Mamdani’nin Zaferi

"Zalim İyimserlik" mi, Yeni Bir Politik Aidiyet mi?

Popülist/neoliberal ajandalarla yönetilen ülkelerde geleceğe dair iyimserlik, ancak dar politik ya da kimliksel yakınlıkların güven ve konfor dünyasının ötesine açılacak bağların bugünden kurulmasıyla hak ettiği yeri, hacmiyle doldurabilir.
Okuma listesi

Alexandria Ocasio Cortez, Bernie Sanders, Ilhan Omar gibi son dönemin ilerici siyasi figürlerinin ABD’de müesses nizamla rabıtalı Demokratlara rağmen, onların içinde temsil ettiği “sosyalist” çizgi, Trump döneminin muarızları arasında oluşan paniğe ve aşılamayan yapısal krizlerin yoksullaştırdığı kesimlere yeni bir adres gösterdi.

New York’ta bir yüzyıl sonra başkanlık koltuğuna oturan en genç isim olan 34 yaşındaki sosyalist Eyalet Meclisi üyesi Zohran Mamdani’nin ön seçimlerde Demokratların arasından sıyrılabilmesi, ardından 5 Kasım’da gerçekleşen belediye seçimlerinden rakibi Cuomo’ya karşı zaferle çıkması, analizlerdeki yaygın eğilimin aksine yalnızca otantik bir seçim kampanyasının başarısı değil. Demokratik Sosyalist (DSA) çizginin yıllardır usulca inşa ettiği bir anlatının ve eyalet meclisi seçimlerindeki çalışmalara dayanan politik yatırımın da sonucu. Nitekim Mamdani’nin kampanyasında 100 bin genç gönüllünün sahada çalıştığı, seçim kritiklerinde de yazılıp çizildi. Sadece bu bilgi bile epeydir biriken kolektif çabanın örgütsel enerjiye dönüştürebildiğini gösteriyor.

“Filtrelenmiş alanı aşmak”

Demokratik Sosyalist ekolün siyaset eliti arasında hesap kitap yapmak yerine doğrudan, aynı elitin kararlarından etkilenenlerin oluşturduğu “politik gövdeye” seslenmesi, Amerikan halkında sisteme karşı pekişen güvensizlik duygusuna çare olmak için alışılmışın dışında bir yol açtı. Kamusal alanın daraltıldığı ya da seçkinlerin uzak, erişilemez bir etkinlik alanına dönüştürüldüğü “filtrelenmiş” siyasal iletişim biçimini de kırmak demekti bu. Fakat seçim sonuçlarının yarattığı coşkudan bir tür zafer öforisine hızlı geçiş, politikaya dair kendine “mahrem alan” yaratabilmenin konforuna yaslanan bir iyimserlik dalgasına ya da deyim yerindeyse “kızamık şekerine” dönüşme riski taşıyor.

Laurent Berlant’ın 2011’de yayınladığı Cruel Optimism (Zalim İyimserlik) adlı çalışması, bu iyimserliğin psişik kökenlerine ve “siyasal olan” ile ilişkisine Amerikan siyaseti üzerinden bakıyor ve çalışmanın bütününe hâkim olan kavramı şöyle tanımlıyor:

Bir iyimserlik bağı, arzu nesnesi ya da sahnesi, kişiyi ona çeken arzuların tatminini bizzat engelliyorsa “acımasızdır”. Ancak, bu bağ yaşamı örgütleyen bir güç haline geldiğinde, yarattığı zararı gölgeleyebilir.

Izdıraplı ruhun “kurtarılmış bölgeleri”

Elbette bu, karşılıklı duygusal geri bildirimin yarattığı topluluk coşkusunun “duygu” olarak zararına dikkat çeken bir kavramsallaştırma değil. Daha çok, kriz anlarında tecrübe edilen kolektif kötümserliğin ya da çaresizliğin şiddeti nispetinde parlayan umut anlarının, kitleleri yapısal krizlere karşı teskin edici bir ortak ruh halinin serin gölgesine ittiğine yönelik bir iddia. Böylece arzunun içine kolayca yerleşilebilecek, benzer hisleri taşıyan kalabalıklarla kurulan mahrem bağ; kendi üzerine tekrar tekrar düşünmekten, şüphelerden, sorulardan arındırılmış bir kurtarılmış bölge arar. Berlant’ın müdahalesi, daha çok, böylesi bir alanda sisteme içkin her şeyin geçici bir arıza olarak algılanması riskine işaret eder.

Çalışmanın ilgili bölümünde bu “filtre” sözcüğü bizzat Bush’un 2003’teki bir konuşmasından ödünç alınıyor. Irak işgali ve 11 Eylül saldırılarının ardına dizilen on yılların, ABD statükosunun önceliklerini ciddi biçimde değiştiren ve tüm dünyayı peşi sıra “güvenlikleştiren” Bush doktrininin siyasete damgasını vurduğu yıllar olduğunu hatırlamak, eski başkanın konuşmasını da alelade olmaktan çıkarıyor. George W. Bush’un yaptığı konuşmada kullandığı “Bir şekilde o filtreden başını uzatıp doğrudan insanlara konuşmak zorundasın,” ifadesinde geçen “filtre” metaforuyla kastedilenin gürültüden, parazit seslerden, kakofoniden arındırılmış ve yapılandırılmış bir iletişim biçimi olması beklenir. Fakat Bush’un konuşmasında geçen “filtreyi aşmak” ifadesi esasen, aracılardan arınmış, seçmene doğrudan ulaşan duygulara doğruaçılacak bir post-kamusal müşterek alan arzusudur. Medyanın bazen analitik bazen sıradan ama muhakkak kaygı üreten 7/24 haber akışı içinde yaşama ait bilginin yalnızca “hayatta kalma taktiklerine” ya da “suçlunun kim olduğuna” indirgendiği bir ortamı aşmak kastediliyor burada; sözcüğün doğrudan kastından ayrışarak duyguları, korkuları ve arzuları, yani iletişimin gerçek gürültülerini siyasete aracısız bir şekilde geri çağırmak ima ediliyor.

Bu türden bir doğrudanlık arzusu Ranciere’in lider ile kamu arasında kurulan ruh-ruh ilişkisi saptamasını da doğruluyor. Berlant, Bush’un konuşmasına atıfla izah ettiği bu ilişki biçiminin siyasal bir enstrüman olarak işlevini şöyle özetliyor:

Gürültü, politik bağlılığı motive eden, mahrem bir ilişki biçimi olarak işler; bu ilişki olmadan büyük ihanet dramaları ne hissedilebilir ne de sahnelenebilir.

Bush’un, 11 Eylül sonrası doktrininin bir parçası haline gelen “Teröre Karşı Savaş” (War on Terror) konseptine ve Irak işgaline rıza devşirme metodu olarak bu ihanet dramalarını sahnelediğini düşünmek zor değil. Benzer bir dolayımsız ilişki Trump’ın, Demokratlar’ın merkez siyasetinin çözümsüzlüğe yaslanan rahatlığından yorgun düşen kesimlerle kurduğu iletişimde de görünür oldu. Popülizmin kendisi de tüm taktiklerinden öteye, duyguların gürültüsünü iletişime geri çağırmak olarak özetlenebilir zaten.

Popülizmin dramaları vs. siyasal aidiyet

Mamdani’nin dolaysız iletişimi elbette bu türden bir manipülasyon niyeti taşımıyor. Fakat buradaki risk, kitlenin neşesinde yükselen “yeterlilik” duygusunun kendisi. Bu duygu, beklenti ile bağlılığı ayırt edemediğinde, kendini siyasal alandan hızla düşme eğilimiyle gösterebilir. Eğer ortak duygu bu türden bir yeterlilik hissi yaratıyorsa, aynı gürültü büyük ihanet dramalarını sahnelediği kadar büyük zafer dramalarını da pekâlâ sahneleyebilir.

Berlanta göre, “siyasal aidiyet, duygusal uyum talebine indirgendikçe, yani aidiyet duygusu karşıt hedeflerin yarattığı rahatsızlıkla tehdit altına girdikçe, bu becerilerin körelme riski artar.” Bu bakımdan, Mamdani’nin siyasal çabaları tehdit altına girdiğinde, geleceğini belirleyen şey, bizzat seçim vaatlerinin gerçekleşmesinin önüne çıkabilecek engellere karşı sadece kendisinin değil, söz konusu heyecanlı tabanın da nasıl karşılık ürettiği olacak. Zira ona oy veren farklı sosyal katmanlardan ve kültürel arka planlardan gelen kesimlerin tamamı beklentilerini şu vaatlerin gerçekleşmesine yaslıyor:

  • Kira sabitlemesi (rent-freeze) uygulaması: kira dengeli (rent-stabilised) konutlarda kira artışlarının dondurulması.
  • Yeni sosyal konut üretimi: 10 yıl içinde yaklaşık 200 bin adet uygun fiyatlı, kamuya ait konut üretimi.
  • 1 milyon USD’dan fazla yıllık geliri olan bireylere %2 ek gelir vergisi uygulanması.
  • Kamu üniversitelerinde öğrenim ücretlerinin kaldırılması veya büyük ölçüde indirilmesi.
  • Kurumsal vergilerin (şirket vergisi) artırılması ve yüksek gelirli şirketlerden daha fazla kaynak devşirilmesi planı.

Bunlar Mamdani’nin kamu bütçesine “yük bindirecek” ya da uluslararası finans devlerinin, şirketlerin, süper zenginlerin şehrinde onların kurallarını tehdit edecek, “maliyetli” varsayılan yeniden dağıtım vaatlerinin sadece bir kısmı. New York’un yeni başkanı, bunların pek çoğunu gerçekleştirebilecek yetkilere sahip ancak Trump yönetiminde federal fonlardan New York için yapılacak kesintiler ve sermayedarların çelmeleri işleri zorlaştırdığında bu coşku düşecek mi yoksa mobilize kalmaya devam mı edecek?

Meselenin bu boyutu, kitle demokrasisine dair yeni bir etiği konuşmanın; duygular ve iştahlarda parlayıp sönen “zalim bir iyimserlik” yerine istikrarlı bir politik bağlılığa dayalı dayanışma ve siyasallaşma formülünde mümkün olacağını gösteriyor. Bu da New York’un Bronx, Brooklyn, Queens gibi bölgelerde, Mamdani’nin “doğal tabanı” olarak tanımlanan dar topluluk bağlarının sınırlarını merkeze ya da sağ politikalara eğilimli işçi sınıfına doğru genişletecek gerçek bir kamusal karşılık yaratmayı gerektiriyor.

Giderek daha fazla güvencesiz ve kırılgan ekonomik koşullara mahkûm edilen sanatçıların, göçmenlerin, freelancerların oluşturduğu ya da Brooklyn gibi soylulaştırılan mahallelerde barınma krizi sonucu ortaya çıkan yeni kent yoksullarını kapsayan daireyi aşmadan; siyasetin merkezinde duran ve Trump’ın oy deposu olan kesimlerin gündelik yaşamında da bu politik bağları örmeden DSA çizgisinin New York başarısını ABD’nin başkanlık seçimlerine taşıması mümkün görünmüyor.

Mahrem kamusal alanlardan, sorumlu bağlara…

Ranciere’in işaret ettiği politikacı ve taban arasındaki “ruh-ruh ilişkisi” tam da gerçek dönüşümlerin, tarihsel kırılmaların daha imkânsız göründüğü, esasen kötümser bir kolektif ruhun “siyasal olana” duyduğu arzunun kendini daha güvenli bir alanda ifade etme biçimidir. Belirsizlik iklimi baskınken içine yerleşmenin ve güvende hissetmenin mümkün olacağı “bir filtre” ya da “mahrem alan” arayışı da denilebilir buna.

Hanna Arendt’in siyaset literatürü için kanonikleşen kamusal alan tanımının referansları bu alanın çatışmalı yapısının üretebileceği özgürlüğü merkeze koyar. Ona göre bu alan, siyasete katılan kamunun kendini gerçekleştirebilmesinin de alanıdır aynı zamanda. Yani varoluşsal bir çekirdektir o anda, orada eyleyenler için. Bu yönüyle de sadece rasyonel değil, duygulanımsal dünyalardır. “Zalim İyimserlik” kavramı da insanların bu dünyalara, “sürekli müzakere edilen ortak bir çıkar duygusunun yansımaları aracılığıyla” bağlandıklarının altını çiziyor.

Fakat daha dar politik bağların, zaferlerin ya da yenilgilerin bir araya getirdiği; gerçek kamusal alan ile kıyaslandığında görece homojen olan mahrem kamusal alanlar, daha ziyade özgül nitelikleriyle öne çıkarlar. Bu türden bir mahrem ortaklık içinde, iyimserliğin üzerimizde zalimce eylediği anları yaratan nitelikleri şöyle tarif ediyor Laurent Berlant:

Mahrem bir kamusal alanda, hayatta kalma meseleleri söz konusu olduğu, anlatı ve dinleme yoluyla kolektif bir aracılığın bugünün çıkmazından ve mücadelesinden kurtulmak için bazı yollar sağlayabileceği hissedilir. Gerçekten de liberal toplumlarda özgürlük hem kişisel hem siyasal düzlemde ilgi gösterme zorunluluğundan özgür olmayı da kapsar –hiç kimse bilinçli olmaya ya da aidiyet sahnelerinde toplumsal olarak etkin davranmaya mecbur değildir.

Burada işaret edilen “iyimserliğin” tam da arzuyla bağlandığı politik nesneye yönelme biçimleri nedeniyle asla tatmin edilemez olması; siyasal sorumluluğun liderlere ya da daha kurgusal (fiktif) bir kitle duygusuna emanet edilerek sizi aktör olmanın ve bağlılığın getireceği yüklerden, istikrarlı devamlılıktan ve hesap alıp vermekten azat etmesidir.

‘Zalim iyimserler’ mi ‘siyasal depresifler’ mi?

Özetle konu, Mamdani’nin ne başardığı ya da başaracağından öteye, bugün inşa edilmeye başlanan bir dünya için uzun vadeli yükleri, aynı heyecanlı toplulukların kendileri için birlikte üstlenip büyütmeye gönüllü olup olmadığı… Sadece ABD değil, Türkiye de dahil, benzer şekilde sağ popülist/neoliberal ajandalarla yönetilen ülkelerde geleceğe dair iyimserlik, ancak dar politik ya da kimliksel yakınlıkların güven ve konfor dünyasının ötesine açılacak bağların bugünden kurulmasıyla hak ettiği yeri, hacmiyle doldurabilir.

Kriz dönemlerinin en sevilen başlığı olan “iyimserlik”, “kötümserlik” tartışmaları, Mamdani’nin zaferi üzerinden konuşulmaya çok elverişli ancak çalışmanın bu ikiliğe dair çerçevesi, “siyasal olarak depresif bir konumun yani yapısal olarak bozuk olanı onarmaya çalışan, yorgun ama hâlâ umutlu bir konumunsürekli tekrarının, sonunda iyimserliği beklentiden ve talepten ayırabileceği” ihtimaline bağlanıyor. Bu, daha iyi bir dünyanın nasıl inşa edilebileceği ile ilgili hesabı “önce kendiyle gören”, bağları beklentilerden ayıran bir aidiyet biçiminin de en az liderler ve kurumsal aktörler kadar önemli, hatta daha önemli olduğunu işaret ediyor.

Mamdani’nin seçim zaferinin ateşlediği coşkunun halihazırda varacağı yerin sınırlarını zaman da göstereceği için sözün kendi sınırı bu politik aidiyet tartışmasına dair önermelere kafa yormaya davet etmekten ibaret şimdilik.

Bunları okudunuz mu?