Bu akşam Verso’dan çıkan Cannibal Capitalism adlı yeni kitabınızı ilk elden inceleme fırsatına nailiz. Kitabınız ilkin “Kapitalizm mefhumumuzu neden genişletmeliyiz?” argümanıyla başlıyor. Sizden bunu daha ayrıntılı açıklamanızı ve Küresel Güney ve Küresel Kuzey’deki hareketlerde on yıldır varlık gösteren ekofeminist geleneğin kapitalizmin doğaya ve ücretsiz bakım emeğine bağlılığını ortaya koyduğu özellikle şu dönemlerde neden bu argümanı bu kadar önemli gördüğünüzü sormak istiyorum.
İlk olarak, gerçekten ivedi bir durumda olduğumuzu düşündüğümden “Neden şimdi?” sorusuyla başlamak istiyorum. Durumu oldukça belirgin çok boyutlu bir kriz olarak açıklayacağım. Bugün bakım krizi ya da toplumsal yeniden üretimle iç içe geçmiş ekolojik bir kriz söz konusu. Politik bir kriz bu. İsterseniz bir demokrasi krizi de diyebilirsiniz. İş, geçim ve genel olarak dünya üzerindeki insanların büyük bir kısmı için çalışmayan bir ekonomik kriz. Tarihçilerin dile getirdiği üzere, sektörel olmaktan ziyade genel bir kriz. Toplumun tek bir sektöründe değil, tüm toplumsal düzen içerisinde –isterseniz tüm medeniyette deyin– yaşanan krizlerden birisi. Bu türden krizler nadiren gerçekleşir. Kapitalizmin yaklaşık 500 yıllık tarihinde böyle bir krizi en fazla üç veya dört kez yaşamışızdır. Bize en yakın kriz, 1930’lu yıllardaydı. Sanıyorum ki bu krizin ekolojik boyutu, 1930’larda yaşanan krizden bile daha büyük, daha önemli ve daha tehditkâr olabileceğini düşündürmektedir. Kaldı ki 1930’lardaki kriz sadece insan yaşamı açısından değil gezegen ve üzerindeki yaşam için taşıdığı tehlikeden dolayı da, göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir olaydı.
Aklıma gelen ilk şey, toplumda bizi bu karmaşadan çıkarma sorumluluğunu alabilecek ve en azından mümkün mertebede bu fırsatı değerlendirebilecek toplumsal güçleri nerede gördüğümüzdür. Seçkinlerin ve yerleşik siyasi partilerin veyahut kurumsal güçlerin buna bel bağladıklarını veya bağlayabileceklerini düşünmüyorum. Aksine, çoğu durumda bu güçler işleri daha da kötüleştirir. Buna kimin, nerede ve nasıl karşılık vereceğini görmek için etrafa bakıyorum da çok fazla toplumsal ajitasyon ve hareketlilik söz konusu; bu da ya zaten açıkça ilerici ve özgürleştirici ya da en azından potansiyel olarak böyledir. Fakat bu hareketlilik, etkinleşme, bağlılık fazla dağınık ve çok parçalı. Birikimli ilerlemez. Gramsci’nin ifadesiyle, bir “karşı hegemonik blok” seviyesine çıkmaz. Kendisini bir hak olarak sunabilen, alternatif bir toplumsal yaşam biçimini benimseyen ve böyle bir vizyonu hayata geçirecek görüşe, kapsama ve güce sahip olduğunu ikna edici şekilde ortaya koyan toplumsal bir güçtür o.
Diyebilirim ki şu an krizin vardığı radde, krizi özgürleştirici boyutta çözebilecek güçlerin derecesini ciddi anlamda aşmış durumda. Bana kalırsa istediğimiz ve gereksinim duyduğumuz şey; bu çoklu krizin farklı farklı tüm boyutlarının izini tek ve aynı toplumsal sistemde sürebileceğimiz bir bakış açısı. Ekolojik durumun kötüye gitmesinin, demokrasinin çökmesi ve toplumsal yeniden üretimin tehdit altında olmasıyla aynı anda gerçekleşmesi tesadüf değildir. Bunun sadece az çok tesadüfen gerçekleşen kötülüklerin çokkatmanlılığı olduğunu düşünmüyorum. Bunun sistematik olduğunu ve son kırk yıldır küresel ölçekte yerleşik olan kapitalist toplum biçiminin, yani neoliberal kapitalizmin çözülmesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Sosyal demokrat kapitalizmin, kapitalizmin önceki biçiminin yaşadığı krizi çözmesi gerekiyordu. Ama çözümün ne kadar başarılı olduğu tartışmalı. Ben pek başarılı olduğunu sanmıyorum. Fakat her durumda bu, şu anda kapitalizmin neoliberal rejiminin çözülmesiyle ilgili.
Çeşitli toplumsal hareketlerin –her bir hareketin belki de kendine ait önemli bir meselesi vardır ve diğer hareketlerinkinden ayrılır– neden sistematik olarak aynı toplumsal sisteme dayandığını ve neden hepsinin bu sistemi dönüştürmek için işbirliği yapması gerektiğini gösteren bir bakış açısına sahip olmanın yararlı olacağına dair politik bir hissiyatım var. Bu, politik bir sezgi. Ancak bu teorik sezginin, kriz zincirinin çokkatmanlılığının nasıl iç içe geçtiği ve birbirini nasıl kötüleştirdiği konusunda, öyle veya böyle derinlikli olmasına rağmen kapitalizmle ilgili genel geçer eleştirel teorilerimizin bize bu tür bir bakış açısı sağlaması için henüz yeterli değildir.
Bence kapitalizmin genelgeçer görüşleri de ekonomiye dayalıdır. Kapitalizm, kâr amaçlı girişimlerdeki meta üretimi üzerine kurulu, serbest ücretli emek piyasası değişimi, rekabetçi firmalar ve benzerlerine dayalı ekonomik bir sistem olarak anlaşılır. Nitekim bu yanlış da değildir. Ancak bundan çok daha fazlası söz konusu. Anlamamız gereken mesele, bence, toplumun ekonomik yönüyle gerçek ve güçlü ilişkisi ve bu ilişkinin doğayla ilişkisinin ne olduğudur. Üretim ile toplumsal yeniden üretim arasındaki ilişki nedir? Piyasa ile devlet veya kamusal gücün diğer biçimleri arasındaki ilişki nedir? Meta ile kamu malları arasındaki ilişki nedir?
Uzun bir süre kapitalist ekonominin, ekonomik olmayan temel koşullara dayandığını söylemeye çalıştım. Öncelikle, emek gücünü korumak, beslemek, ortaya çıkarmak, toplumsal hale getirmek ve önemsemek ve yenilemek için yeniden üretim veya bakım işlerini yapanlar yoksa, ücretli emekten de söz edilemez. İkinci olarak, enerji olmadan, yani hammadde olmadan, tüm doğal faktörler olmadan ve hepimizin sırtını dayadığı genel çevre koşulları olmadan da meta üretimi olmaz. Ekonomi solunabilir havaya, içilebilir suya, görece stabil deniz seviyelerine, iklime vb. dayanır. Hepsi de gerekli temel koşullardır. Üçüncü olarak, kamu güçleri ve kamu malları da buna dahildir. Mülkiyet haklarını güvence altına alan hukuk sistemleri; kolluk kuvvetleri, düzeni sağlayan ve muhalefeti bastıran baskıcı güçler olmadan, “kendi iyiliği için” sermayeyi sınırlayan düzenleyici kapasiteler olmadan kapitalist bir ekonomi söz konusu olamaz. Sanki atlayıp kendimi kayalara çarpmayayım diye Ulysses’in beni direğe bağlaması gibi. Bu yüzden kamusal güç ve kamu malları, tüm bunlar –altyapı vb.– piyasanın ve özel kâr odaklı üretimin sağlayamayacağı her şey; işte bu, gerekli üçüncü koşuldur.
Bir de dördüncü bir koşul daha var. Ben bunu sömürülen ücretli emeğin görünmeyen veçhesi olarak görüyorum. Sömürülen ücretli emek, vatandaşlık vasfı taşıyan, hakları olan, mahkemelere erişimi olan, kendilerinin korunulması ve haklarının savunulması için devlete başvurabilen ve ücret alan serbest çalışan işçi demektir. Karşılığı öyle ahım şahım boyutlarda değil, ancak geçim giderleri, yeniden üretim masraflarını karşılayacak kadardır. Bu, Marx’ın sömürü düşüncesidir: Kapitalistler üretim fazlasını alırken, işçilere kendi geçim kaynaklarını üretebilmeleri için harcadıkları zamanın ücreti ödenir. Tüm bunların çok da hoş olmayan, kapitalizmin kabul etmek istemediği, başımızı başka yöne çevirdiğimiz başka bir emek biçimine dayandığını düşünüyorum, ki bunu düşünen sadece ben değilim: Bu, dava açma hakkına sahip olmayan, haklarını savunmak için devlet korumasına başvuramayanların, özgür olmayan veya yarı özgür veyahut bağımlı emeğidir. Göçmenler bunun klasik örneğidir. En uç örneği ise belgesiz göçmenler olacaktır. Fakat belgesi olan göçmenlerin bile sadece bölge sakini olma ve o bölgede çalışma hakkı şarta tabidir. Doğma büyüme bölgenin vatandaşlarının başına gelmeyecek şekilde göçmenler kolayca sınır dışı edilirler.
Tabii ırksallaştırılmış azınlıklar da mevcut ve bunun en bariz örneği ABD’de mevcuttur. Özellikle Afrikalı Amerikalılar fakat bir de diğer ten rengine sahip insanlar, yani yerli halklar da özgür vatandaş vasfı taşıyan işçi statüsünü talep etmekte ciddi zorluk çekmekte, dolayısıyla tüm geçim masraflarını karşılayacak ücreti talep edememektedirler. Yaşam maliyetlerinden daha azını, Marksist açıdan gerekli emek zamana karşılık gelen ücretin daha azını alırlar. Sömürülmenin aksine artık el koyma söz konusudur. Ben bu terminolojiyi kullanıyorum. Sömürülen emeğin getirdiği kâr, el koymaya uygunluğu ya da el konmuş emeğe dayanır ve kabaca ama su götürmez şekilde W.E.B. Du Bois’nin adlandırmasıyla “küresel renk çizgisi”ne uygun düşen; sömürülen, kamulaştırılan bir ayrımdır bu.
Uzun lafın kısası, burada yapmaya çalıştığım şey, sözde olağanüstü verimlilik ve kapitalist ekonominin servet üretme kapasitesini destekleyen şeyi görünür kılmaktır. Dayanakları ise büyük miktarlarda ödenmeyen maliyetler, sermayenin kendine yardım ettiği ve yenilemek ya da yeniden üretmek için hiçbir sorumluluk almadığı sosyal servet biçimleridir; yani doğa, bakım, sömürülen emek –özellikle beyaz olmayanlar için– ve kamu malları veya kamusal güç, devlet kapasiteleri. Sermaye sırtını bunlara yaslar. Buna kendine yontma diyebilirsiniz. Sadece kendilerine yardım ederler ve aldıklarını yenilemek ya da hasar gören şeyleri onarmakla ilgili hiçbir yükümlülüğü kabul etmezler. Bana kalırsa bu, bir felâket kaidesidir.
Kitabımın ismi Yamyam Kapitalizm. Anlatmaya çalıştığım, kapitalist ekonomi için kendi dayanaklarını yamyamlaştıran bir dinamik, bir yönelimdir. Elbette kendi dayanaklarının yanı sıra bizim yaşamlarımızın özü de buna dâhildir. Bir bakıma, deyim yerindeyse sermayenin yamyamca yediği yemeğin ana yemeğiyiz. Bu tanım, kapitalizmin ne olduğunun genişletilmiş bir görüşüdür. Yaşamlarımızın ön planında yer alan ekonomi koşulları ile arka planındaki ekonomik olmayan koşullar arasında yamyamlaşan ilişkiye vurgu yapar. Bence bu da bizim yaşadığımız krizin ekolojik yönünü, toplumsal yeniden üretim yönünü, politik yönünü, ırksal adaletsizlik yönünü, emperyal yönünü; neden tüm bunların aynı toplumsal sisteme dayandığını görmemizi sağlar. Bunun anlayışımı geliştirmeye yardımcı olacağını ve Gramscici terimlerle gerçekten bir karşı hegemonya düşünebilmek için özgürleştirici bağlılığı yaygınlaştırma ihtiyacını daha canlı, daha görünür, daha gerekli kılacağını umuyorum.
Toplumsal yeniden üretimle ilgili çelişkiler konusu üzerinde daha fazla durmak istiyorum. Kitabınızda, kapitalist olsun olmasın toplumsal yeniden üretimi sistematik bir şekilde yiyip bitiren hiçbir toplumun uzun süre dayanamayacağını iddia ediyorsunuz. Ama şu an kapitalist toplumlarda toplumsal yeniden üretim bakımından temel öneme sahip bir çelişki söz konusu. Bir yandan toplumsal yeniden üretim uzun süreli sermaye birikimi için gerekli bir koşuldur. Diğer yandan kapitalizmin sınırsız birikim çabası, sizin de iddia ettiğiniz üzere, dayandığı toplumsal yeniden üretim faaliyetlerinin tüketilmesine neden olmaktadır. Finansallaşmış kapitalizmle birlikte bu örtük toplumsal çelişkiler, şu anda da gördüğümüz gibi büyük bir yeniden üretim ve bakım krizi içerisinde ortaya çıkar.
Kitabınızda da vurguladığınız üzere, finansallaşmış kapitalizm, bakım ve toplumsal yeniden üretimin bu kriz döneminde, şimdilerde sermayenin emeği yiyip bitirdiği yeni bir borç merkeziyeti devletleri disipline sokar, serveti çevreden merkeze taşır ve ev halkına, ailelere, toplumlara ve doğanın değerlerine ait ne varsa çekip alır. Şu an finansallaşmış kapitalizmle birlikte borcun neden bu kadar merkezî hale geldiğini biraz daha açıklar mısınız?
Özellikle Küresel Güney’deki –Arjantin’da Veronica Gago vd. gibi– feminist hareketler son zamanlarda borcu son derece politikleştirmiş, işçi hareketleri ve de feminist hareketlerle bağlantılı kapsayıcı bir politik mücadele olarak kullanmıştır. Bu yüzden sorum, yeni bir sosyalist feminist biçimi, özellikle ana akım feminist hareketlerin, daha öncesinde iddia ettiğiniz üzere, bilhassa Küresel Kuzey’de bulunan demokratik kapitalist devletlerdeki piyasalaştırmayla yaşadığı ilişkiden belki de kopabilmeyi başarabilen türde bir feminist hareket açısından, sizin gözünüzden olasılıkların var olup olmadığı yönünde. Ayrıca Küresel Kuzey ve Güney’deki feministler arasında yaşanan ortak bir dayanışma mücadelesini nasıl beraberinde getirebileceğiyle ilgili.
Yamyam Kapitalizm’de yapmaya çalıştığım şey bir bakıma, bence genel olarak kapitalizme, kapitalizmin herhangi bir biçimine entegre edilen çelişki veya kriz eğilimlerinin ana hatlarını çizmenin yanı sıra bu çelişki veya kriz eğilimlerinin kapitalizmin şu anki biçiminde, –ben buna neoliberal ya da finansallaştırılmış kapitalizm diyorum– nasıl rol oynadığını göstermeye çalışmak. Tabii borç sorunun birkaç düzeyde merkezî olduğu konusunda bence de haklısın, ki birazdan bunu açıklayacağım. Ancak öncesinde tüm kapitalizmin doğasında var olan, şimdilerden finansallaşmış kapitalizmde tezahür eden toplumsal yeniden üretim çelişkisini nasıl gördüğüm hakkında birkaç şeye değineceğim. Bence bu, çok fazla şeyin bir bileşimi. Öncelikle, hususi olarak sizden Almanya’dan bahsetmenizi isterdim çünkü Almanya en azından geçmişte, Fransa ya da Birleşik Krallık veyahut ABD’ye kıyasla kadınlarda işgücüne katılım oranının görece düşük olduğu bu birkaç Avrupa ülkesinden biridir. Sanırım bunun nedeni, endüstriyel işçi sendikasının oldukça güçlü olması ve tek kişinin maaşıyla tüm aileyi geçindirmeye yetecek bir meblağı talep etmesidir. Dolayısıyla kadınların bir bakıma ücretli işgücüne dâhil olmaması için ekonomik açıdan makul bir ortam mevcuttu. Tabii ki o zamanlar makbul ailenin nasıl olması gerektiği, makbul kadının ne yapması gibi şeyler farzımuhal kültürel ve ideolojik olarak alenen dile getiriliyordu.
Mesele şu ki Almanya konusunu gündeme getirmemin nedeni –gerçi bu hâlâ böyle midir yoksa az çok giderek bu tavır kırılmış mıdır bilemem– sosyal demokratlıktan neoliberal kapitalizme geçişin en büyük özelliklerinden biri, birçok yerde kadınların büyük bir kısmının ücretli işe girmesiydi. Bu da ev içi bakım sorumluluğunu –bakım işi vb.– her daim üstlenmiş ve üstlenmekte olan kişilerin zamanlarının çok daha fazlasını sermayenin elinde bulundurduğu anlamına gelir. Bu yüzden burada bile toplumsal yeniden üretimde hâlihazırda bir baskı mevcut. Buna bir de bu aşamada finansal sermayenin kemer sıkma konusundaki ısrarını ekleyebilirsiniz. Hiçbir bütçe açığı yoktur. Bu, sosyal demokrat kapitalizmle arasındaki büyük bir farktır. Yatırımcıların –ve Küresel Güney söz konusu olduğunda, uluslararası finansal organizasyonlar, IMF, Dünya Bankası ve benzerlerinin– talepleri, devletlerin sosyal harcamalarını kısmalarını, tamamen olmasa da en azından aile ve toplumlara sağladıkları destek miktarını önemli miktarda azaltmalarını gerektirir. Sosyal demokrat kapitalizmin yaptığı şeylerden biri de kamusal gücü kullanarak toplumsal yeniden üretimi desteklemeyi amaçlamaktı. Böylece sermaye sadece onu yok etmekle kalmayacak, onu yıpratacak ve önceki dönemde yaptığı gibi aileleri, bakımı ve toplumları yiyip bitirecekti.
Şimdilerde bu durum tersine dönüyor ve bence bu, âdeta birbiri ardına gelen iki darbe gibi. Sosyal yeniden üretim için kamu desteğinin azalması söz konusu. Sözümona çift maaşlı ailelerin yükselişiyle birlikte özel toplumsal yeniden üretim için zaman, enerji ve kapasiteler azalıyor. Tek bir maaş artık kesmeyecektir. Bu arada elbette bu, sendikalara karşı bir saldırıyla ilişkilendiriliyor. Tekrardan Almanya’yı –belki bunu aynı derecede hissetmiyorsunuzdur– düşünüyorum ama ABD’deki sendika gücü ve sendika üyeliğinde kesinlikle ciddi bir düşüş gördük. Aynısı başka birçok yer için de geçerli. Basitçe, üretimin daha düşük ücretli bölgelere kaydırılmasıyla daha yüksek ücretli ve sendikalı üretim işinin yerini, düşük ücretli hizmet ekonomisinin yükselişi alır; böylelikle buradaki tüm taşlar yerine oturur. Tek bir maaş bunu yapamayacaktır. Kadınlar zamanlarını cinsiyete tayin edilmiş önceki bakım işi sorumluluklarından alıp sermayeye vermelidirler. Yani hâlâ sorumluluk taşıyorlar ama bunu uygulayamıyorlar. Tabii devlet de verdiği destekte kesinti yapıyor. Tam da burada toplumsal yeniden üretim üzerindeki iki farklı baskı kıskaç biçimini alır.
Ücret meselesi bir hanede iki kişi çalışsa bile –tabii her hanede sadece iki yetişkin yoktur ama çalışsa bile– “gig ekonomisi”yle birlikte ücretlerin çok fazla düşeceği anlamına gelir. İşin fazlasıyla güvence vermeyen yeridir burası. Birçok McJobs [düşük ücretli, düşük prestijli iş] fayda sağlamaz. Sermaye sizi tam zamanlı çalıştırmaktansa bundan sadece bir saat daha az çalıştırmanın bir yolunu bulur. Sağlık hizmeti gibi bir şey almazsınız çünkü bildiğiniz üzere evrensel bir sağlık hizmetimiz yoktur. Neyse, ABD’nin aşırı uçta bir örnek olabileceğini fark ettim ama bu sözümona zengin ülkelerdeki bir aşırılıktır. Ancak siz de biliyorsunuz ki biraz yenilikçidir. Bence böyle çeşitli dinamikleri her yerde bulabilirsiniz. Böylece aslında tüketici borçlarında büyük bir artış görürüz. Şu anki iş ücretleri ev halkını desteklemeye yetmez. İnsanlar gelecekteki ücretlerini ipotek ederek, tüketici borçları içerisinde yaşamaya zorlanırlar; kredi kartlarının en üst limitine ulaşma, araç kredi borçları ve aydan aya ödediğiniz taksitlerle satın alma şeklini alırlar. Belki ABD’deki öğrenci borçlarıyla ilgili yaşanan krizden haberdarsınızdır, çünkü üniversite sistemimiz büyük ölçüde birden fırlayan okul harçlarına bağlıdır. Bu yüzden gencecik insanlar hayatlarına binlerce dolar borçla başlıyorlar. Bu da yaşamlarının sonuna kadar olmasa da yıllarca hayat yollarındaki gelişimlerini engelleyecektir. Borcun boyutları bu raddedir.
Tabii bir de el koyma meselesine dönmemiz gerekiyor. Bir el koyma biçimi demek istiyorum. Ama beyaz olmayanların popülasyonu bakımından özel bir yoğunluk söz konusudur, çünkü aşırı gereksiz borç çeşitlerine bağlılığıyla varlıklarını sürdürürler. Borçlar astronomik boyutlarda faiz oranlarıyla ödenir. Neredeyse mafyadan ya da tefeci gibi yerlerden borç almak gibi. Ya da 2007-2008 yıllarında dünya finans sistemini âdeta alaşağı edecek olan meşhur yüksek risk faizli mortgage piyasa sektöründe olduğu gibi. Her neyse, buna bir nevi tüketici borcu ya da işçi sınıfının borcu diyelim.
Lafı çok uzattım farkındayım ama Küresel Güney konusuna geliyorum; kamu borcu dediğimiz şey devlete ait borçlardır. Elbette bununla karşılaşmayacağımız hiçbir yer yok ama özellikle Küresel Güney açısından bu bir sorundur. Burada, sömürgeci küresel güçlerle yıllardır kamulaştırılmış çıkar ilişkilerine maruz kalmış postkolonyal devletlerin bağımsız hale geldiği ama bir şekilde bu mirası bıraktıkları bir durum söz konusu. Çökmüş ekonomileri olduğu gibi bırakırlar. Tabii asırlar boyunca tüm zamanların en büyük servet hortumlamasına hiç değinilmez. Dolayısıyla bu durumda yine Küresel Kuzey’de sosyal demokrasi adıyla andığımız döneme denk gelen bir dönem vardır. Ancak Küresel Güney’dekiler açısından savaş sonrası dönemde, birçok ülkenin bağımsızlığını ilan etmesi sonrasında kalkınmacı devlet dönemiydi.
Dediğim gibi “kalkınmaya” çalıştıkları bir dönemdi bu. Bu kelimeyi ekolojik boyutu sebebiyle tırnak içine almamız gerekir, ama şimdilik dışarıda bırakalım bunu. İthal ikame endüstrileşmesini kullanarak “kalkınmaya” çalışırlar; bunun anlamı öncelikle ekonomilerini bu servet hortumlamasını devam ettirecek piyasa güçlerinden korumaktır. Bu dönemde bazı yerlerde, en azından hükümetlerini seçmiş, köylü ve işçilerin kalkınmalarıyla içten bir şekilde ilgilenenlerin olduğu yerlerde bazı atılımlar yapıldı. Ancak neoliberalizm bunu geri çekti değil mi? Yani Washington Mutabakatı olarak bilinen yapısal düzenleme. Bu da emperyalizmin başka bir postkolonyal biçimiydi ve dediği aslında şuydu: Hayır, kendinizi bu şekilde koruyamazsınız. Ekonominizi liberal hale getirmeniz gerekiyor, yani onu, dışarıda bir yerlerde yüzen büyük köpekbalıklarına açmalısınız. Aynı parayı eğitime ve sağlık hizmetleri gibi şeylere harcayamazsınız. Borç yükümlülüklerinizi her şeyin önüne koymalısınız. Her şey borç hizmetine, faiz ödemelerine gitmelidir. Sonra da tekrar tekrar borçların yeniden yapılandırması yoluna gidersiniz ama borçlandığınız miktar da hiç azalmaz, sadece zaman dilimi uzadıkça uzar ve faiz üstüne faiz bindirilerek arşa kadar ulaşır.
Bu düzeylere çıkmış bir borçlanma oldukça önemlidir. Pek çok düzeyde temel bir ekstraktivizm ve kamulaştırma mekanizmasıdır. Kimsenin ödeme yapmayı istemediğinde neler olduğunu gördük. Yunanlılara neler olduğunu gördük. Arjantinlilere neler olduğunu gördük. Hatta biliyorsunuz Brazilya’daki sorunu; gerçi Lula şimdi geri döndüğünde neler olacağını göreceğiz. Fakat her durumda tüm bu borçların sıradan insanları nasıl etkilediği açısından bakılacak olursa toplumsal yeniden üretime yönelik bir saldırı olduğunu düşünüyorum. Temelinde bu, serveti küresel işçi sınıfından, Kuzey ve Güney olmak üzere finansal çıkarlara sızdırmanın bir yoludur.
Yeni bir sosyalist feminizm şansı nedir? Nihayet sorunuzun özüne geldik. Kendilerine ister sosyalist desinler ister demesinler, sosyalist feminizmle benzerlik gösteren feminizm biçimlerine ilginin yeniden canlandığını görüyoruz. Birçok anti-kapitalist feminizm; sadece kadınların bir sektörel ilgisi içinde değil aynı zamanda kemer sıkma, borçlanma ve kamulaştırmadan mustarip daha geniş popülasyonlar adına konuşabilecek bir konuma gelmek isteyen birçok feminizm olduğunu görüyoruz. Bir bakıma bu, söylediğim gibi bu tür bir krize ihtiyaç duyduğumuz daha bütünleştirici bir anlayışın örneğidir. Özgürleştirici katılımı artırmak istiyorsanız daha bütünleştirici bir düşünme şekline ihtiyacınız var.
Geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde sıfırdan toplumsal cinsiyet, ırk ya da ekoloji hakkında çok şey öğrendik. Fakat tüm bunları bir şekilde bir araya getirmenin ve nasıl bir araya getireceğimizi çözmenin zamanı geldi. Geçmişte görece izole bir şekilde gelişmiş, şimdilerde ise daha bütünleştirici bir şekilde gelişen tüm bu görüşleri ele alırsak, sanırım yeni bir sosyalist feminizme öncülük edecek birçok liderin muhtemelen Küresel Güney’den çıkacağını düşünüyorum. Pek çok durumda özellikle Latin Amerika’da ya da güney Avrupa’da geliştiğini gördüğünüz askerî biçimler bu kapsayıcı karaktere sahiptir. İşte bu nedenle %99 İçin Feminizm’i yazdık, çünkü özellikle Brezilya’da, Arjantin’de, İspanya’da, İtalya’da buna benzer şeyler olduğunu hâlihazırda gördük. Yani olanları anlamaya, isimlendirmeye, daha görünür kılmaya ve gündeme getirmeye çalıştık. İnsanların %99 kelimesini kullanmayı isteyip istememesi umurumda değil, adına ne dersek diyelim ben artık yalnızca olan şeyle ilgileniyorum.
Diğer tarafta, liderlerin Küresel Güney’den çıkacağını söylemiştim. Bir Amerikalı olarak, belki Çin’le birlikte, İranlıların ifadesiyle dünyanın Büyük Şeytan’ıyız. Yani bir gücüz. Hükümetimizin politikaları ve bunun gibi şeylerden bahsediyorum. Dünyanın her yerinde öyle kötü bir güç haline geldik ki canavarın karnında bu türden bir bütünleştirici sosyalist feminizmin –buna eko-sosyalist, ırkçılık karşıtı, demokratik antikapitalizmi de ekleyelim– gerekliliğini yerine getirebilir miyiz diye düşünüyorum. Sorun şu ki, söyleyecek çok şeyiniz olsa da ne dediğimi anlıyorsunuzdur; Küresel Güney’de, Avrupa’da, Güney Asya’da, Doğu Asya’da ve Afrika’daki güçlerle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’nde her türlü güçlü işbirliğini sağlayabilirsek işte o zaman gücü muazzam boyutlara çıkacaktır. Bu yüzden bir bakıma Küresel Güney’den geleceğini düşünsem de, bu vizyonun dünyanın kaynaklarının akla mantığa yatmayacak yüzdesini kontrol eden, aşırı sera gazı emisyon yüzdelerini fırlatan yerlerde yaşayan Küresel Kuzey’deki bizler için oldukça önemlidir, ki bu konuda ciddi bir sorumluluğumuz söz konusu. Bu konuları öylece onlara bırakamayız.
Tekrardan The Practice of Change kitabınızda yaptığınız vurguya dönmek istiyorum. Amerika Birleşik Devletleri’nde işbirlikleri kurmak için, örneğin Küresel Güney gibi güçlü feminist hareketlerle nasıl bağ kurabileceğimiz üzerine konuşmuştuk. Şimdi de ekoloji konusuna dönelim. Kapitalizmin yerleşmiş ekolojik bir çelişkiyi barındırdığı varsayımıyla başlayıp, ekstraksiyon süreçlerini ve toplumsal yeniden üretimi ve de ekolojik yeniden üretimi imkânsızlaştırma yollarını açıklıyorsunuz. Kitabınızda, eko-politiğin sistem karşıtı hale gelerek safi çevreselliğin üstüne çıkması gerektiğini iddia ediyorsunuz. Sistematik ve sistem karşıtıyla ne demek istediğinizi biraz açabilir misiniz? Bu meselenin aktörleri ilgimi çekiyor. Çünkü ortadaki durum göz önüne alındığında tam da durduğumuz yerden çok umut verici bir tablo görmüyorum. Aksine var olan aktörleri fazlasıyla bastırılmış görüyorum. Sizinkine benzer bir analize dayanan sistemin değişmesi gerektiği iddiasında bulunan toplumsal hareketler bastırılmakta veya kitlelere gerçekten ulaşamamış ya da en azından büyük oranda katılım sağlanamamıştır. Almanya’daki feminist ve ekolojik hareketlere ise daha ziyade işçi sınıfı katılım göstermemiştir. Geniş çapta bir işbirliğinin oluşturulma şansını nasıl görüyorsunuz?
Kitapta söylediğim, öncelikle kapitalizmin iklim değişikliğinin, sera gazı emisyonlarının başlıca sosyo-tarihsel sorumlusu olduğudur. Tabii bu, kapitalist olmayan toplumlarda ekolojik felaketler olmadığı anlamına gelmez. Fakat fikrimce kapitalizmin üstesinden gelmek yaşanabilir bir gezegen için yeterli olmaktan ziyade elzemdir. Kısmen doğaya karşı bu yamyamlaştırıcı dinamiğe göre tanımlandığından, kapitalizmin bu sorunu çözeceğini düşünmüyorum. Herkes benimle aynı fikirde olmayacaktır. Bir yanım diyor ki, tamam, belki peşinen tam olarak aynı fikirde olmamıza gerek yok ama birkaç yıl zarfında acilen dünya ekonomisinin karbonsuzlaştırılmasına ihtiyacımız olduğu konusunda hepimiz hemfikir olabiliriz. Bu işten alnımızın akıyla çıkabilir miyiz, yaptıklarımıza hâlâ kapitalizm denebilir mi, sonrasında göreceğiz. Pek sanmıyorum. Ama burada bu konuya girmeyeceğim.
Üzerinde duracağım konu, büyük bölümü “yeşil kapitalizm” terimi altında bir araya gelen tüm görüş ve aktörlerdir, yani piyasaların bize getirdiği kötülüğü iyileştirmek için yine piyasaları kullanabileceğimizi düşünenler, yani karbon ticaretinin, spekülasyonun, çevresel türevlerin ve karbonu uzaya fırlatma gibi gerçekten korkutucu teknolojik çözümlerin –Elon Musk tarzı çılgınlıkların– işe yarayacağını düşünenler. Bunlar daha yolun başında kaybetmişlerdir. Peki geriye kalan ne? Buna inanmayan ya da eğer emin değillerse en azından bu konuda geri adım atıp başka bir şey yapmaları gerektiğine ikna edebilecek aktörler kimlerdir?
Günümüzde asıl aktörlerin Yeni Yeşil Mutabakat aktivistleri olarak farklı akımlarda gruplandırılabileceğini söyleyebilirim. Bu her ne kadar Amerikan bir isim olsa da başka yerlerde de benzerlerini bulabileceğinizi düşünüyorum. Yeni Yeşil Mutabakat ile ilgili –idealize etmek istemiyorum çünkü sundukları esas programlar ve yasa paketlerinin oldukça çekingen nitelikte olduğunu düşünüyorum– şöyle önemli bir görüde bulunabiliriz: Gezegeni ekolojik felaketten kurtarma sorununu sıfır toplamlı bir oyun olarak ortaya koyamazsanız buradan insanların işlerini ve geçim kaynaklarını kaybetmeleri gerektiği anlamı çıkar. İnsanların geçimlerini sağlama konusunda yaşadıkları haklı endişelerini ele almalısınız. Dolayısıyla bu eko-politik akım, iyi kazandıran ve sosyal değeri vb. olan iyi işler yaratılabileceği ve iklim değişikliğiyle tekrar ilgilenmenin “kalkınmanın” yani işlerin sonu olmadığı konusunda ısrarcı bir akımdır.
Yani bu zaten işçi sınıfı sorunuyla ilgili görüşünüzü ortaya koyuyor. Ama işçi sınıfıyla ilgili bir parantez açmama izin verin. Sorunun bir kısmı, belki de işçi sınıfının ne olduğunu çok dar bir çerçeveden tanımlıyor olmamızdır. Daha önce Constance’ın işçilerle ilişki kurmak isteyen feministlerle ilgili sorusunda bundan bahsetmeye epey yaklaşmıştım. Kadınlar işçidir ve bakım işi bir “iş”tir. Kürtaj bir emek meselesidir. Eğer toplumsal yeniden üretimi –ve biyolojik üremeyi– anladıysanız, kadınların çocukları olurken doğum sancısı çekmelerinden bahsetmemizin boşuna olmadığını anlarsınız. Yapmak istediklerimden biri de işçi sınıfının ne olduğuyla ilgili anlayışımızı genişletmek ve belki de gerçekten yapmaya çalıştığımız şeyin işçi sınıfının ne olduğuyla ilgili yeni bir algı yaratmak ve insanların kendilerini bir şekilde aynı sınıf içerisinde farklı konumlarda görmelerini sağlamak. Bu, işçi sınıfını homojenleştirmekle alakalı değil. İşçi sınıfı iç yapısı ve işleyişinde farklılaşmıştır. Ancak tüm bu toplumsal yeniden üretim sorunu, bir emek meselesi olarak görülebilir.
Biraz konu dışı olacak ama söylemek isterim ki ilhamımı W.E.B. Du Bois’nin büyük eseri Black Reconstruction’dan aldım. Bu kitapta ABD İç Savaşı ve Yeniden Yapılandırma tarihi ve 19. yüzyıl Amerikası’nda ortaya çıkan iki işçi hareketi yer alır. Bu hareketler sendikal hareketler ve kölelik karşıtı hareketlerdir. Kölelik karşıtlığı bir emek hareketidir. Bu iki hareketin birbirlerini işçi sınıfının ortak hareketleri olarak değil de iki farklı kesimi olarak gördükleri açıktır. Birbirlerini ne kabul ettiler ne de güçlerini birleştirdiler. Eğer birbirlerini kabul edip güçlerini birleştirselerdi ülkenin ve muhtemelen daha büyük ölçekteki kapitalist dünyanın da tüm tarihi farklı olabilirdi, der Du Bois. Ben de, evet haklı ama Du Bois bir şeyi kaçırmış diye düşündüm. Çünkü üçüncü bir işçi hareketi daha mevcuttur, bu hareket bakım ve toplumsal yeniden üretim işlerini yapanlardan oluşuyor. Feminizmi, tanınmayan bir tür işçi hareketi, hatta feministlerin bile kendilerini tanınan bir işçi sınıfı olarak görmediği bir harekettir.
Bu işçi sınıfı meselesini ve birbirini tanıyıp kabul eden farklı farklı işçi hareketlerine sahip olmanın ne anlama geleceği üzerinde düşünüyorum da bu, ekolojik sorun açısından oldukça önemli. Yeni Yeşil Mutabakatı bunlardan biri. Diğeri ise eko-politik dünyanın çevresel adalet kanadıdır. Sorumluluğun kime yüklendiğiyle ilgili eşitsizlik ve farklı niteliği yüzünden endişe duyanlar ve kapitalizm içerisinde atıkların nasıl dağıtıldığıyla ilgili iyi bir analizi olanlar. Sadece paranın değil atıkların da dağıtıldığı. Bu da hem ülke sınırları içinde hem de küresel çapta küresel ırk ayrımına [colour line] karşılık gelmektedir. Bir de radikalliği, tüm uygarlığın ethosunu eleştirmesi, neyin iyi yaşam sayılacağı, Buen Vivir’e ve yerli ya da diğer marjinal topluluklardan ortaya çıkan diğer iyi yaşam anlayışlarına yönelmesiyle pek çok gencin dikkatini çeken büyüme karşıtı bir akım daha var. Bu güçlü üç akımın her birinin muazzam görüşleri bir de görmezden gelinen bazı noktaları var ama belki birinin görüşleri diğerinin görmezden geldiklerini ortaya çıkarabilir. Aralarında bir tür ittifak görmek isterim. Herkesin seçim yapmaya zorlandığı bir ideolojik iklim yaratmak için. Hangi tarafta olurdunuz? Yeşil kapitalizm mi yoksa %99 için çevrecilik mi, yani aşağı yukarı böyle bir şey. Sistem karşıtı ve anti-kapitalist derken kastettiğim bu.
Fakat söylediğim diğer şey de çevresel boyutun ötesine geçecek ekolojik bir yönelim geliştirmeye de çalışmamız gerektiği. Yani krizin ekolojik boyutu tek boyut gibi anlaşılır. Bu boyut epey korkutucu ve aşırı seviyelerde olsa da bir ve tek boyut değildir. Öncelikle bu cephede savaşan insanlar, yaşamları boyunca daha acil gelen diğer cephelerde savaşanlarla ilişki kurmada daha dikkatli olmalıdırlar. Benim açımdan en acil, en varoluşsal şeyin gezegenin yok edilmesi olduğunu düşünüyorum. Fakat çocukları sokaklarda polis tarafından öldürülmüş insanlara gidip de buna değil de iklim değişikliğine endişelenmeleri gerektiğini tabii ki söylemeyeceğim. Başka türlü ifade edersem, insanların yaşamları, kriz zamanlarından farklı şekillerde etkilenir ve buna saygı duyulmalıdır. Nihayetinde asıl istediğimiz, söylediğim gibi, kapitalizmin çevresel çelişkileri ve kapitalizmin ekolojik krizini ırk baskısıyla, yeniden üretim kriziyle, demokrasi vb. krizlerle bağlantı ilişkilendiren çevreciliğin ötesidir. Herkes kendi nedenleriyle bu noktaya ulaşacaktır. Hangisinin öncelikli hangisinin ikinci derece çelişki olduğunu, bunları hiyerarşik bir yapıya oturan bu tür eski yöntemlerden bahsetmek değil niyetim. Her ne kadar hepimizin –tam olarak hepimiz değilse de dünya popülasyonunun küçük bir kısmı dışında hepimiz– küresel işçi sınıfının parçası olsak da Gerçekten bu sistemin ne olduğu ile deneyimlerimizden farklılaşırken nasıl işlediğiyle alakalıdır.
Soracağımız son soru, bunu sosyalizm olarak çerçeveleme ve sosyalizm çerçevesine yerleştirme kararınıza geri dönebilir miyiz? Kitabınızda tıpkı kapitalizm gibi sosyalizmin de geri döndüğünü yazmışsınız ve ben de sosyalizmi 21. yüzyılda yeniden düşünme görevinin gerçekten büyük bir görev olduğuna katılıyorum. Ayrıca kitabınızda bir tasfiyeden değil de sosyalist bir toplumun kapitalist toplumdan devralacağı kurumsal sınırların yeniden tasarlanmasından bahsediyorsunuz. Peki bu yeniden tasarlama işinde gördüğünüz muhtemel yolları açıklar mısınız? Özellikle de burada, yani kırk yıl boyunca iki farklı yönetimin varlığını sürdüğü Almanya’da, biri kapitalist diğeri sosyalistti. Dünyanın farklı bölgelerindeki sosyalizm sonrası devletlerde ve kapitalist devletlerde oldukça farklı sosyalizm anlayışları, kavramları, deneyimleri ve tarihleri mevcut. Şu an gerçekten küresel ulus-ötesi bir sosyalist hareket adına tüm bu farklı yaklaşımları ve deneyimleri organize edecek ne tür bir gruplaşma görüyorsunuz?
Burada iki soru var. Sosyalizm aradığımız kelime mi? Bir kelime, bir ifade ya da bir alternatifi konuşmanın yolunu arıyoruz. Daha neye karşı olduğumuzu ya da neyi desteklediğimizi bilmeden insanlardan bizimle birlikte ateş hattına yürümelerini isteyemeyiz. Sol cenahta direniş ve muhalefeti vurgulayan bir düşünceye geçiş yaptık. Fakat bir karşı hegemonik bloğun, her ne kadar her yanıyla gelişmiş olursa olsun, neyi desteklediğimizle ilgili birtakım fikirlere sahip olması gerektiğini düşünüyorum. Tarihsel açıdan sosyalizm kelimesi, kapitalizme bir alternatif olarak kullanılan başlıca bir isim olarak işlev görmüştür. Anarşistler buna katılmayabilirler. Belki de iş görür başka kelimeler de vardır ama genel olarak ana fikir bu yöndedir. Gerçekten sosyalizmi yaşamış insanlar kendi aralarında bölünmüş belki de bölünecek olacaklardır ama kimisi bunun ihtiyacımız olan son şey olduğunu söylerken diğerleri ise, ah be, bazı şeylerini özlüyorum, diyecektir.
Bu kelimenin herkes için uygun olmayacağının farkındayım. Herkesin kendisine sosyalist demesinde de ısrarcı olmak istemiyorum. Gözümde, istediğimiz toplumsal sisteme ne dendiği ve ayrıntılarının neler olacağı konularında agnostik bir tavır takınabilen bir karşı hegemonik blok canlandırıyorum. Bana göre etiketi dert edinmeden sistematik değişikliğin bazı temel ilkeleri ya da bakış açıları konusunda hemfikir olmak daha önemli. Bununla kastettiğim; daha önce de söylediğim gibi, yıkıcı olmayan uygarlık ve ekonomik sistemin karbonsuzlaştırılması. İstediğimiz en genel ilkenin, yamyamlaşmayan bir sistem olduğunu söyleyebilirim ve buna “kullandığın kadar öde” diyorum. Üretim, siyaset gibi sistemleri tasarlarsak ve doğal zenginlikleri ya da insani sosyal zenginlikleri bakım hizmetleri veya kamu malları şeklinde kullanırsak, alabildiğimiz kadar sorumluluk alabiliriz. Bu ödenmemiş faturaların sonraki kuşakların kendilerini birden büyük bir kaosun içinde bulana kadar birikmesine izin vermemiş oluruz. Bence temel fikir budur.
Bunun genişletilmiş bir görüş olduğu düşüncesindeyim. Şahsen kendimi sosyalist olarak görüyorum, bu yüzden kendimle ilgili bir problemim yok. Ancak herkesin kendisini böyle tanımlaması talebinde değilim tabii. Bu benim genişletilmiş sosyalist görüşüm. Diğer bir ifadeyle, sosyalizmi ekonomi sisteminin dönüşümü olarak anlamak yeterli değil, tıpkı kapitalizmi bir ekonomi sistemi olarak anlamanın yeterli olmadığı gibi. Daha fazlasını yapmalıyız. Bu, hâlihazırda üretim araçlarının toplumsallaştırılmış mülkiyetinden çok daha fazlasıdır. Ayrıca geliştirdiğimiz herhangi bir üretim biçimi ile hem ekolojik hem de toplumsal yeniden üretim arasındaki ilişkiyi yeniden keşfetmeliyiz, ki sizin de söylediğiniz buydu. Muhtemelen bazı piyasalara sahip olmak istediğimizi düşünüyorum. Bu belki de tartışmalı bir fikirdir. Bazıları pürist bazılar da tüm piyasaların kapitalist olduğunu düşünen solcular var. Ben böyle düşünmüyorum. Bu konuda Polanyion’a katılıyorum. Bence birçok piyasa tipi olmakla birlikte belli koşullarda bunlar gayet yararlılar. Bence ekonomik kurumlar, yani dağıtımcı kurumlar olarak piyasalar ile kamusal güçler, metalar ve kamu malları arasındaki ilişkinin değişmesini istiyoruz. Bu da benim açımdan genişletilmiş bir sosyalizm görüşü; sadece ekonomik sistemi dönüştürmek değil, aynı zamanda ekonomik sistemin arkaplanındaki olanaklı koşullarla ilişkisini de dönüştürmek. Ne belirli bir planım ne de belli bir kurumsal önerim var. Elimdekiler birkaç ilke ve bunun sosyalizmi yeniden keşfetmeyi düşünmenin yararlı bir yol olduğu argümanı. Gerçekten de yeniden keşfedilmesi gerekiyor.