Avrupalıların topraklarını talan edip köleleştirdiği Latin Amerika yerlilerinin bu işgale ellerindeki tek güç olan ölümle isyan ettiklerini okuyoruz Galeano’nun satırlarından. Avrupalılar, yerlilerin direnciyle karşılaşınca onları tembel ve yetersiz ilan edip Latin Amerika’nın maden ocaklarında çalıştırmak için Afrika’da köleleştirdikleri işçileri taşımaya başlamıştı. Her gün tonlarca altın ve gümüşün giriş yaptığı Avrupa’da kapitalizme de yataklık yapacak aç gözlülüğün, ırkçılığın, türcülüğün ve zulmün sonucu olarak maden ocakları birer ölüm ocağına dönüşüyordu. Gel gelelim madencilik ve köleleştirme Avrupalılar için hiç de yeni araçlar değildi. Antikçağlardan bu yana maden ocaklarında insanların ölüme gönderilmesi, bir bilgi olarak zihinlerde mevcuttu.
Uygarlık adıyla olumlanan bu sistemde, egemenlerin saraylarını süslemesinin, güç ve iktidarı ellerinde tutabilmesinin, bedenlerini ve hatta mezarlarını zenginlikle donatabilmesinin olağan koşulu, büyük kalabalıkların ölümüne çalıştırılmasıydı. Madenlerde aranan ve çıkarılan değeri kim belirler, varlığı kime yarar? Yaşamın kaynağı kabul edilen ve kutsallık atfedilen toprakların, arsızca delik deşik edilmesi geçmişten taşınan bilgiye yaslanıyor, uygarlığın davranış repertuvarının bir ürünü olarak sürdürülüyordu. Irkçı, sınıfçı düşünceyle ötekileştirilen insanların ölümüne çalıştırılması sömürgecilerin ata mirasıydı.
Yaklaşık 5-6 bin yıldır insan yaşamında kapladığı alan giderek büyüyen metal madenciliği hızla vahşi bir sömürü düzenine dönüşmüştü. Her geçen gün çoğalan maden ocakları, toprakta yarattığı tahribat nedeniyle o dönemlerde de tartışma yaratmıştı. Madenlerin toprağın içinde ağaç kökü gibi oluştuklarını düşünen Anaksagoras (MÖ 500-428) ve Theophrastos (MÖ 370-278) gibi filozoflar onların ait oldukları yerden koparılıp çıkarılmasına razı değillerdi. Özellikle altın ve gümüş gibi toplumsal yaşamda statüko göstergesi olmanın ötesinde yaşamsal bir rol üstlenmeyen madenler uğruna, Gaia olarak kutsallaştırılan toprağın tahrip edilmesine sıcak bakılmıyordu. Örneğin Doğa Tarihi ansiklopedisinin yazarı Plinius (MS 23-79), gittikçe sıklaşan ve yıkıcı büyüklüklere ulaşan depremlerin maden ocaklarına karşı bir uyarı olduğunu ileri sürüyor, maden ocaklarının derhal kapatılmasını talep ediyordu. Plinius’a göre bitmek bilmeyen para hırsının motive ettiği maden ocakları, yeni doğal felaketlerin baş sebebiydi. Plinius bu yüzden daha eski zamanlarda demirden silahları yasaklayan yasalar çıkarıldığını hatırlatıyordu. Çünkü savaşın ve ölümün nedeni bunlardı ve demir sadece tarımsal üretimde kullanılmalıydı.
Romalı şair Ovidius (MÖ 43-MS 17) Dönüşümler kitabında insan-doğa ilişkisinin bozulmasını birbiri peşi sıra gelen insan soyları üzerinden anlatır. Savaş ve şiddet nedir bilmeyen, doğayla uyum içinde yaşayan Altın Soy’dan sonra gelen Gümüş Soy, iklim ve yaşam koşullarının da değişmesiyle birlikte evler yapmaya, yiyeceklerini elde etmek üzere öküzlerle toprağı işlemeye başlamıştı. Bronz Soy, madenciliği başlatmış, tunç silahlar yapacak tuncu elde etmek için toprağı kazmaya, maden ocakları açmaya girişmişti. En sonunda gelen Demir Soy’la birlikteyse utanç yitmiş, doğruluk terk edilmiş, inanç çoktan geride bırakılmıştı. Tanrıların yer altına sakladığı serveti ele geçirmek için toprağın karnını deşmekten geri durmamışlardı. Bunların döneminde silah yapımında kullanılan kan döken demirin yanı sıra altın da devreye girmiş, demir ve altın sahipleri tanrılara savaş açmıştı.
Romalı hatip Seneca da Naturalis Quaestiones kitabında madenciliğe karşı olduğunu yazıyordu. Her şeyden önce maden ocakları insanın bedensel yapısına uygun değildi, başı yukarıda olan insanların iki büklüm yerin dibine inip altın araması doğru değildi. İnsanın bu yaptığı toprağa bir saygısızlıktı ve çıkarılan atıklar açılan çukurlarda biriken yağmur sularını zehirliyordu. Seneca bugün de maden aramada kullanılan siyanür gibi kimyasallarla sadece suyu değil, toprağı, bitkiyi, hayvanı ve tüm yaşamı zehirleyen atıkların uyarısını yapmıştır.
Madenciliğin inanca uygun olup olmadığını tartışan ve açılan yataklardan şikâyetçi olan çok sayıda yazar ve düşünür vardı ancak bir cazibe nesnesi olarak insanlar arasındaki simgesel değeri tüm bu tartışmaları gölgede bırakıyordu. Antikçağ yazar ve düşünürlerinin çoğu toprakta açılan oyuklardan rahatsızlığını dile getiriyor ama bu ocaklarda ölümüne çalıştırılan köleleri, işçileri görmezden geliyordu. Sanki madenler kendiliğinden çıkıp işleniyor ve toplumsal normları dikkate alarak sınıfsal biçimde statükoya dahil oluyordu. Altın ve gümüş gibi madenlerin arzulanırlığı yerin yüzlerce metre altındaki karanlıkta çalışan emek sahibini de karanlıkta bırakıyordu. Altın ve gümüşlerin gündelik yaşamdaki parlaklığı gözleri kamaştırıyor, toz, toprak, zehirli gazlar içinde gün ışığından yoksun, kötü koşullar altında emeğini ve ömrünü veren insanlar görmezden geliniyordu. On binlerce insan, altın ve gümüş gibi madenlerin parıltısına kurban ediliyordu. Sahip olduğu maden ocaklarını taşeronlara ihale eden devlet, vergisini alıyor gerisine de karışmıyordu. Estetik ve değişim değeri yüksek olan metallerin getirisi ardındaki soykırımı görünmez kılıyor, sınıflı toplum yapısındaki gerilimi burjuva ve aristokrasi lehine artırıyordu.
Madenciliğin en korkunç yanı bugün de olduğu gibi, emekçilere zulmüydü. Çoğu köle olan maden işçileri hem büyük emek sömürüsüne hem de ırkçılığa maruz kalıyordu. Büyük köle sahipleri kölelerini maden ocaklarında çalıştırılmak üzere kiralıyor veya satıyorlardı. MÖ 4. yy’da Nikias adındaki bir generalin gümüş çıkarılan maden ocaklarında çalıştırmak üzere 1000 köle kiraladığını biliyoruz. Bütün işlerin hayvan ve insan emeğine bağlandığı bu ocaklarda, on binlerce işçinin kötü koşullar altında sömürüldüğünü yazılı belgelerden öğreniyoruz. MÖ 2. yy’da İspanya’daki Kartagena gümüş madenlerinde çalışanların sayısı 40 bini buluyordu. Bunların büyük çoğunluğunu, köleler, köleleştirilmiş savaş esirleri, cezasını maden ocaklarında çalışarak çeken mahkûmlar ve yasak olduğu dönemde yakalanan bazı Hristiyanlar oluşturuyordu.
Bunca emek sömürüsünün altında her geçen zaman daha da artan toplumsal talep yatıyordu. Bakır, demir gibi daha çok kullanım değeri taşıyan madenlerin bolluğu piyasada değer kaybına neden olurken altın ve gümüşte durum hiç de aynı değildi, bunlar her koşulda değerlerini koruyordu. Bu yüzden devlet ve ona bağlı taşeronlar üretimi hiç düşürmeden sürdürüyorlardı. Atina, Laureion maden ocakları sayesinde ciddi bir altın ihracatı yapıyordu. İspanya’nın madenlerinde bir günde üretilen gümüş miktarı 300 kg’ı bulurken, 40 bin kişinin çalıştığı gümüş madenlerinde devlet günlük 25 bin drahmi gelir elde ediyordu.
Maden ocaklarının çalışma koşullarını Amasyalı coğrafyacı Strabon’dan da biliyoruz. Strabon, Sinop yakınlarındaki Sandarakurgion Dağı’nın (Kırmızı Zırnık Dağı) içini boşaltan maden ocaklarının durumunu şöyle aktarıyor:
Maden vergi mültezimleri tarafından işletilmekteydi ve burada suçlarından ötürü pazarda satılan tutsakları madenci olarak kullanmaktaydılar, çünkü işin zahmetinden başka, madendeki havanın, cevherin berbat kokusundan ötürü burada çalışmanın hem öldürücü ve hem de dayanılmaz olduğunu söylerler; öyle ki, işçiler kısa sürede ölmeye mahkûmdur. Sayıları iki yüzden fazla olmayan işçiler devamlı olarak hastalık ve ölümle telef olduğundan, ocak yararlanılmaya elverişli olmamakta ve dolayısıyla çoğu zaman çalıştırılamamaktaydı.
Bugün madencilerin her sabah ocağa inerken hissettiği ürperti ve sıranın ne zaman kendilerine geleceğine dair yanıtı olmayan korkunç soruların nedeni bu geçmişte yatar. Yukarıdaki örneklerde de görüleceği gibi devletin yasaları ve taşeronlarıyla madenciye biçtiği yazgı ölümdür. Bu madenciliğin binlerce yıllık karanlık geçmişinden güç alır. Sistem ve onun bütün çarkları bunun üzerine kurulmuştur. Kapitalizmle birlikte çarklar daha da sıkışmış, yoksullaştırılan insanlara madene inmekten başka seçenek bırakılmamıştır.
Başta Manisa Soma’daki iş cinayetleri olmak üzere, Ermenek, Zonguldak, Kastamonu Küre gibi pek çok yerde katledilen işçilerin değeri çıkardıkları madenlerle ölçülüyor. Bir gazete haberinde şöyle deniyor:
Dünyanın en büyük kömür üreticilerinden bir tanesi olan Çin’de, 2008 yılında 100 milyon ton başına düşen ölüm sayısı 127 olurken, Türkiye’de bu sayı 722 olarak kaydedilmiştir.
Renksiz ve kokusuz bir gaz olan grizuya karşı bir önlem olarak maden kuyularına kafeslerle indirilen kuşlardan bahseder Didi-Huberman. Kuyularda biriken kokusuz gazı duyup felaket anının geldiğini hisseden kuşlar ve onların alarm niteliğindeki titreyişi, cankurtaran sezisi. Kafesteki canlının yalnızca oradaki ve o andaki felâketi değil bütün bir alıkonmayı ifşa eden çırpınışı, bu boğucu zulme itirazı olan herkes için bir hareket çağrısı sayılmalı.
Direnmek için bundan âlâ sebep yok, binlerce yıllık bu ölüm düzeni yıkılmalı.