıkması için ritmik bir melodiye benzer bir ilahi söylemeye başlar: “Cehennemlerin kralı! Darius’un ruhunu gün ışığına çıkar!” Yürüyüşte bu korodan bir şeyler vardır. Aynı büyü, ayak seslerinin ritmi; hayaletin -eğer şanslıysanız- mezardan çıkmasını sağlayan bir ritim. Yanıma bir kâğıt ve kalem almadan asla yürüyüşe çıkmam, çünkü bazen peş peşe birkaç hayalet ortaya çıkabilir ve sonuncusunun öncekileri hafızamdan silmesini istemem.
Yürümek başka bir dünya bir yolculuk mudur?
Beethoven’ın yürüyüşlere çıktığı ve yürüyüşlerinden pastorallerini geri getirdiği söylenir. Yürüyüş, ilham, düşünce, müzik dünyasına giriş yapmayı sağlar; matematiksel ideallerin ve kavramların gerçekliğine sahiptir bu dünya. Gerçek hayat, hayatta kalmaktır; bu, başka bir şeydir. Kısacası, benim mesleğim gidip başka bir dünya aramaktır. Bazen de bunu yürüyüşte buluyorum; yani bedeninizi başka bir yere bağladığınız, ancak bedensel bir faaliyet ile bedensel olmayan bir yer arasında kısa devre yaparak ulaşabileceğiniz bir anda. Bilgisayarının başında oturmaya devam eden kişinin bedeni eksilmeye, yok olmaya başlar. Ama eğer ayağa kalkar ve yürürse, o zaman vücudunu harekete geçirir. Yürümek, işimin yarısı.
Diğer yarısı yazmak değil mi, bağlantı bariz?
Bu bağlantıyı tanımlayan bir kelime var: boustrophédon. Tuhaf bir tınıya sahip bu eski kelime, atalarımız Yunanların önce soldan sağa, sonraki satırda ise sağdan sola ilerleyen ilkel yazı biçimini tanımlıyordu. Bu yazı biçimi, çiftçinin sabanı çeken, güden, kili çiğneyen ve yavaşça, ağır ağır, zikzaklar çizerek önce tarlanın solundan sağına, sonraki karıkta ise sağdan sola dönerek ilerleyen iki öküzü sesle teşvik etmesi gibiydi. Bir sayfaya yazmak, çiftçinin işlediği toprak parçasını ifade eden Latince pagus terimi üzerinde yapılan bu çalışmaya benzer, burada çiftçi koşumunu takip ederek yürür ve sürer. Bous, öküzler; strophédon, kıta: yazı, karık karık izler açar; harfler ve cümleler bu adım adım yürüyüşün izlerini anlatır.
Özetle, tarımdan kültüre; peki bu etimolojik bağlantı neyi ifade ediyor?
Ritmin bağlantısını ifade ediyor. Hérédia’nın şu dizesini dinleyin: “Yürüyen lejyonların sağır edici ayak sesleri.” Okuyup duyduğumdan beri bir ormanda yürüyerek düşündüğümde neden kulaklarımda çınlıyor? Çünkü şairler ayaklarla yazar; İskenderiye vezninin ayakları, saat gibi on iki vuruş, on iki adım, on iki ses, on iki zaman sayar; tıpkı bir saatin çalması gibi, zamanın yalnızca on ikili sayıldığı gibi, yani on iki ayağı olduğu gibi tam olarak yankılanırlar. İnanıyorum ki -insanlığın neredeyse tamamı destan veya mezmur olan, dolayısıyla her şeyden önce ritim olan en eski metinlerinin de kanıtladığı gibi- İskenderiye vezni, bedenin ve zamanla ilişkimizin temel bir keşfidir.
Yürürken neredeyse müzikal olan bir ritmi benimsediğimizi mi söylemek istiyorsunuz?
Konuşma ve dili biyoritimler olarak analiz etmemiz gerektiğini düşünüyorum. “Ritim” derken “müzik-konuşma” çiftinden bahsediyorum. Dil; örneğin ünlüler ve ünsüzlerden oluşur: ama ünsüz dediğinizde, kelime ses çıkarır ve “ünlü” sesi de duyarsınız. Şimdi Virgilius’un şu dizesini düşündüğümde: “Quadrupedante putrem sonitu quatit ungula campum” (“Bütün kırsal alan bu muhteşem süvarinin yürüyüşüyle yankılanıyor”) [Aeneid, 8, 597] veya onun modeli olan Homeros’unkini [İlyada, X, 535]: Neden birçok yazarınki gibi benim de hafızamda dolaşıyor? Kesinlikle yetenekli bir çocuğun oldukça iyi taklit edebileceği bu sözde taklitçi uyumun başarısı için değil, bedenin gecesinden gelen, tırnağın tozunu döverek geçen ve gürleyen bu dört ayaklı tırnak tarafından taşınan, taze rüzgârın sıçramaları gibi saçaklı, ayaklarla ritimleri vuran, yazarı alıp götüren tempo olan bir arka plan gürültüsünü dinlemek için!
Bu ilham verici!
Kesinlikle öyle. Nefes, yürüyüş ya da koşunun bir türevidir. Latince veya İbraniceye çevrildiğinde ilham anlamına gelir. İlham, yürüyüşün nefesinden doğar; ayakların yere vurmasıyla ses birimleri yükselir, zamanı sayarak yerde izler, işaretler bırakır, toza kazınır, kili oyar ve şekillendirir; kanatlıdırlar, tekrarları duyar ve yeniden üretirler, sıçrayarak havalanır ve yükselirler. Ayak-kulak tekerlemelerle yere vurur, halkalar ve nakaratlar tekrar eder, şarkı sözlerini yineler, hareket eder, duygulandırır, kalbi attırır, sesi sarsar, kalemi tutan eli titreştirir çünkü bedenin tüm salınımlı saati birbirine karışır. Yazı ayakların ritmiyle yazılır.
Ayağa güzel bir övgü…
Ama bunu hak ediyor. İyi bir dağcıyı nasıl tanırız? Ellerini yere koyduğu anı gözlemleyerek. Bir dağa tırmandığınızda eğim kaçınılmaz olarak az az artar. İyi bir dağcı tırmanış sırasında ellerini en sona bırakan kişidir. Giderek daha ince bir denge sağlayarak yalnız ayaklarıyla ilerler. Ayak eğitimi analiz edilmelidir. Genelde, insanların ayakları eğitimli değildir. Bu arada, ayaklardan bahsediyorum, fakat ayakkabılardan da bahsetmeliyim. Yaşadığım zamandan gerçekten heyecan duyuyorum. Yürüyüş için korkunç, dar, çok kalın deriden yapılmış postallar tanıdım. Ve zamanla, yavaş yavaş, ayakkabılar gitgide daha ince ve zarif hale geldi. Bugün, bir cennetteyiz! Yürüyüş ayakkabılarımın içindeki ayak hissi, bana ofisimde terlik giymişim izlenimini veriyor. Bu alandaki ilerleme olağanüstü. İnsanın ayağa kalkmaya başladığı ana uzanıyor. Ayakkabı, insanın dört ayaktan iki ayağa geçtiği andır… Yürüyüşe dönersek, şarkı söylemeden yürümenin değersiz ve yürümeden yazmanın imkânsız olduğunu düşünüyorum. Israr ediyorum ve altını çiziyorum: Yazmak ayaklarla yapılır.
Onlarla birlikte yürüyerek başlıyoruz…
Elbette, ama yürürken, dizenin, veznin, düzenli ritmin anlamında ayaklarımızla yürürüz. Neden? Çünkü bu durum nefesi kendi kendini düzenlemeye, düzenli olmaya zorlar. İlham burada başlar. Bir başka örnek: Ben uzun zamanlar öğretmenlik yaptım ve sizi temin ederim ki, bu ayaklarla yapılır, çünkü öğretmenliği ayakta durarak yaparsınız. Derslerimi verirken -asla oturmazdım- topraktan ayaklarıma doğru gelen bir akış hissederdim. Aynı dilin müzikal olması gibi, yürümek de onun metronomu olabilir. Dağlarda başarılı bir yarış, yürüyüşçünün ilerlerken şarkı söylemeyi asla bırakmadığı bir yarıştır. Tüm jestler ritmiktir; yürüyüş, yürüyücünün içinde söyler şarkısını. Yürümek, şarkı söylemeyi ve ritim tutmayı gerektirir. Ritim, hem müzik hem de yürüyüş kelimesidir…
Yürürken nadiren Tirol türküleri söyleriz…
Ben yürürken, o -ben değil- içeriden şarkı söyler. Şarkı söyleyen ben değilim, tüm bedendir. Yürüyen kişi, yürürken müziğe girer. Bu fizyolojiktir. Beden, müziği ilk başta çözümlemeye, ardından da dili anlamaya olanak tanıyan ritmik bir bütündür. Ve yürüyüş, bu ölçüyü tutmamızı sağlayan bedensel hareketlerden biridir; çünkü bu hareket, tizliği (la notasını) değil, ritmi verir.
Bedenin ritmi ve yazının ritmi…
Evet, şayet edebiyatın ilk adımlarının müziğe uyarlanmış şiirler olduğunu gözlemlerseniz. Ama zamanda daha da geriye gidin: Mağara resimlerinde hayvanlar ve noktalar vardır. Her zaman Pont-d’Arc veya Lascaux duvarlarındaki bu noktaların notalar olduğunu düşünmüşümdür. Her şey müzikle ve ritimle başlar ve bu bedenseldir. Bir yazar, bedeniyle çalışır; bedeni âdeta bir nota kâğıdı gibi düzenlidir. Zihinsel emek, düzenlilik gerektirir; yürüyüşün düzenliliği, çalışmanın düzenliliğine denktir. Ve yürüyüş, yazının bedensel metronomudur. Bana göre her yazar bir yürüyüşçüdür.
Yürüyen bir insan ve bir müzisyen olmak, bu iki yön sizin için çok mu önemli?
İki şeye hayıflanırım. İlki, dünyayı gerçekten keşfettiğimiz dönemde, Bougainville çağında denizci olmak isterdim. İkincisi ise, yazmak için değil, müzik bestelemek için yaratılmış olduğuma inanıyorum: yürürken aklıma gelen ilk fikirler hep müziğe karşılık gelir. Yazar başarısız olmuş bir bestecidir. Anlama tabidir yazar. Oysa müzik anlamdan azadedir ve işte özgürlük budur.