Sağ, demokrasiden hoşlanmaz. Seçimlere düzenli katılımları, halk mücadelesinin sembollerini ara sıra övmeleri ve antidemokratik hareketleri demokrasinin retorik süsleriyle örtme cesaretleri göz önüne alındığında, bu temel gerçeği unutmak kolaydır. Ancak sağ siyaset, Fransız Devrimi esnasında nasıl monarşiyi ve geleneksel hiyerarşileri savunarak yola çıktıysa, [tarihi boyunca] köklerinden hiç sapmamıştır.
Ünlü muhafazakâr entelektüel ve Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter, muhafazakâr zihniyeti harekete geçiren, sürekli farklı kisvelere bürünse de, daima varlığını sürdüren antidemokratik dürtünün timsalidir. “Yaratıcı yıkım” teorisiyle tanınan Schumpeter, 1940’ların başında eşitlikçi tonlarından arındırılmış son derece etkili bir demokrasi tanımı ortaya koymuştur. Schumpeter’a göre demokrasi, elitlerin halkı yönetme hakkı için seçimler aracılığıyla birbirleriyle rekabet ettiği yönetim biçimidir.
Schumpeter, demokrasinin daha radikal yönleriyle de yakından tanışmıştı. İlk olarak I. Dünya Savaşı sonrasındaki Avusturya’da, ardından New Deal Amerikası’nda, işçilerin kitlesel olarak örgütlenip siyasi ve ekonomik güce sahip olanların ayrıcalıklarını sorguladıklarına şahit oldu. İşçilerin eylemlerinde, ileri kapitalist dünyayı neredeyse kaçınılmaz şekilde demokratik sosyalizme yönlendirecek bir demokratikleşme eğilimi gördü.
Ve bu onu dehşete düşürdü. Bu tiksinme, Schumpeter’ı sosyal bilimlere ya da değerlerden bağımsız gözlemlere olan bağlılığından çok daha fazla etkileyerek, demokrasiyi elit merkezli bir oyun olarak yeniden tanımlamasına yol açtı. Siyaset bilimci John Medearis’in yazdığı gibi, artık demokrasi, ayrıcalık kalelerini fethetmek ya da sıradan işçilerin kolektif olarak kaderlerini belirlemeleriyle ilgili değildi. Demokrasi, demosun –yani sistemin adına kurulduğu varsayılan halkın– sadece bir izleyiciye indirildiği sıradan bir yöntemdi. 1930’larda kitle demokrasisi yerleşmeye başladıkça, Schumpeter o kadar korktu ki, halk yönetimine karşı bir kalkan olarak Nazilere sempati duymaya başladı.
Shawn Gude, yakın zamanda Medearis ile, Schumpeter’ın siyasetini, siyasi faaliyetlerini, Nazizme yakınlığını ve elit dostu yaklaşımının günümüz siyasi manzarasında nasıl bir iz bıraktığı ile ilgili konuştu.
Schumpeter’ın en meşhur öğretisi “elit” demokrasisi anlayışıdır. Bu konuda ne düşünüyordu? Nasıl oldu da bu kadar etkili oldu bu yaklaşım?
Schumpeter’ın en açık şekilde 1942’de Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi eserinde ortaya koyduğu demokrasi teorisidir bu, ancak yıllar önceki yazılarında da köklerini bulabilirsiniz bu yaklaşım. Temel argüman, demokrasinin, hiçbir zaman elitler arasında yapılan seçimler aracılığıyla rekabetten daha fazla bir şey ifade etmeyeceğidir.
Bu görüşün ardında birkaç temel fikir veya iddia bulunmaktadır. Bunlardan biri, Schumpeter’in “halkın iradesi” olarak adlandırdığı kavrama yönelik eleştirisidir. Bu kavramla kastettiği, sıradan bireylerin siyasal alanda akıl yürütebilme, sağduyulu kararlar alabilme ve bilinçli şekilde eylemde bulunabilme kapasitesidir. Schumpeter, bu eleştiriyi, “klasik demokrasi teorisi” olarak tanımladığı anlayışa karşı yöneltir; yani bireysel olarak yurttaşların istikrarlı, özerk siyasal görüşlere sahip olduğu ve bu görüşlerin soyut ve üst düzey ilkelerden türetilebildiği varsayımına. Schumpeter’e göre, siyasal psikolojiye dair bu varsayımlar geçersiz kılınabilirse, klasik demokrasi teorisi de terk edilecektir. Bu argüman, belli açılardan çarpıtmalar1Metinde kelimenin orijinali olarak “straw man” tabiri geçiyor. Saman kuklası safsatası olarak da çevrilen bu tabirde karşıt fikir, olabilecek en sığ şekline indirgenerek çürütülmeye ve anlamsızlaştırılmaya çalışılır. Örneğin gereksiz askeri harcamaların eğitime ve sağlığa yönlendirilmesi talebi karşısında “ne yani sınırlarımız delik deşik mi olsun” diyen kişi “straw man proposal”a başvurmaktadır. -çn. içerse de, temel iddia bu şekilde formüle edilmiştir.
Demokrasi teorisinin ikinci unsuru ise, demokrasinin gerçekte sadece bir yöntem olduğudur ve bu yöntem, elitlerin karar alma gücünü elde etmek için gerçekleştirdikleri rekabet olarak görülür. İki açıdan önemlidir bu. Birincisi, demokrasi sadece bir elit yönetimi biçimidir burada: Schumpeter’a göre, her toplum biçimi bir tür elit yönetiminden ibarettir ve demokrasi sadece bunun nihai biçimidir. Diğer taraftan, Schumpeter’in yöntem odaklı yaklaşımı, demokrasinin özgürlük ve eşitlik gibi temel taahhütlerle ilgili olmadığı anlamına gelir. Schumpeter, demokrasinin dini zulümle, hatta şiddet içeren dini zulümle bile tutarlı olabileceğini savunmuştur, çünkü eşitlik ve özgürlük gibi geleneksel değerler aslında demokrasiyi tanımlamaz.
Schumpeter’ın elit anlayışı, bir kuşak siyaset bilimci tarafından, demokrasiyi değerlerden bağımsız, formel ve gerçekçi bir şekilde kavrayan bir yaklaşım olarak kabul edilmiştir. 1950’ler, 60’lar, 70’ler ve sonrasında, dünya genelinde demokrasiyi temsil edebilecek tek şeyin elitler arasında yapılan seçim yarışları olduğunu gören siyaset bilimciler, Schumpeter’ı benimsemişlerdir. Ama bunun bir bedeli olacaktır: Görünürdeki gerçekçi kavrayış, eleştirel bakış açısının yitimine yol açmıştır.
Evet, bu Schumpeter’ın en bilinen demokrasi görüşü. Peki, “dönüştürücü” demokrasiyi nasıl tanımlarsınız?
Onun dönüştürücü demokrasi teorisi, I. Dünya Savaşı’nın sonlarına yakın bir döneme dayanır, genellikle çoğu kişinin göz ardı ettiği yazılarda yer alır. Bu, demokrasinin gerçekten radikal ve geniş çaplı etkilerini vurgulayan bir görüştür, ancak Schumpeter’ın kendisi bir radikal değildi.
Temel argüman, demokratik uygulamaların, yapısal olarak antidemokratik olan toplumun alanlarına entegre edilmesinin, bu alanları ve tüm toplumu dönüştürebileceği yönündedir. Schumpeter’in erken dönem dönüştürücü bakış açısı, Kasım 1918’deki Alman denizcilerinin isyanıyla başlayan konsey hareketine odaklanıyordu. İsyan eden denizciler, askeri üslerin yönetimini devralmak için seçilen bir demokratik organ olan bir konsey kurmuşlardı ve bu spontane hareket Almanya genelinde farklı türden konseylerin kurulmasına yol açtı. Schumpeter’a göre bunların en kritik olanları fabrika konseyleri idi: Seçilen demokratik organlar, fabrikaları devralmış ya da devralmayı amaçlayan organlardı.
Bu hareket, Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’ndeki bazı üyeler, özellikle Otto Bauer gibi kişiler tarafından hoşnutlukla karşılanıyordu. Sosyalizmin kendiliğinden, ciddi bir krizle veya devletin üstten bir sosyalizasyon müdahalesiyle gerçekleşebileceği fikrini reddediyorlar ve konsey hareketi gibi bir şeyin ekonomiyi içerden demokratikleştirerek sadece demokratik işyerleri değil, bütün bir demokratik sosyalizmi de getirebileceğini savunuyorlardı. Yine de Schumpeter bu yaklaşımı desteklemiyor, ancak bunun sosyalizme, özellikle de demokratik sosyalizme giden geçerli bir yol olduğuna inanıyordu.
Konsey hareketine ve mevcut düzene karşı diğer demokratik meydan okumalara olan tepkisi, en iyi şekilde onun muhafazakârlık perspektifinden anlaşılabilir.
Schumpeter’in muhafazakârlığı, yetiştiği politik ve tarihsel çevre göz önüne alınarak anlaşılmalıdır: yani Avusturya ile birlikte, bugünün Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Romanya hatta İtalya’nın bazı bölgelerini kapsayan ve soyluluktan gelen bir yönetici sınıfın egemen olduğu çok uluslu bir imparatorluk olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun son dönemiyle birlikte düşünülmelidir.
Schumpeter’in ilk siyasi yazılarındaki temel odak noktası, bu aristokrasinin siyasi rolünün ve liderliğinin korunmasıydı. Görüşleri, Avusturya-Macaristan soyluluğunun imparatorluktaki önemine dair öz imajlarını paylaşırken, muhafazakârlığı, Christian Social Party’nin ideolojisinin unsurlarını da içeriyordu; bu ideoloji derinden antidemokratikti ve Avusturya-Macaristan’da işçi sınıfının yükselmesine karşıydı.
Schumpeter, kapitalizm gelişirken bile toplumu koruyan şeyin aslında modern inançlar değil, geleneksel liderliğe saygıyı destekleyen modern öncesi inançlar olduğu görüşündeydi. Bu açıdan, politik demokrasinin özellikle sosyalist parti formlarıyla yükselmesi büyük bir tehdit oluşturuyordu.
Birisi şu soruyu sorabilir: “Eğer Schumpeter’in muhafazakârlığını anlamak için bu uzun zaman önce var olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu ve soyluluğunu anlamanız gerekiyorsa, Schumpeter’ın muhafazakârlığından herhangi bir şey öğrenilebilir mi?” Ve benim cevabım, Corey Robin gibi birinin muhafazakârlar hakkındaki görüşünü kabul ederseniz, muhafazakârlığın ortak paydasının, işçiler ve dışlanmış etnik ve ırksal gruplardan gelen demokratik meydan okumalara karşı direnmek için teorik bir doğaçlama olduğudur, öyle, çünkü Schumpeter’ın muhafazakârlığı bunun gerçekten önemli bir örneğidir.
Bu, Schumpeter’ın “Tory demokrasisi” fikriyle örtüşüyor ve eski monarşik biçimlerin korunması için yaptığı siyasi çabalarla bağlantılı.
I. Dünya Savaşı devam ederken, Schumpeter, Graz şehrinde ekonomi profesörüydü ve Avusturya-Macaristan soyluları arasında yayılmasını umduğu bir dizi mektup ve memorandum yazmıştı. Bu belgelerde, elit demokrasisine dair bir vizyon sundu, ancak bu, Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi’deki vizyonundan farklıydı. Burada, ilerleyen zamanlara kıyasla, elit demokrasisi, demokrasinin ne olduğuna ya da ne olması gerektiğine dair gerekli bir vizyon olarak değil, politik psikoloji ve sıradan insanların politik yetenekleri üzerine bir anlayışa dayalı olarak yalnızca bir politik program olarak sunulmaktadır.
Schumpeter’in soylulara verdiği tavsiye, temelde demokrasiyi göz ardı edemeyecekleriydi. Bu yeni demokratik alanları —parlamento ve kamusal müzakere— göz ardı etmeye çalışmak yerine, onları baskın hale getirmeye çalışmaları gerektiğini söylemiştir. İki ana tavsiyesi vardır. Birincisi, muhafazakâr bir parti kurup parlamentoyu (savaş sırasında askıya alınmıştı) yeniden toplamak ve ardından bu parti aracılığıyla halk desteği kazanmaktı. İkincisi ise bir muhafazakâr gazete kurmaktı.
Schumpeter, İngiltere’de 19. yüzyıl sonlarındaki Toryler ve Whigler’in deneyimlerinden yararlanıyordu; bu gruplar, işçi sınıfı hareketinin yükselmesini, en azından geçici olarak, kendi lehlerine kullandılar.
Schumpeter’ın Amerika’daki deneyimini konuşalım, New Deal’in yükseldiği dönemde oradaydı. New Deal’da sevmediği yönler neydi ve bu, demokrasiyi düşünme şekli üzerinde nasıl bir etki yaptı?
Schumpeter, Amerika’daki en güçlü işçi aktivizmi dönemlerinden birine tanıklık etti. Şehir çapında büyük grevler, otomobil endüstrisinde oturma grevleri ve işçi toplu sözleşmelerinin elde edilmesi; bunlar, yıllarca işçilerin hedeflediği bir şeydi. Ve bu dönemde, New Deal işçi hareketlerinin demokrasiye dönüştürücü bir türünü gördü, ama bu hareketleri geleneksel işyeri disiplinine karşı çok tehditkâr buluyordu; tıpkı 1920’lerdeki konsey hareketini Avusturya’da gördüğü gibi.
Schumpeter, New Deal’i tam anlamıyla bir sosyalizm olarak görmüyordu, ancak onu “işçi hareketi” olarak tanımlıyordu: iş gücü ve işçi sınıfının kapitalizme hâkim olmaya başladığı geçiş aşamasındaki bir toplum biçimi. Bu durumu, kuramsallaştırdığı derin ve önemli tarihsel eğilimlerin doğal bir sonucu olarak, demokratik sosyalizmin olası bir sonuç olduğunu düşündüğü için kabul etmesini bekleyebilirsiniz, ancak o bundan nefret ediyordu.
Ve bu noktada, Schumpeter’ın demokratik sosyalizm vizyonu giderek daha acı bir biçimde şekillendi. İlginç olan şu ki, ilk demokratik sosyalizm vizyonu dönüştürücü bir demokrasi anlayışına dayanıyordu: O zamanlar, demokratik sosyalizm, ekonominin tamamen demokratikleşmesine dayanıyordu, yani tam anlamıyla demokratik bir toplum, demokratik sosyalizmin temeli oluyordu.
Ancak bu noktada, elit teorisine dayalı yeni bir sosyalizm vizyonu ortaya çıktı. Gerçekten demokratikleştirilmiş bir işyeri yerine, Schumpeter açıkça, işyerinde demokrasiyi bastırmanın ve işyeri disiplininin yeni, sert “sosyalist” biçimlerini geliştirmenin önemini savundu. Dahası, demokratik sosyalizmin gelecekteki biçimlerinde devlet yöneticilerinin, işçilerin politik ifadelerini kontrol etmek için fabrika disiplinini kullanmasının mümkün olacağını bile söyledi.
Bu noktada, Schumpeter’ın Nazizm’e yönelik olarak itiraf ettiği “şaşılası sempatisini” de gündeme getirebiliriz. Corey Robin’e değinmenize sevindim, çünkü Schumpeter’ın görüşlerini bu şekilde görmek çok anlamlı: Demokrasinin yükselişi onu o kadar dehşete düşürdü ki, zaten derin olan muhafazakârlığından, Nazizme yakın bir noktaya doğru kaydı.
Schumpeter’a haksızlık etmemek için, Nazizm teorisinin pek çoğunu kabul etmediğini, özellikle de Saul Friedländer’ın “kurtarıcı antisemitizm” dediği, yani Alman toplumunun kurtuluşunun Yahudilerin yok edilmesiyle gerçekleşeceği fikrini kabul etmediğini söyleyebilirim. Ayrıca, Nazi sempatisinin büyük kısmı yayınlanmamış, yalnızca günlüklerde bulunan bir materyaldir. Bununla beraber, II. Dünya Savaşı sırasında, Schumpeter, Nazilerin demokratik değişimi engelleme yeteneklerine dair bir fikir geliştirmişti.
O zaman şu soruyu sorabilirsiniz: “Peki, bu onun Nazizmi kabul ettiği anlamına mı geliyor, yoksa Nazizme duyduğu sempati sadece araçsal bir tutum muydu?” Bence bu Schumpeter’a karşı çok nazik bir yaklaşım olurdu, çünkü antisemitizm ve anti-Bolşevizm içeren bir vizyon benimsemişti ve bu Nazizmin yapısal iki temel unsurunu içeriyordu, gerçekten rahatsız edici ve derin bir konu.
Ayrıca şunu da kabul etmemiz gerekir ki, burada da, başka yerlerde olduğu gibi, Schumpeter’ın düşüncelerindeki çelişkileri görmeliyiz. Bu fikirleri geliştirirken, yazdığı günlüklerde veya arkadaşlarına söylediklerinde, Alman-Yahudi akademisyenlerin Amerika’da iş bulmalarına yardımcı olmaya çalıştı, ancak aynı zamanda Hitler’e karşı herhangi bir protestoyla ilişkilendirilmek istemediğini de vurguladı. Yani gerçekten karmaşık ve rahatsız edici bir çelişki var burada.
Öyle, ayrıca kitabınızda Almanya’nın savaşı kaybetme ihtimalinden dehşete düştüğünü de söylediniz.
Evet, savaş sonrasında bloklar şeklinde bir dünya hayal etti ve bunlardan biri Avrupa’yı domine eden bir Alman Nazi bloğu olacaktı. Yani en azından geçici olarak, geleceğe dair vizyonunun bir parçası buydu.
Günümüze dönmek istiyorum. Bugünlerde demokrasinin kriz içinde olduğu çok konuşuluyor ve her ne kadar Schumpeter’den açıkça bahsedilmese de, bence günümüzün demokrasi üzerine yapılan konuşmaları onun fikirlerinden etkilenmiş durumda. Bu konuda neler söylersiniz? Schumpeter, demokrasiyi radikal ve eşitlikçi etkilerinden ve ilkelerinden ne ölçüde uzaklaştırdı ve onun fikirleri, günümüzde demokrasinin krizi ile güncel diyaloğumuzu nasıl şekillendirdi?
Benim görüşüme göre, günümüzün demokrasi krizi iki ana unsura dayanıyor. Birincisi, derin ekonomik eşitsizliklerin demokrasiyi tehdit etmesi. Diğeri ise sağcı popülistlerden gelen demokrasiye yönelik tehditlerdir.
Bence Schumpeter, bu problemleri düşündüğümüzde bunların ne kadar etkili oldukları konusunda insanların düşüncelerini belirli açılardan etkilemiştir. Schumpeter, II. Dünya Savaşı’ndan sonra siyaset biliminde oldukça etkili oldu ve 1950’ler, 1960’lar ve 1970’lerdeki en önemli siyaset bilimcilerden birçoğu, Schumpeter’ın fikirlerinden derinlemesine etkilenmişti. Ve daha önce söylediğim gibi, Schumpeter, demokrasiyi daha formal ve gerçekçi bir şekilde anlamaya yönelik bir katkı yaptı.
Benim odaklanmak istediğim kişiler, “davranışsal Schumpeterci” olarak düşündüğüm insanlar. Bunlar, politik davranışı inceleyen ve Schumpeter’in, tipik seçmenlerin sıradan kapasitesine dair görüşlerinden etkilenen kişilerdir. Adil olmak gerekirse, Schumpeter’den çok önemli bir noktada farklı olduklarını söylemek gerekir. Bu kişilerin değerleri eşitlikçi ve politik hakimiyete karşıdır. Ancak yine de, Schumpeter’ın politik psikoloji anlayışını, sıradan vatandaşların davranışlarına dair sunduğu görüşün temelde doğru olduğunu kabul ederler.
Bu insanlar, siyasi yargıyı gerçekten de mantıksız bir ikilik içinde ele alırlar: bir tarafta, ideolojik düşünmeyi, yani daha sofistike ve otonom olanı varsayarlar, ancak bunun nadiren görüldüğünü düşünürler. Ardından, çoğu kişinin politikaya dair düşünme şekli olan “sahte düşünmeyi” ele alırlar, bunu da grup etkisindeki sahte düşünce olarak değerlendirirler.
Bu yaklaşım, günümüzün demokrasi kriziyle başa çıkmayı gerçekten zorlaştırıyor.
Grupların düşünce ve kimliğini gerçek bir düşünme olarak görmeme eğilimi, onu bir ideoloji olarak ciddiye almama eğilimi, bunları sadece düşüncesiz bir refleks olarak görme eğilimi -bir yandan, bu durum, davranışsal Schumpetercıların, sağcı popülizmi bir ideoloji olarak, oldukça gelişmiş bir görüşler kümesi olarak anlamalarını zorlaştırıyor; dünyanın nasıl işlediğine ve insanların içinde ne tür değişiklikler yapmak istediklerine dair bir görüş seti geliştirdi. Bu, zorluğu kavrayabilmeyi gerçekten zorlaştırıyor.
Evet ve ilk noktada, bu aynı zamanda demokrasiyi elitlerin sahip çıkması gereken bir proje haline getirme eğilimindedir, ki bu, halk egemenliği olarak demokrasinin etik temelleriyle oldukça çelişkili görünmektedir.
Evet, bence bu ikinci sorun. Şayet sıradan yurttaşların siyaseti kendi başlarına düşünme veya siyasi dünyayı tutarlı bir şekilde formüle etme kapasitesine sahip olmadıklarını gerçekten düşünüyorsanız, elitlerin siyaseti domine etmesi gerektiği görüşünü benimsemekten sizi alıkoyan bir şey yok demektir. Eğer sıradan insanların kapasitesine dair bu kadar derin bir şüphe içindeyseniz ve bunun değiştirilemeyecek sabit bir özellik olduğunu düşünüyorsanız, ekonomik elitlerin egemenliğine karşı koyacak faillerin kimler olabileceğini anlamak da zordur.
Bence gereken, sağlam bir demokratik siyasete karşı tüm engelleri tam olarak göz önünde bulunduran bir yaklaşımdır –ve bu engeller çok fazladır. Ancak engelleri ebedi ve sorgulanamaz olarak görmeden, bu engellerle başa çıkabilmek için demokratik halkların kendilerini nasıl mobilize edebileceklerini anlamaya çalışan bir yaklaşım söz konusu olmalıdır, her ne kadar böyle mobilizasyonların her zaman sürdürülebilirliği güç, zorlu ve kusurlu olsa da.