‘Marksist sosyal bilim’ tanımlamasında esasen bilimsel olmayan bir şey varmış gibi görünebilir. Whitehead’in “Kurucularını unutmakta tereddüt eden bir bilim kaybolur” sözünü dikkate alırsak, Marksizmin -Marksizmin değerli kısımlarının- sosyal bilimin ana akımıyla birleşmesi ve ayrı bir akım olarak kimliğini kaybetmesi gerektiği ileri sürülebilir. Gerçekten de bu görüş hakkında uzun uzadıya konuşabiliriz. Geçtiğimiz yüzyılda Marksist ve Marksist olmayan sosyal teori arasındaki çatışmada, Marksizmin temel ilkelerinin bir kısmı kesin bir şekilde yadsınırken, diğerleri tüm sosyal bilimcilerin paylaştığı çerçeveye dahil edildi. Bu çatışmanın yegâne sonuçları bunlar olsaydı, belki de spesifik olarak Marksist bir sosyal bilime atıfta bulunmanın hiçbir anlamı olmazdı. Ancak Marksist düşüncenin değerli ve önemli bazı unsurlarının Marksist kampın dışında, hatta bazen Marksist kamp içerisinde dahi, yeterince takdir edilmediğini belirtmeliyim.
Bu unsurlar arasında diyalektik yöntem, sömürü teorisi, sınıf çıkarını devlet politikasıyla ilişkilendiren bir teori ve bir içsel inanç oluşumu teorisi diyebileceğimiz şey yer almaktadır. Bunlar tam anlamıyla tutarlı bir teori değil, gevşek bir biçimde birbirine tutturulmuş ve daha da geliştirilebilecek bir bütün oluşturmaktadır.
Metodoloji
Marx’ın metodolojik görüşleri, engin içgörüler ile zırlavamaların karışık ve kafa karıştırıcı bir karışımını oluşturur. Bazı okuyucular bu zırvalamalardan o kadar rahatsız olurlar ki, değerli kısımları anlamak ve takdir etmek için gerekli sabrı toplayamazlar. İşe bu zırvaları temizleyerek başlayacağım. Marksizmin üç ölümcül günahı metodolojik kolektivizm, işlevsel açıklama ve diyalektik çıkarımdır. Bunlar birbirleriyle yakından ilişkilidir ve pratikte sıklıkla birlikte kullanılırlar. Yine de farklı yanılgıları temsil ederler ve prensipte birbirlerinden izole olarak ortaya çıkabilirler. Metodolojik kolektivizm, toplumsal faktörlerin -sınıf, sermaye, devlet veya türlerin- açıklama sıralamasında, kendilerini oluşturan tekil bileşenlerden önce geldiği inancıdır. Bu görüşün tersi ise, bu tür toplu olguların mikro temellere ihtiyaç duyduğuna ısrar eden metodolojik bireyciliktir. Her iki görüş de Marx’ta, bazen aynı eserde bile bulunabilir. Metodolojik kolektivizmin örnekleri, kapitalist firmalar arasındaki rekabetin mantıksal olarak ‘genel olarak sermaye’ kavramından sonra geldiği fikri veya tarihin insanlığın kendini gerçekleştirmesi için bir araç olduğu yönündeki spekülatif inancıdır. İkinci kavram Hegel’den türetilmiştir. Hegel gibi Marx da mantıksal olarak tutarsız bir tarih görüşü, tamamen dini bir teori ile tamamen sekülerleştirilmiş bir teori arasında bir ara yol ortaya koymuştur. Her ikisi için de tarih, nesnel teleolojinin somutlaşmış haliydi; hedefi olan ancak öznesi olmayan bir süreçti. Bugün bunun metodolojik bireyciliğin ihlalinden çok daha fazlasına yol açtığı gerçeğinde ısrar etmemize gerek yok: Tarihsel zorunluluk adına gerçek bireyler feda edilmiştir.
İşlevselcilik, toplumsal olguların açıklamasını sonuçları üzerinden yapar ve bu açıdan, sırasıyla nedenleri ve amaçlanan sonuçları açıklayıcı faktörler olarak öne süren nedensel açıklama ve kasıtlı açıklamadan farklıdır. Sonuçların kendi sebeplere geri bildirimde bulunduğu ve onu sürdürmeye katkıda bulunduğu bir mekanizmanın açıklanmasıyla desteklendiği sürece, işlevsel açıklama tarzı kendine içkin bir saçmalığa sahip değildir. Ancak Marksizm içindeki ve dışındaki pek çok sosyal bilimcinin fiili pratiği bu son koşulu yerine getirmemektedir. Çoğu zaman bir kurumun ya da bir davranış kalıbının birileri ya da bir şeyler için faydalı sonuçlar doğurduğuna işaret etmekle yetinirler ve ardından bunun olgunun açıklamasını da sağladığını varsayarlar.
Diyalektik çıkarım, terimin klasik, aşağılayıcı anlamıyla diyalektiktir; yani yanıltıcı, skolastik akıl yürütme. Marx, Kapital‘de ve özellikle Grundrisse‘de, Hegel’in Mantık’taki analiz tarzını ekonomik olgulara görünüşte tümdengelimsel bir zincir halinde uygulamaya çalıştı. En kötü şöhretli örnek, sermayeyi paranın varlığından çıkarma girişimiydi. Paranın doğası gereği genişleyici olduğunu savunarak, paranın kendisini ancak çoğalarak koruyabileceği ve dolayısıyla sermayenin paranın tam gelişmiş biçimi olarak “yerini aldığı” sonucuna vardı. Burada Marx, Max Weber’in geniş ampirik çalışmalarını adadığı görevi, yani erken kapitalizmde yeniden yatırım güdüsünün ortaya çıkışını açıklama görevini kavramsal bir el çabukluğuyla gerçekleştirmeye çalıştı.
Şimdi Marx’ın sosyal teori metodolojisine yaptığı kalıcı katkının daha ilgi çekici konusuna döneyim. Genel olarak, metodoloji şunları içerir: bireysel arzuların ve inançların nedensel açıklaması, bireysel davranışların bu arzular ve inançlar açısından kasıtlı açıklaması, toplu olguların bu tür bireysel davranışlar açısından nedensel açıklaması.
Modern iktisadi teori, bireysel aktörlerin inançlarını ve özellikle de tercihlerini ekonomik açıklamanın kapsamı dışında kabul etme eğilimindedir. Marx bu olguları içselleştirmek istemiştir. Yani, bu tür zihinsel olguların yalnızca nedenler değil, aynı zamanda içine gömüldükleri iktisadi yapının sonuçları olduğunu açıklamak istiyordu. Tercihler söz konusu olduğunda bu programı gerçekleştirmedi ve daha sonraki Marksist girişimler de bu yönde başarılı olamadı. Ancak Marx, ekonomik aktörlerin inançlarının belirli bir alt kümesine, yani ekonominin kendisinin nasıl işlediğine dair inançlara ilişkin niyetini gerçekleştirmiştir. Fetişizm teorisi ve kaba ekonomi eleştirisi, ekonomi hakkındaki hatalı inançların hem ekonomi tarafından nasıl üretildiğini hem de ekonominin yeniden üretimine nasıl dahil olduğunu açıklamaya yönelik güçlü ve öncü girişimlerdi.
Açıklama hiyerarşisinde bir adım daha ileri giderek, bireysel eylemleri faillerin arzuları ve inançları açısından açıklayabiliriz. Bazen Marx’ın öznel karakterleri nedeniyle bu tür açıklamalardan kaçınmak istediği ve davranışı failler üzerinde etkili olan yapısal kısıtlamaların sonucu olarak açıklamayı tercih ettiği ileri sürülür. Marx’ın zaman zaman bu tür iddialarda bulunduğu ve kimi zaman bunu yapmakta haklı olduğu doğru olsa da, genel olarak kasıtlı açıklamaya karşı olduğunu söylemek için hiçbir gerekçe yoktur. Siyasi analizleri, tıpkı birçok iktisat teorisi gibi bunu açıkça ortaya koyar. Örneğin, emek değer teorisi, kâr maksimizasyonu varsayımına dayanır, çünkü bu, üretimin farklı alanlarında kâr oranının eşitlenmesi eğilimini besleyen şeydir. Benzer şekilde, teknik değişim teorileri de farklı teknikler arasında gerçek girişimci tercihi için bir alan olduğunu varsaymaktadır.
Sosyal bilimlerdeki en karakteristik akıl yürütme biçimi, fenomenler bütününü nedensel ve istemli açıklamanın bir karışımıyla açıklamaktır; yani fenomenler, her biri kasıtlı olarak açıklanan birçok bireysel eylemin nedensel sonucu olarak görülür. Bu yöntemin uygulanmasında Marx’ın tarihsel öncüleri Mandeville, Vico, Adam Smith ve Hegel’dir. Bunların ortak öncülü Adam Ferguson tarafından çok iyi özetlenmiştir: “Tarih insan tasarımının değil, insan eyleminin sonucudur.” Marx’ın katkısı, bu görüşü yalnızca bir dünyagörüşü olmaktan çıkarıp uygulanabilir bir bilimsel araca dönüştürmek ve koordinasyonsuz eylemlerin nasıl istenmeyen sonuçlar doğurduğunu ayrıntılı olarak görmemize imkan vermek olmuştur. Marx, “görünmez el” türünden yararlı beklenmedik etkileri ihmal etmese de, olumsuz veya kendi kendine zarar veren sonuçlara odaklandı. Kapitalizmi, bireysel rasyonel davranışların toplamda felaket sonuçlara yol açtığı bir sistem olarak tanımlamakla ilgileniyordu: Örneğin Keynes’ten önce kapitalizmin temel çelişkisini algılamıştı; buna göre her girişimci, kârlarını yükselttiği için kendi işçilerinin düşük ücretlere sahip olmasını isterken, diğer girişimciler tarafından çalıştırılan işçilerin yüksek ücrete sahip olmasını ister çünkü bu yüksek talep yaratır. Keynes, talep krizlerine bireysel olarak rasyonel yanıtların (örneğin işçileri işten çıkarmak) toplu halde yalnızca işleri daha da kötüleştirmeye yol açabileceğini gösterdi. Marx’ın kâr oranlarının düşmesi teorisi benzer bir paradoksa dayanmaktadır: her sermayedar, emeğin fiyatındaki artışa, işçileri makineyle ikame ederek yanıt verir, ancak bu bireysel olarak rasyonel yanıt; yaşayan emek, artı değerin ve nihayetinde kârın tek kaynağı olduğundan, kolektif olarak irrasyoneldir. Ne yazık ki, bu çekici argümanın daha yakından incelendiğinde bir elek gibi sızdırdığı ortaya çıkmaktadır, ancak yine de aynı önemli akıl yürütme modelini örneklediğini not edebiliriz.
Bana göre, Marx’ın diyalektik yönteminden bugün elimizde tutmamız gereken şey budur. Diyalektik çıkarım yöntemi, hiçbir şekilde açıklayamadığı bir olaylar dizisine bir örüntünün sonradan keyfi bir şekilde dayatılmasından başka bir şey değildir. Hegel’den esinlenen olumsuzlamanın olumsuzlanması veya niceliğin niteliğe dönüşmesi şemaları, belirli, oldukça sınırlı bir faydaya sahiptir. Bunlar, bazı toplumsal süreçlerin geri dönülemezlik, doğrusal olmama ve hatta süreksizlik özelliklerine sahip olduğunu, ancak Marx ve özellikle Engels’in düşündüğü gibi bilimsel yasalar olarak hizmet edemeyeceklerini düşündüren hatırlatıcılarıdır.
Buna karşılık, yerel ve evrensel rasyonalite arasındaki karşıtlık temel önemini korumaktadır. Elbette, bu fikrin artık ana akım sosyal bilime o kadar derinlemesine nüfuz ettiğini ve bundan Marksist bir kavram olarak bahsetmenin bir anlamı olmadığını da iddia edebilirsiniz. Ancak Marx, yerel-evrensel karşıtlığını, hem bilişsel hem de eylemsel başarısızlıkları açıklamak için kullanmıştır. Bireyin iktisadi vizyonu, tıpkı bireysel rasyonalitenin sistematik olarak kendini çürütmesi gibi sistematik olarak kusurludur. Karşıtlığın bu ikili kullanımı, bence Marx’ın sosyal bilim metodolojisine yaptığı en değerli katkıdır.
Şimdi disiplinler arası ilerlemenin geleneksel ama kullanışlı yöntemini izleyerek esas meselelere dönüyorum. Her ne kadar Marx araştırmanın bölümlere ayrılmasından yana olmasa da, sosyal bilimler onun döneminden sonra bu şekilde gelişti ve bugün kendilerini bu şekilde sunuyorlar.
Çağdaş Marksist sosyal bilimin ana paradoksuyla başlayayım. Marx, Feuerbach Üzerine On Birinci Tez’de filozofların dünyayı yalnızca farklı şekillerde yorumladıklarını söylemiştir; amaç onu değiştirmekti. O halde Marksist toplumsal düşüncenin en hayati kısmının, siyasi değişimle ilgisi en küçük alan olan tarihsel araştırmalarda olduğunu görmek kafa karıştırıcıdır. Marksistler, nedense, geçmişi anlamakta, bugünü analiz etmekten çok daha iyi görünüyorlar. Bu, bir siyasi hareket olarak Marksizmin temel paradoksuna benzer bir paradokstur; bu paradoks, tek başarılı komünist devrimlerin, gelişmiş sınai kapitalizim ülkelerinde değil, geri kalmış tarım toplumlarında gerçekleşmiş olmasıdır. Bu paradoksları ortak bir formülde özetlemek mümkündür: Marksizm geçmişi analiz etmekte başarılı ancak bugünde daha zayıftır.
Marksist tarihsel analizin ana etkisi öncelikle toplumsal tarih alanında, ve sonra da iktisat tarihi alanında olmuştur. Sınıf mücadelesi teorisi toplumsal çatışmayı ve toplumsal değişimi anlamak için son derece etkili olduğunu kanıtlamıştır. Ancak, tüm tarihsel dönemlere ışık tutmada tekdüze bir şekilde başarılı değildir. Kapitalizm öncesi toplumda dayanışma ve seferberliğin odak noktaları her zaman – hatta çoğunlukla- sınıflar değildi, daha ziyade çeşitli “gruplar” veya “zümreler”di. Bunlar, tipik olarak, Marx tarafından tanımlanan sınıfların alt kümeleriydi, kendileri birer sınıf değildi. Weber’in sınıfların varlığını piyasa toplumlarıyla, yani faillerin kendilerini meta ve emek gücü mübadelesiyle içsel olarak farklı sınıflara ayırdığı toplumlarla sınırladığında doğru yolda olduğu düşünülebilir: Bunlar tamamen çözümlenmekten çok uzak olan karmaşık konulardır. Yine de, sınıf mücadelesi teorisinin kapitalizm öncesi toplumlara uygulandığında erken ve klasik kapitalizme uygulandığından daha az başarılı olduğu hiç değilse tartışmalı bir meseledir. Aynı zorluklar etnosentrizm yanılgısı açısından da geçerlidir. Marx bu yanılgıya karşı uyarmış olsa da -örneğin Hindistan mülkiyet biçimlerinin incelenmesiyle ilgili olarak- modern takipçileri, Batılı olmayan toplumların tarihini Marksist tarih dönemselleştirmesinin Prokrustes yatağına uydurma girişimlerinde büyük ölçüde bu yanılgıya düşmüşlerdir. Kölelik, feodalizm ve kapitalizm için bir yer bulmaya ve Asya üretim biçiminin rahatsız edici aşamasını atlatmaya zorlanan Sovyet ve Çin tarihçilerinin çarpıtmaları, akademik çalışmalar üzerinde bu kadar feci etkilere sahip olmasaydı gülünç olurdu. Bazı uygulayıcılar ne derse desin, Marksizmin tarihe uygulanabilirliği evrensel değildir. Sınıf mücadelesi teorisi, 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Batı toplumlarının anlaşılması için epey faydalı olsa da, bu uzay-zaman parçasının dışına çıktığınızda en iyi ihtimalle sınırlı bir değere sahiptir.
Sosyoloji
Sosyolojiyi ele alalım. Şurada ve burada birkaç kısa açıklama dışında, Marx, işyerinin dışındaki günlük yaşamın dokusu olarak adlandırılabilecek şeyle ilgilenmedi. Enerjisini bir yandan ekonomiye, diğer yandan siyasete ve ikisi arasındaki aracı olarak sınıf mücadelesine odakladı -ve muhtemelen günlük yaşamın fenomenolojik olarak önemli ayrıntılarının sınıf konumunun türevleri olduğunu düşündü. Ancak bugün, Marksist sosyologlar bu ayrıntıları neredeyse her zaman işlevselci analiz biçimiyle inceliyorlar. Suç, eğtim ya da akıl hastalıklarının kapitalist üretim tarzı üzerindeki dengeleyici etkileriyle açıklanabileceğini savunmakta ya da çoğu zaman tartışmasız bir şekilde öne sürmektedirler: günah keçisi yaratmakta, çocukları koyun gibi güdülen işçiler haline getirmektedirler. Bununla yakında ilişkili Michel Foucault ve Pierre Bourdieu’nün de dahil olduğu radikal ilişkisel kuramcılık okulu da aynı şaibeli açıklamalara girişmektedir. Bunlar, pürüzsüz bir ustalıkla, tanımlanabilir ezenlerin yokluğunda bile toplumların sistematik olarak baskı kurmak üzere örgütlendiğini göstermeyi, en azından kendilerini tatmin edecek şekilde, başarmaktadırlar.
Sınıf meselesi daha ilginçtir. Modern sosyolojide Marksist sınıf teorisine karşı üç yönlü bir saldırı olmuştur. Marksistler itirazları çürütmede kısmen başarılı olmuşlardır, ancak kısmenden fazlası değil. Sınıfın modern kapitalizmi analiz etmede en üstün araç olmadığını düşünmek için hala güçlü nedenler var.
Öncelikle, sınıf teorisi ile toplumsal tabakalaşma teorisi arasındaki çatışma devam etmektedir. Marksizmin muhalifleri, büyük bir başarıyla, bireysel düzeyde sağlık, kültürel davranış ve eğitim gibi değişkenlerin gelir veya prestijle ilişkisinin sınıfla ilişkisinden kuvvetli olduğunu savundular. Ancak bunun gerçekten bizzat Marx’ın analizine bir itiraz oluşturup oluşturmadığı şüphelidir. Marx, bireysel düzeydeki değişkenleri bireyin sınıfıyla açıklamaya çalışmadı, bunun yerine kolektif eylemin ve toplumsal çatışmanın aldıkları biçimlerin nedenini açıklamaya çalıştı.
Ancak daha sonra, toplumsal çatışmayı anlamak için anahtar faktör olarak sınıf kullanımına karşı cepheden bir saldırı oldu. Dahrendorf ve diğerleri, mülkiyete dayalı olan sınıfın, toplumdaki örgütlü çatışmaların açıklanması için güçten daha az önemli olduğunu savundular. Weber, işçilerin hissedarlardan ziyade yöneticilere karşı başkaldırma olasılığının daha yüksek olduğunu gözlemlemişti; bu, günümüzde kendi zamanından bile daha belirgin bir gerçektir. Çağdaş Marksist sosyologlar bu itirazı kabul etme ve sınıf konumunu yalnızca emek gücünün satın alınması veya satılması gibi ekonomik işlemlerle değil, aynı zamanda emir verme ve alma yoluyla da yeniden tanımlama eğilimindedir.
Üçüncü bir itiraz daha var, ki bunun kabul edilmesi daha zor oldu. Bu, birçok modern kapitalist toplumda sınıfın tek veya baskın seferberlik ve çatışma odağı olmadığını gösteren inatçı olgudur. İrlanda, Güney Afrika, Belçika veya Amerika Birleşik Devletleri’nde ırk, bölge, ulus, din veya dil gibi diğer konuların daha önemli olduğunu görüyoruz. Kültürel kimlik, karşıt bir seferberlik hattı sunar. Marksistler, bu itiraza, bu diğer ayrım hatlarının, egemen sınıfın “böl ve yönet” ilkesine uygunluğuyla açıklanabileceğini savunarak karşı koymaya çalıştılar. Bu açıklama, yalnızca işlevsel açıklamanın genel zayıflığından değil, aynı zamanda kültürel ayrım hatlarının her zaman sömürülen bir sınıfa içsel olmaması, ancak sömüren sınıfın bir kısmını sömürülen sınıfın bir kısmıyla güçlerini birleştirmeye yönlendirme etkisine sahip olabilmesi gibi özel bir kusurdan da muzdariptir, tıpkı çevredeki işçiler ve sermayedarların merkezdeki işçilere ve sermayedarlara karşı ittifak kurmaları gibi.
Hem geçmişi hem de bugünü göz önünde bulundurduğumuzda, Marx’ın tanımladığı şekliyle sınıfın sadece toplumsal seferberliğin ve çatışmanın tek odağı olmadığını gözlemliyoruz. Pre-kapitalist toplumlarda statü, modern kapitalist toplumlarda güç ve tüm toplumlarda kültürel kimlik, alternatif ayrım ve ittifak hatları sunmuştur. Sınıf hayati derecede önemli olmaya devam etmektedir ve bazı durumlarda çatışmanın ana kaynağı olabilir, ancak sınıfları içeren tüm toplumların ağırlıklı olarak sınıf etrafında örgütlendiği görüşünü savunmak mümkün değildir.
Ekonomi
Tarihsel çalışmaların çağdaş Marksizmin en hayati parçası olduğunu söylediğimde benimle hemfikir olmayacaklar çıkacaktır. Marksist ekonomi teorisinin gelişimine işaret edebilirler. Örneğin, Marksist veya Neo-Ricardian okulunun neo-klasik teorisyenlere karşı zaferiyle sonuçlanan sermaye tartışmasını örnek gösterebilirler. Toplam sermaye artık ihtiyatsız bir şekilde kullanılabilecek bir kavram değildir. Dahası, Okishio, Morishima ve Steedman’ın çalışmalarında matematiksel Marksist ekonominin ilerlemesine atıfta bulunabilirler. Bana göre bunlar küçük veya suni başarılar. Ancak gerçek ilerleme Marksist iktisat teorisinin normatif alanında, özellikle de sömürü teorisinde kaydedilmiştir.
Marksist ekonomi üç temele dayanır: emek değer teorisi, birikim ve teknik değişim teorisi ve kapitalist krizler teorisi. Bunlardan birincisi ve üçüncüsü kesin olarak çürütülmüştür. Önce emek değer teorisini ele alalım. Birçok durumda, bir metanın emek-içeriği kavramı tanımlanamaz ve tanımlandığı durumlarda bununla ne yapılacağını bilmek zordur. Marx ve takipçilerinin çoğu, dengedeki kâr oranını ve göreli fiyatları türetmek için metaların emek içeriğinin belirlenmesi gerektiğini düşünmüşlerdir: ancak bunlar doğrudan üretimin teknik yapısına dair bilgiden türetilebilir ve önce değerleri türetme ve sonra fiyatlara gitme dolaylı yöntemi oldukça anlamsızdır. Emek-değerleri analitik, açıklayıcı bir işleve hizmet etmez. Ancak, normatif bir teoriye girebilirler.
Marx’ta kriz teorisinin iki ana çeşidi vardır: düşen kâr oranı teorisi ve yetersiz tüketim krizleri teorisi. Kâr oranlarının düşme teorisinin birden çok kusurunu açıklamanın bir anlamı yok, ancak kâr oranının teknik ilerleme nedeniyle düşeceği fikrinin yalnızca sezgiye değil gerçeğe de aykırı olduğu kanıtlanmıştır. Eksik tüketim teorisi Marx tarafından tartışma ve değerlendirmeye izin verecek kadar kesin bir şekilde açıklanmamıştır. Daha sonraki girişimler daha az belirsiz olmuştur, ancak kapitalist ekonomilerin gelişimini açıklamadaki başarıları asgari düzeyde olmuştur.
Marksist birikim ve teknik değişim teorisi biraz daha iyi bir performans sergiliyor. Marx, on satırda söylenebilecek bir şeyi ifade etmek için birkaç yüz sayfa kullansa bile, Kapital’in ikinci cildinin yeniden üretim şemaları gerçek bir analitik başarıyı temsil ediyor. Teknik değişim analizi, kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı ilerlemenin önündeki iki engele odaklanıyor. Birincisi, kâr maksimizasyonu kriteri, emek-zaman minimizasyonu kriterine göre değerlendirildiğinde, her zaman toplumsal olarak arzu edilen bir tekniğin benimsenmesine yol açmayacaktır. Son gelişmeler, Marx’ın analizinde tamamen haklı olmadığını, ancak analizin yine de önemli bir içgörü içerdiğini göstermiştir. İki kriter birbirinden ayrılabilir, ancak Marx’ın aklında olandan daha özel koşullar altında. İkincisi, sermayedarlar, ücretlerde bir artışa ve kâr oranında net bir düşüşe yol açacakları öngörülüyorsa, egemen ücret düzeyinde kârları artıracak yeni teknikleri benimsemekten caydırılabilirler. Bu, yeni tekniklerin genellikle yeni fabrikada somutlaştırılması ve bunun işçilerin örgütlenmesi ve dolayısıyla mücadelecilikleri üzerinde bir etkisi olabileceği için ortaya çıkabilir. Bunlar, şu anda pek çok Marksist iktisatçı tarafından ileri sürülen verimli önerilerdir; ancak bunlar ayrı bir Marksist iktisat teorisinin yaratılması anlamına gelmez.
Daha önce bahsi geçen matematiksel Marksist iktisatçıların çalışmalarına geri dönecek olursak, onların başarılarının neden büyük ölçüde sahte olduğunu izah edebilirim. Ana sonuçlar tamamen olumsuz nitelikte olup, emek değer teorisinin ve düşen kâr oranı teorisinin neden geçerli olmadığını titizlikle açıklamaktadır. Toplam sermaye kavramının kusurlarının gösterilmesi daha önemlidir, ancak bir metanın toplam emek içeriği kavramının daha da ciddi kusurlarının gösterilmesiyle örtüşmektedir. Vasıflı ve vasıfsız olmak üzere çeşitli emek biçimleri olduğundan ve vasıflı emeğin bazı biçimleri vasıfsız emek hammadde olarak kullanılarak üretilemediğinden, bir metanın emek içeriği kavramı tanımlanamaz. Heterojen sermaye malları toplam sermaye kavramı için sorunlar yaratırken, heterojen emek de emek değeri kavramı için daha da derin sorunlar yaratır. “Daha da derin”, çünkü emek söz konusu olduğunda toplama sorunu her zaman ortaya çıkarken, sermaye söz konusu olduğunda bu sorun, ampirik önemi hala çözülmemiş bir soru olan belirli “aykırı” durumlarla sınırlandırılabilir.
Emek değeri kavramı, sömürü teorisinde normatif bir amaca da hizmet eder. Marksizme göre, bir fail, geliriyle satın alabileceği metalarda somutlaşan emekten daha fazla saat çalışırsa sömürülür. Burada sömürüde neyin yanlış olduğuyla ilgili kesinlikle normatif soruya girmeyeceğim, ancak bunun etik açıdan önemli bir kavram olduğunu varsayarak, sömürünün hangi biçimlerde ve hangi koşullar altında ortaya çıkabileceğini sorabiliriz. John Roemer, bu soruları cevaplamamızı sağlayan bir dizi model oluşturmuştur. Özellikle, meta piyasasında mübadele yoluyla ortaya çıkarsa, sömürünün sınıf oluşumu olmadan da ortaya çıkabileceğini; emek piyasasında ortaya çıkan sömürünün sınıf üyeliğiyle ilişkili olduğunu; emek piyasasında ve kredi piyasasındaki sömürünün kesin bir anlamda eşdeğer olgular olduğunu bulmuştur.
Elbette bu teori, heterojen emeğin varlığından kaynaklanan itiraza karşı da savunmasızdır. Bu nedenle Roemer, bir grup failin, üretim araçlarının belirli bir oranını alıp toplumdan çekilerek kendileri için daha iyi şeyler başarabilirlerse sömürüldüklerini varsayarak daha genel bir sömürü teorisi inşa etmeye devam etti. Bu inşa, hangi durumların sömürücü, hangilerinin sömürücü olmadığı konusundaki sezgisel kavramlarımızı keşfetmek için çok değerli bir araç olduğunu kanıtladı. Sezgilerimizin tutarsız çıkması ve modellerin hangisini korumak istediğimizi seçmeye zorlaması oldukça olasıdır. Roemer’in, sömürü teorimizin ve belirli durumlar hakkındaki sezgilerimizin birbirine uyması için bir “yansıtıcı denge” arama sürecine girdiğini anlıyorum.
Siyaset Bilimi
Marksizmin siyaset bilimi üzerindeki etkisi esas olarak kapitalist devlet teorisiyle veya daha az taraflı olarak kapitalist toplumdaki devletle ilgilidir. Marx’tan sonraki Marksist devlet çalışmaları Marx’ın kendi düşüncesinin temel belirsizliğe sadık kalmış ve onu yeniden üretmiştir. 1848’e kadar kapitalist toplumlardaki devletin, burjuvazinin yakın zamanda tarihsel misyonunu yerine getireceği ve siyasi iktidarı ele geçireceği Almanya gibi geri kalmış ülkeler hariç, kapitalist sınıfın doğrudan bir aracı olduğuna inanıyordu. Bu konuda, feodal çöpleri temizlemek ve kapitalist sınıfla doğrudan mücadele etmek isteyen işçiler tarafından destekleneceklerdi. 1848 devrimleri beklentilerini karşılamadı. Alman ve Fransız burjuvazileri iktidardan geri çekildiler, kısmen de Marx gibi işçilerin yardımıyla iktidara gelmenin tehlikelerini algılayabildikleri için. Benzer bir gelişme, sanayi burjuvazisinin hükümeti toprak sahibi aristokrasinin elinde bırakmaktan garip bir şekilde memnun göründüğü İngiltere’de de gözlemlendi. Bu nedenle Marx, devletin ikinci bir teorisini inşa etmek zorunda kaldı. Bu, devlete belirli bir eylem özerkliği vererek başlar, ancak özerkliğin aslında kapitalist sınıf için araçsal olduğunu ekler. Her durumda kendi kısa vadeli çıkarlarına göre hareket etmeyen bir devlete sahip olmak ekonomik olarak egemen sınıfın çıkarınadır, çünkü bu, işçilerin enerjisini ve mücadeleciliğini iki düşman, Sermaye ve Devlet arasında bölme etkisine sahiptir. Gözlemlenen gerçekler Marx’ı devlet politikasına belirli bir özerklik tanımaya zorladı; temel teorisi onu zıt yöne çekti ve böylece burjuvazinin iktidardan çekilmesine dair, devletin özerkliğini sermeyadar sınıfının çıkarları açısından açıklamasına izin veren bir teori geliştirdi.
Daha sonraları Marksist devlet teorisyenleri bu fikirden ipuçları aldılar. Hitler’in iktidara yükselişi, Marx’ın tartıştığı Louis Bonaparte’ın darbesiyle bir benzetmeyle açıklandı. Alman sermayedar sınıfı, Hitler’in kendi çıkarları uğruna onların çıkarlarına saygı göstereceğini ve işçileri onlardan daha iyi bastırabileceğini bilerek iktidara gelmesine izin verdi. Yakın dönemde çeşitli yazarlar refah devletinin yükselişini benzer bir bakış açısıyla açıkladılar. Sosyal güvenlik ve işsizlik yardımları işletmeler için çok maliyetli olsa da, yine de kapitalist sisteme meşruiyet sağlamada faydalıdırlar.
Bana göre bu bakış açısı oldukça yanlıştır. Bunun yerine şunu önermeme izin verin. Modern kapitalist toplumlarda devlet, kendi hedeflerini takip etmesine olanak tanıyan önemli bir özerkliğe sahiptir. Bunlara emperyalist genişleme, refah devletinin geliştirilmesi, kültürel hedeflerin teşviki veya sadece devlet bürokrasisinin gücünün artırılması dahildir. Tüm bu hedefler kaynak gerektirdiğinden, devletin ekonominin refahında ekonomik bir çıkarı vardır. Bu, yatırımın gerekli ölçekte gerçekleşmesini sağlamak için kapitalist sınıfın çıkarlarını ve yıkıcı grevleri önlemek için işçi sınıfının çıkarlarını hesaba katmasına yol açacaktır. Ancak devletin kendi çıkarı için bu sınıf çıkarlarına saygı göstermek zorunda olması, bizi devletin bir veya diğer sınıfın hizmetinde olduğundan bahsetmeye yönlendirmemelidir. Marx, Alman İdeolojisi’nde devletin, kamulaştırma gücü sayesinde mülkün gerçek sahibi olduğuna inananları reddeder. Bu, der, benim bekçi köpeğimin evimin gerçek sahibi olduğunu iddia etmeye benzer. Mevcut bağlamda bir başka örnek daha vermek istiyorum: Kapitalist bir toplumda devletin sermayedar devleti olması gerektiğini söylemek, altın yumurtlayan tavuğun, onu yaşatan çiftçinin gerçek efendisi olduğunu söylemeye benzer.
Ancak bu metafor, toplumsal sınıfların stratejik aktörler olmaktan ziyade devlet tarafından manipüle edilecek kuklalar olduğunu öne sürerek tam tersi yönde hata yapar. Modern kapitalist toplumlarda işçiler, sermayedarlar ve devlet, çatışma ve işbirliğinin bir karışımı olan bir oyunda, üçlü stratejik bir ilişkide birbirleriyle karşı karşıya gelirler. Etkileşimlerinin zamansal boyutu özellikle önemlidir, çünkü bu gruplardan herhangi birinin anında tüketim için net ürün üzerindeki mevcut talepleri, gelecekteki tüketimi artırmak uğruna yüksek bir yatırım oranına yönelik ortak uzun vadeli çıkarlarına aykırıdır. Adam Przeworski’nin çalışması bu sorunları ve kapitalizm ile demokratik siyasi sistemler arasındaki daha genel ilişkiyi aydınlatmıştır. Hükümetin yalnızca çeşitli sınıfların ekonomik davranışları tarafından değil, aynı zamanda siyasi davranışları tarafından da sınırlandırıldığını eklemeliyiz. Hükümetlerin para kadar oya da gereksinimi vardır. Sınıf, toplumsal çatışmanın tek veya hatta zorunlu olarak ana belirleyicisi olmasa bile, sınıf çıkarı ile devlet politikası arasındaki ilişkinin bu stratejik analizleri, kapitalist demokrasilerin son gelişimini açıklamaya yönelik uzun bir yol kat etmektedir.
Bilgi Sosyolojisi
Son olarak Marksistlerin ideoloji teorisi olarak adlandırdığı şeyi ele alacağım. Marksist olmayan yazarlar buna sıklıkla bilgi sosyolojisi derler, ancak bilişsel psikolojinin bir dalı olarak da sınıflandırılabilir. Marksist doktrinin diğer tüm bölümleri gibi bu alanın da payına abartılı ve desteksiz iddialar düşmüştür. Her zamanki işlevselci aşırılıklara ek olarak, inançları altta yatan ekonomik veya sosyal durumla ‘yapısal benzerlikler’ açısından açıklama eğilimi bulunur. Neredeyse tüm durumlarda, bu benzerlikler gözlemcinin gözünün dışında var olmaz. Marx’ın kendisi, ekonomik kredi ile dini kurtuluş kavramı arasında yakın bir ilişki gördüğünde olduğu gibi, bu türden sürtünmesiz spekülasyonlara kapılmıştır. Yine de burada da başka yerlerdeki gibi, engin gözlemler salt spekülasyonla yan yana bulunur.
Son birkaç on yıldır Stanford Üniversitesi’nin merkezinde olduğu çeşitli bilişsel psikoloji okulları, inanç oluşumunun ve daha spesifik olarak inanç çarpıtmasının ‘sıcak’ ve ‘soğuk’ mekanizmaları arasında ayrım yapma eğilimindedir. Sıcak inanç oluşumu, hüsnukuruntuda olduğu gibi motivasyonel faktörleri içerir. Soğuk hatalar, küçük veya önyargılı örneklerden genelleme yapma eğilimi gibi bilişsel işleme kusurları nedeniyle ortaya çıkar. Marx’ın ideoloji teorisi, inançları hem sınıf çıkarı hem de sınıf konumu açısından açıklayarak her iki tür mekanizmayı da kullanır. Çıkar açısından açıklamalar biraz belirsizdir ve bazen inançların inananların çıkarları tarafından şekillendirildiğini, diğer zamanlarda ise inançlının değil, bir sınıfın çıkarına hizmet etme gerçeğiyle açıklanması gerektiğini öne sürer. İlk açıklama türü, bir tür sıcak biliş çağrıştırır; ikincisi ise daha belirsiz işlevselci analiz moduna dayanır. Benim ilgi alanım, çarpık inanç oluşumuna yol açan soğuk veya bilişsel mekanizmalardır.
Marx’ın ad hominem tartışma eğilimi birçok okuyucuyu etkilemiştir. Rakiplerinin teorilerini, kendisinin de incelediği toplumsal gerçekliğin alternatif görüşleri olarak nadiren ele almıştır: Marx, bunları o gerçekliğin bir parçası olarak görmüştür. Burjuva iktisatçılar kapitalist ekonominin gözlemcileri değil, onun içsel ürünleriydi. Başka bir deyişle Marx, görüşlerinin mantıksal geçerliliğine değil toplumsal kökenine odaklanma eğilimindeydi. Bu uygulama, bilimin normal kurallarına aykırı görünebilir ve Marx sosyolojik analizin mantıksal çürütmenin yerine geçebileceğini düşündüğü ölçüde gerçekten de kafa karışıklığı yaşamıştır. Yine de bu, içsel inanç oluşumu teorisinin ilgi çekiciliğinden bir şey eksiltmez. Marx’a göre, kapitalist ekonomi kendi işleyiş biçimi hakkında, önce ekonomik aktörlerin zihninde ve sonra da ekonomist, ‘pratik kapitalist’in bakış açısını sistemleştirmekle yetiniyorsa, onun teorisinde yanılsamalar salgılar. Fetişizm ve kaba ekonomi, bu eğilimin başlıca ifadeleridir.
Fetişizmin bir örneği Marx’ın para fetişizmi dediği şeydir, parasal sermayenin gerçek anlamda üretken olduğuna inanma eğilimi. Bireysel kapitalist için durum aslında böyledir, çünkü sermayesini kâr yaratmak için üretken bir faaliyete yatırmak yerine bankaya yatırabilir ve faiz alabilir. Yine de, tüm kapitalistlerin aynı anda ikinci seçeneği seçebileceğini iddia eden biri, terkip yanılgısına düşmüş olur. Bu, merkantilist düşüncenin temel yanılgısıdır, tıpkı para ülke içinde kaldığı sürece savaşın bir ulusun güçlerini tüketmeyeceği inancı gibi. Merkantilistliğin biraz daha karmaşık bir biçimi, kârın dolaşımda ortaya çıktığını, sanki tüm meta sahipleri ucuza alıp birbirlerine pahalıya satarak kâr elde edebilirmiş gibi savunur. Yine, bu, herhangi bir tek etken için mümkün olanın, tüm etkenler için aynı anda mümkün olabileceği yanılgısına dayanır.
Kaba ekonomi, ücretlerin, kârın ve kiranın, tekelcilik sayesinde sahiplerine aktarılmak yerine, üretim faktörlerinin (emek, sermaye ve toprak) karşılıkları tarafından yaratıldığı inancına dayanır. Marx’a göre, tüm bu gelir biçimleri emekten kaynaklanır; ücretler ücretli emekten, kâr ve kira ise ödenmemiş emekten. Marx, kaba inanca yol açan psikolojik mekanizmalar hakkında pek bir şey söylemese de, bunlar arasında nedenselliği korelasyonla karıştırma eğilimi ve farklı etkilerin farklı nedenleri olması gerektiği fikri yer alabilir.
Böylece Marx, “psikolojik iktisat” olarak adlandırılan şeye öncülük etti; yani tüketici tercihlerinin ve özellikle ekonominin nasıl işlediğine dair inançların oluşumunun incelenmesine. Dahası, iktisat teorisyenlerinin kendilerini bu kendiliğinden ortaya çıkan yanılsamalardan kurtarmak için çaba sarf etmesi gerektiğini ve burjuva teorisyenlerinin en iyilerinin bile bazen ekonomik yaşamın görünümünü esas özellikleriyle karıştırdığını savundu. Şeylerin özü doğrudan verilirse bilimin gereksiz olacağını söylemekten hoşlanıyordu ve kendi çalışmasını, kendiliğinden ortaya çıkan güneşin dünyanın etrafında döndüğü yanılsamasını çürüten Kopernik devrimiyle karşılaştırdı. Ardılı Marksistler onun teorilerini çok daha ileri götürmemiş olsalar da, ekonomik yapı, ekonomik aktörlerin inançları ve teorik iktisatçıların görüşleri arasındaki etkileşimin araştırılmaya değer olduğuna inanıyorum. Özellikle, bu, sömürü olgusunun neden genellikle bu biçimde algılanmadığını, aksine ortaklaşa üretilen bir ürünü paylaşmanın adil bir yolu gibi göründüğünü açıklamaya yardımcı olabilir.
Sonuç
Marksist sosyal bilimin ayrı bir düşünce akımı olarak var olduğuna şüphe yoktur. Değerlendirmemiz gereken şey, Whitehead’in bize inandırmak istediği gibi, bunun açıkça kötü bir şey olup olmadığıdır. Hem Marksist hem de Marksist olmayan akademisyenlerin tarafsız bir tartışmaya girebildiğini, birbirlerinin teorilerinden en iyiyi alabildiğini ve çürütülmüş görüşlerden gönüllü olarak vazgeçebildiğini hayal edin. Bu, Marksizmin kademeli olarak ortadan kalkmasına ve Whitehead’in sözünün doğrulanmasına mı yol açar? Marksistlerin hedefi Marksizmin sönümlenmesi mi olmalı? Kısa ve orta vadede bunun olacağına veya olması gerektiğine inanmıyorum. Marksist sosyal bilimin varlığını sürdürmesini sağlayacak şey, Marksistlerin kapitalist toplumdaki sömürü ve yabancılaşma olgularına verdikleri önemdir. Bu normatif duruş, bu olguların üstesinden gelinmesinin imkansızlığını göstermeyi amaçlayan insan doğası teorilerini kabul etmeyi reddetmeyle birlikte, Marksist çalışmalara rehberlik etmeye devam edecektir. Etki, esas olarak, çözümlerinde kullanılan analitik araçlarda değil, incelenecek sorunların seçiminde kendini hissettirecektir. Belirli problemler, diğer alanlarda daha az uygulanabilir olan belirli araçların geliştirilmesini gerektirdiği ölçüde, bu analitik bir fark olarak da ortaya çıkabilir. Ancak bilim tarihi, yeni teorilerin temel değerinin genellikle diğer disiplinlerdeki ve diğer problemlerdeki taşma etkisinden kaynaklandığını gösterme eğilimindedir: bu nedenle bunun önemli olacağına inanmıyorum. Uzun vadede, Marksizmin sönümleneceğine dair umutlarım var, zira altında yatan normatif fikirleri genel kabul görmüş olacak. Marksist sosyal bilim bu hedefe bazı katkılarda bulunabilir, ancak zorunlu olarak uygun siyasi faaliyete tabi olmalıdır; Marksist sosyal bilim hakkındaki akademik tartışmalar akademik tartışmalarla karara bağlanmayacaktır.



