Mahremiyetimizi kaybettiğimizde neyi kaybediyoruz? Bu soruyu cevaplamak gittikçe daha zor bir hal aldı; çünkü yaşadığımız toplum, erkeklere ve kadınlara, kelimenin her anlamıyla, daha önce hiç olmadığı kadar kendilerini gözler önüne serme imkânı sunuyor. Bu da özünde kişinin kendi mahremiyetini ihlal etmesi demek. Her ne kadar bu yeni bir olgu olsa da hem sıradanlaşması hem de hayatımızın her yerinde karşımıza çıkması sebebiyle zamanımızın en çarpıcı göstergelerinden biri haline geldi. Farkında olmadan yapılan teşhirin ne kadar çeşitli biçimler aldığını görmek için yalnızca realite şovlarına, bağımlılıktan kurtulma hikayelerine ve kanser günlüklerine bakmamız yeterli. Ayrıca, sakinlerinin özel hayatlarını, sokaklarda yürüyen binlerce insanın bakışlarına sundukları camdan yapılmış yüksek apartmanlar ve oteller gibi hem sıradan hem de dikkat çekici örneklere de bakabiliriz. Ya da insanların cep telefonlarında yüksek sesle, bazen dedikodu yaparak, bazen ağlayarak konuşmalarını; hayatlarının en mahrem ayrıntılarını yabancılara aktarmalarını düşünün.
Ve elbette, kişinin mahremiyetini ihlal etmesi için internetin sağladığı eşi benzeri görülmemiş olanaklar da var. Bu olanakların sonuçlarını, öz çekimlerden ve Instagram’da paylaşılan önemsiz şeylerden tutun da Facebook kullanıcılarının neredeyse düşünmeden yaptığı kişisel “beğenilerini” ve tercihlerini kaydettiği günlük aktivitelere kadar her yerde görebiliriz. (Son zamanlarda öğrendiğimiz üzere, bu çevrimiçi eğlenceler, inandırıldığımızın aksine gizlilik esasına dayalı değil. Cambridge Analytica, elli milyondan fazla kullanıcının amaçsızca ürettiği “verileri” toplayarak “kişilik profilleri” oluşturdu ve bu profiller daha sonra Donald Trump’ın başkanlık kampanyasında, seçmenlere reklamlarla ulaşmak için kullanıldı.)
Kişinin mahremiyetini ihlali için bu markalaşmış ve saldırganca pazarlanan biçimlerin ötesinde, çevrimiçi görsellerde ve sözlerde yayılan ve çok da uzun olmayan bir süre önce Anthony Weiner’ın çöküşüne yol açan türden daha uçarı ve müstehcen halleri de var. Her türden ilgi çekme çılgınlığı o denli yaygın ve mahremiyetin ihlali o kadar umursanmaz hale geldi ki, pek çoğumuz geçmişte mahremiyetin saygısızca ihlali olarak algılanacak şeyleri bırakın önemsemeyi, artık fark etmiyoruz bile.
İç Dünya Kuşatma Altında
Mevcut duruma karşı yaygın ilgisizliğimiz göz önüne alındığında şu soruyu sormak daha iyi olabilir: Eskiden insanlar mahremiyetlerini kaybettiklerinde neyi kaybettiklerini düşünüyorlardı? Şaşırtıcı bir şekilde, çok sayıda insanın mahremiyetten bilinçli bir şekilde ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru bahsetmeye başladığı ortaya çıktı. Mahremiyetin ilk savunucuları, mahremiyetin değerinin farkına, onu kaybetmenin eşiğine gelince vardılar. Cüretkâr röportajcı ve fotoğrafçıların desteklediği istilacı, dedikoducu ve sansasyonel hikayelere odaklanan geniş tirajlı yeni gazetelerden ve fazla açık seçik biyografilerin, özel mektupların, yeni tarz gerçekçi romanların ve o zamanlar “cinsel hijyen” olarak adlandırılan şeyle ilgili broşürlerin yayımlanmasından dolayı insanlar mahremiyetin, daha önce hiç olmadığı kadar kuşatma altında olduğuna ikna olmuşlardı. Önde gelen bir edebiyatçı ve The Nation’ın kurucu editörü olan E. L. Godkin’in 1890’da söylediği gibi, mahremiyetin en kapsamlı analizlerinde, bir yazarın neredeyse her zaman mahremiyetin “besbelli modern bir ürün, medeniyetin lükslerinden biri, ilkel veya barbar toplumlarda yalnızca aranmayan değil, aynı zamanda bilinmeyen bir şey” olduğunu belirtmesi de ilginç bir nokta. İşte bu yüzden mahremiyet onlar için daha da değerliydi.
Bu konu üzerine yazılmış en ünlü 19. yüzyıl makalesi ise şüphesiz ki geleceğin yüksek mahkeme yargıcı Louis Brandeis ve o zamanki hukuk ortağı Samuel Warren’ın yazdığı, 1890’da The Harvard Law Review’da yayımlanan “The Right to Privacy” [Mahremiyet Hakkı] adlı makaledir. O güne kadar “anlık fotoğraf ve gazete girişimciliği” tarafından “özel hayatın ve aile hayatının kutsal alanlarının” ihlali o kadar ileriye gitmişti ve basın “münasiplik ve terbiyenin bariz sınırlarını her açıdan o kadar aşmıştı” ki Brandeis ve Warren, hukukun duruma müdahale etmesi gerektiğine inanıyorlardı.
Bu amaçla, “dokunulmaz kişiliğin” “manevi alanlarını” korumaya adanmış yasal bir mahremiyet hakkı icat ettiler. Godkin de bu yeni gazeteciliğin “bayağılığı, ahlaksızlığı ve pervasız sansasyonelliğinden” irkilmişti. Brandeis ve Warren’ın, aynı yıl daha ünlü bir dergi olan Scribner’s Magazine’de yayımladığı “The Rights of the Citizen –to His Own Reputation” [İtibara İlişkin Yurttaşlık Hakları] adı etkileyici makalede söyledikleri gibi Godkin de mahremiyetin önemi hakkında hemen hemen aynı şeyleri dile getirdi. Godkin’e göre Sör Edward Coke’un ünlü “Bir adamın evi onun kalesidir” sözünün hukuken tanınması, “yasanın, bir birey olarak kişiliğine, zihnin hükmüne, her insanın zaman geçirdiği kişisel düşünce ve duyguların iç dünyasına duyduğu saygının fiziki ve görünür işaretiydi.” Burada Godkin, J. S. Mill’in 1859 tarihli Özgürlük Üzerine eserinde dile getirdiği liberal gizlilik anlayışından yararlanıyordu. Mill, “insan özgürlüğünün uygun alanı,” dedi, “bilincin iç alanıdır”. Mill’e göre mahremiyet, kişinin bireyselliğinin ve özerkliğinin gelişimi için elzemdi.
Duyarsızlaşma ve Hassasiyetin Yitimi
Ketumluğun (reticence) savunucuları ayrıca, mahremiyete saygının, “haysiyetin” korunması ve geliştirilmesi için gerekli olduğunu belirttiler. Bundan kastettikleri, en temel ve insani düzeyde, kişinin günlük hayatını gözlemlenmeden sürdürebileceği güvenli alanı korumaktı. Örneğin gazetecilerin, Amerikan başkanı figürünü (bu durumda Grover Cleveland) devamlı olarak ve neredeyse adli bir biçimde kamu denetiminin öznesi yaptığına dikkat çeken eleştirmenler, ifşa kültüründen iğreniyorlardı. 1897’de The Arena dergisinde bir eleştirmen şöyle yakınıyordu: “Devlet başkanı, mümkün ve mümkün olmayan her yerde ve her pozisyonda, onurlu ve onursuz bir şekilde fotoğraflanmıştır ve ailesi, büyük ölçüde hayal gücüyle, ayrıntılı bir şekilde betimlenmiştir”. Ketumluktan yana olan eleştirmenler, bu yeni “had bilmezlik” ve aleniyet toplumunda, “insan ırkının daha medeni azınlığının acı dolu yüzyıllardan sonra saygı göstermeye başladığı terbiye, tevazu, kutsallık kavramlarına” ne olacağını tekrar tekrar yüksek sesle dile getirdiler.
“Dokunulmaz kişiliğimizin” ve “haysiyetimizin” tam da temeli olan, düşündüğümüz ve hissettiğimiz korunaklı alanı kaybetmenin yanı sıra, ketumluk taraftarları başka bir kayıptan da endişeyle bahsetti. Bu kayıp, yalnızca mahremiyeti ihlal edilen kişiyi değil, bunu gönüllü olarak izleyen bizleri de ilgilendiriyor. Bu endişenin en akılda kalıcı ifadelerinden biri, Henry James’in nispeten az bilinen 1888 tarihli romanı The Reverberator‘da yer alır. Romanın kahramanı Francie Dosson, sansasyonel ve dedikoducu gazetelerin kendisine ve ailesine yaptığı kötü muameleyi düşünerek, kendisinin ve ailesinin “kaba ve duygusuz” hale geldiğinden, “hassasiyetlerini, belirli incelikleri ve nezaketlerini” kaybettiğinden yakınır.
Kişinin ne hale geldiğini fark etme kapasitesinin gittikçe yok olması anlamına gelen ahlaki duyarsızlaşma, ketumluk taraftarlarının hem en derin kaygısı hem de en derin sezgisiydi. Hassasiyetimizi, yani eskiden utanç duygusu olarak kabul edilen ve “belirli incelikler ve nezaketler” için olan duygumuzu, kimsenin mahremiyetinin garanti edilmediği ve kimsenin sessizliğini koruma hakkına sahip olmadığı bir dünyada yaşamanın sonucu olarak kaybettiğimiz şey olarak ele alalım. Bu durum, bir asırdan fazla bir süre sonra, radyo, televizyon, cep telefonları, yirmi dört saatlik haber döngüleri ve internetin icadından ve yaygınlaşmasından sonra, bugün çoğumuzun mahremiyetimizi kaybettiğimizde neyi kaybettiğimizi fark etmekte neden bu kadar zorlandığımızı açıklıyor. Hareket ettiğimiz ve nefes aldığımız bu ortamın, içinde bulunduğumuz zor durumu fark etmek için ihtiyaç duyduğumuz algıdan bizi mahrum bıraktığı ortaya çıkıyor.
Saklayacak Hiçbir Şey Yok
Ancak durumumuzu bizim için neredeyse görünmez kılan sadece ahlaki duyarsızlaşma değil. Ahlaki duyarsızlaşma fikrinin kendisi ve bu konuda “nezaket”, “terbiye”, “uygunluk”, “kutsallık” ve “utanç” kavramları, kulağa modası geçmiş veya daha bile kötü geliyor. Bunun nedeni, 19. yüzyılda bireyselliğin ve onurun garantörü olarak mahremiyete duyulan saygının yanı sıra, mahremiyetini korumaya yönelik her girişimi, kaçınma veya bastırmanın kanıtı, bir tür suçluluk duygusuyla örtbas etme olarak yorumlayan rekabetçi bir dürüstlük ve açıklık kültünün ortaya çıkmasıdır.
Sigmund Freud’un bilinçdışının kaçışları ve bastırmaları üzerine yaptığı kapsamlı çalışmalardan sonra daha da fazla nüfuz kazanan bu düşünce biçimi, Freudyen psikoanalitik teorinin diğer pek çok şeyinden farklı olarak artık büyük ölçüde tartışmasız ve yerleşik bir ruh haline dönüştü. Dolayısıyla, bu dokunulmaz ifşa kültürü, onun altında yatan öncülleri hakkında net bir şekilde düşünmemizi çok zorlaştırıyor. Bu öncüller aslında, çağdaşlarımızın çoğunun neden hem gerçek hem de mecazi anlamda cam evlerde yaşamanın iyi bir fikir olduğunu düşündüğünü anlamamız için gereken şeydir.
Mahremiyetin bilinçli anlayışı gibi, teşhir kültü de yakın zamanda, 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmıştır. Bu kültün hüküm süren inancı, insanların, iyi, dürüst insanların, saklayacak hiçbir şeyi olmadığıydı. Bir doktor ve kadınların oy haklarının savunucusu olan Mary Putnam Jacobi, 1871’de New York City Pozitivist Topluluğu’nda verdiği bir konferansta dinleyicilerine “Açık havada yaşayın!” öğüdünü veriyordu: “Bir kişinin tüm dünyanın bilmesini istemediği bir şey yanlıştır.” The Reverberator‘da James, karakterlerinden birinin kafasına şu düşünceyi soktuğunda bu tutumu en ilkel halinde yakalamıştır: “Eğer insanlar ahlaksızsa bunu gazetelerden uzak tutamazsın –ve ben de, tıpkı senin de yapman gerektiği gibi, bilmiyorum.”
Mahremiyetin yanlış bir şey yapmak için saklanma yeri olduğuna dair bu derin şüphe, Batı demokrasilerinde özel bir biçim aldı. Godkin, “Günümüzün tüm demokratik toplumlarda, kamu, ya zihinsel ya da bedensel mahremiyet girişimlerine içerlemeye ya da onları alay konusu yapmaya meyillidir” diyordu. Ayrıca teşhirin “demokratik” öncüleri, “mahremiyete yönelik tüm saygı veya tedbirlerinden, ayrıcalıklı olmanın” göstergeleri olarak şüphelenmeye meyilliydi, ki bugün buna “elitizm” denir. James, meraklı gazeteci George Flack’in hırslarını, arkadaşı Francie Dosson’a açıklattığında bu düşünceyi mükemmel bir şekilde hayata geçiriyor:
“İçeriden bir bakış açısı, seçilmiş parçalar istiyorum… insanların istediği sadece anlatılmayan şeyler ve ben bunları anlatacağım… Bu zaten tükendi tükenecek; ‘özel’ ve ‘müdahale etmeyin’ ve ‘geçiş yok’ tabelaları asıp burayı kendinize saklayabileceğinizi düşünme fikri… Şimdi yapacağım şey şimdiye kadar yapılmış en büyük lambayı koymak ve her yeri aydınlatmak. O zaman kimin özel olduğunu, kimin müdahale etmediğini ve halkı –bilmek isteyen halkı- kimin hayal kırıklığına uğratacağını göreceğiz. Bu, Amerikan halkının gerçekten bilmek istediğinin bir işareti.”
“Halk”a yönelik bu sözde demokratik çağrı, yeni tarz gazeteciliğin editörleri tarafından sürekli olarak beslendi: “İnsanlara istediklerini veriyoruz ve bunu kanıtlayacak belgelerimiz var.” Ve bu, bugün Sumner Redstone ve Jeff Zucker’ın yanı sıra beyaz sağcı hareketlerdeki ve interaktif radyo programlarındaki daha ideolojik tutum sergileyen uzmanlardan duymaya devam ettiğimiz bir nakarat.
Çürümüş Benlik
İstilacı gazeteciliğin eleştirmenleri, piyasaya yapılan çağrıyı, eşitlikçi olmaktan çok çıkarcı buldular. “Ayrıcalıklı olma” suçlamasının arkasında, Godkin’in “nasıl edinildiği önemli olmayan, bilinçli ya da bilinçsizce istediğimiz genel bir üstünlük kurma arzusu” dediği demokratik eşitlik ilkesinin çarpıtılmış bir kopyası olduğunu tespit ettiler. Godkin burada, bilincimizden neredeyse tamamen kaybolmuş güçlü, ahlaksız bir dürtüye dikkat çekiyordu; günümüz cep telefonu kullanıcılarının ve internet gösterişçilerinin hatırlaması gereken bir dürtü. Cüretkâr gazetecilik, konularını muhabir ve okuyucuyla aynı seviyeye indiren kin dolu büyük bir eşitleyiciydi: “Güçlülerin aşağı çekilmesi, insanın her çağda keyif aldığı eğlencelerden biri olmuştur.” Bu aşağılama arzusu tekrar tekrar vurgulandı. W. S. Lilly, 1889’da yayımlanan “The Ethics of Journalism” adlı makalesinde, “Bir insan, dindarlığı, yüce idealleri ve saflığı sebebiyle saygı ve hayranlığın nesnesi midir?” diye soruyordu:
“Gazete sansürcüleri, ikiyüzlülüğe duydukları nefretle, şüphe duymayanlara dayatılan bu görünümü soyacak, okuyucularına bu sözde erdemlerin, aşağılık veya iğrenç bir amaç için sadece birer örtü olduğunu gösterecek; kesin bir şekilde, ‘yaşlı Cato’nun da sizin kadar büyük bir düzenbaz olduğunu’ kanıtlayacaklardır. … Gazete basınının son çeyrek yüzyıldaki en önemli başarılarından biri kamusal yaşamı ilkesizleştirmek olmuştur.”
James’e göre modern gazetecilik, “dünyanın demokratikleşmesinin beraberinde getirdiği, birçok açıdan görgü kurallarının çöküşü olan ‘tanıdıklığın’ en önde gelen halini” temsil ediyordu. Aynı şekilde, Godkin, batıda bir maden kasabasında bir otelde, “tuvalet ihtiyacını giderirken meydana bakan açık pencereye bir tişört iliştiren” gezginin başına gelenleri anlatmıştı: “Birkaç dakika sonra, dışarıdan bir el tişörtü çekip aldı. Nedenini sorduğunda ise ‘Orada bu kadar özel ne olup bitiyor, bilmek istiyoruz.’ cevabını duydu.” “Orada, bu kadar özel ne olup bittiğini” bilmek isteyen şiddetli talep, görgüsüzlük eğiliminin yalnızca herkeste ortak olan şeye, yani kişisel ve mahrem bedensel varoluşa odaklanmaya işaret eder. Bu odaklanma, tüm toplumsal veya kalıtsal farklılıkların yanı sıra başarıya dayanan meşru ayrımları da bir anlığına ortadan kaldırır ve etkili bir şekilde, herkesi bedene sahip olma koşulunun sağladığı temel eşitliğine indirger. Gazeteciliğin meraklı ruhu da aşağı yukarı aynı şeyi yapar; kişinin özel hayatını ortak mal haline getirir. James’in The Bostonians’daki gazeteci tanımında belirttiği gibi: “Bu çağın masum çocuğu için kişi ve sanatçı arasındaki tüm ayrımlar ortadan kalkmıştı; yazar kişiseldi; kişi gazetecilerin yemeğiydi ve herkes, her şeye ve herkese karışıyordu.”
Saklı Erdemler
Yalnızca meraklı gazetecileri değil, aynı zamanda ticari eğlence endüstrisinin tedarikçilerini, yenilikçi yazarları, sanatçıları ve onların destekleyicilerini, kendince sosyal ilerici ve radikal olanları, avukatları, hukukçuları, psikanalistleri, doktorları ve tarihçileri de içeren modern teşhirin öncüleri, teşhir ve ketumluk arasındaki çatışmayı bir kayıp hikayesi olarak değil, olumlu bir kazanç hikayesi olarak sunmuşlardır. Bu güven verici anlatı, ileriye bakan tüm insanlar için karşı konulmaz bir hale gelmiştir: özgürlüğümüze karşı onların baskı ve sansürü; dürüstlüğümüze karşı onların kaçamak cevapları ve ikiyüzlülüğü; hoşgörümüze karşı onların bağnazlığı ve önyargısı; entelektüelliğimize ve özellikle de psikolojik duyarlılığımıza karşı onların tutucu ahlakçılığı.
Viktorya döneminde var olup yenilmesi gereken şehvet düşkünü ahlakçılara ve bağnaz sansürcülere karşı verilen mücadelenin ilk turunda, uygar yaşamın yürütülmesi için elzem kabul edilen çekingen duyarlılık ve zevk, nezaket, görgü, edep, ihtiyat ve sağduyu gibi zihin alışkanlıkları, kendi gerçekliklerinden mahrum bırakıldı. Bu, kamusal ve özel alan arasındaki sınırların, yanlış ve kaçınılmaz bir şekilde çizildiği ve istemsiz olarak “Püriten” veya “Viktoryen” olarak reddettiğimiz, çekingen ve sansürcü duyarlılıkla özdeşleştirildiği tarihi andı. Ancak bugün, teşhirin en ileri görüşlü eleştirmenlerini –ama aynı zamanda en coşkulu ilk destekçileri olduklarını düşünmekten de kendimi alamıyorum– bile şaşkına çevirecek ölçüde mahremiyete yönelik tehditlerle karşı karşıya olduğumuzdan çekingen duyarlılığın iki önemli yönünü yeniden gözden geçirme ihtiyacımız her zamankinden daha acil.
Birinci yön, yalnızca bir yanlışa veya yanlışı örtbas etmeye bulaşmış kişilerin saklayacak bir şeyleri olduğuna dair yaygın olarak kabul görmüş düşünceyle ilgilidir. Ketumluk taraftarları, keskin bir tezatlık oluşturarak saygı duyulması gereken bilginin sınırları olduğuna inanıyordu. James Fitzjames Stephen, 1873 tarihli Liberty, Equality, and Fraternity [Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik] eserinde şöyle yazıyordu: “Yakın ve hassas ilişkiler öyle bir doğaya sahiptir ki, onları anlayışsız veya yanlış bir şekilde sempatik olan gözleme tabi tutmak büyük bir acıya neden olur ve kalıcı ahlaki bir yaraya yol açabilir.” Ayrıca, kişinin yakın ve hassas ilişkilerinin yalnızca dış ilgiden korunması gerekmiyordu; ketumluk taraftarları aynı zamanda, iç yaşamımızın kırılgan yönlerinin kendimizden bile uzak tutulması gerektiğine inanıyordu.
Stephen, “Gizlilik, yalnızca bir yabancının müdahalesiyle değil, aynı zamanda bir kişiyi kendi duygularına çok fazla dikkat vermeye ve bunların analizine çok fazla önem vermeye zorlayarak veya ikna ederek de ihlal edilebilir” diyordu: “Herhangi bir insanın ruhunu, bir başkasının incelemesi için gerçekten çıplak bir şekilde soyması ve sonrasında başını dik tutabilmesi, sanırım, imkansız değildir. Çünkü birçok insan bunu yaptığını iddia ediyor ancak dışarıdan bakanlar için durum böyle değil.” Bu bakış açısına göre yalnızca boyutsuz, sığ veya boş bir kişinin saklayacak bir şeyi yoktur, ki bu da, itirafçı/günah çıkaran, her şeyi anlatan, sağaltıcı teşhir kültürümüze daha yabancı olamazdı.
Ciddi bir şekilde değerlendirilmesi gereken çekingen duyarlılığın diğer bir yönü, savunucularının kamusal alanda görünen sözcüklerin ve imgelerin bugün herkesin hayal ettiğinden çok daha fazla önemli olduğuna inanmalarıdır; özellikle de kamusal ve özel alanların uzun zamandır izini kaybettiğimiz şekillerde bağlantılı olduğunu düşündükleri için. Hangi meselelerin kamusal alanımızı haklı olarak işgal edecek ve kamunun incelemesine dayanacak kadar büyük ve önemli olduğu, hangilerinin mahremiyetin belirsizliğinin var olması için, anlamlarını ve duygusal yankılarını korumaktan bahsetmeye bile gerek kalmayacak kadar küçük, kişisel veya kırılgan olduğu sorusunu tekrar tekrar gündeme getirdiler. Israrla belirttikleri gibi, bu bir zevk (bugün pek anlamı olmayan bir başka terim) ve dünyadaki şeylerin ölçeğini doğru bir şekilde yargılama meselesiydi. Ve zevk duygusunun, “belirli farklılıkların ve nezaketlerin” tanınmasını ve bunlara saygı gösterilmesini mümkün kılan incelik duygusu gibi, sürekli bir istilacı, sansasyonel gazetecilik tüketimiyle aşınmasının mümkün olduğundan korkuyorlardı.
His ve Hassasiyet
Günümüzde mahremiyete karşı yaygın bir ilgisizliğin yan hasarı olarak adlandırabileceğimiz şeye karşı bizi kör eden bir başka duyarlılık kaybıyla karşı karşıyayız. Ketumluk taraftarlarının aksine, özel meseleler ayrım gözetmeksizin aydınlatıldığında doğalarının değiştiğinin artık farkında değiliz. Örneğin, Donald Trump ve Stormy Daniels’ın (veya Bill Clinton ve Monica Lewinsky’nin veya Anthony Weiner ve cinsel partnerlerinin) ilişkisini ele alalım. İlgili kişiler için –en azından aldatılan eşler için– ilişkiler önemliydi ve sonuçları vardı, ancak kamuoyuna açıklandığında sıradan ve gülünç hale geldiler ve gece yarısı talk şovlarına şaka malzemesi oldular. Tepkideki bu değişim başka bir yöne de gidebilir: artık gazeteler, bu insanların özel olduğuna inandıkları şeyleri tanımlamak için örtmece kullanmayı bıraktıklarına göre, spot ışıklarıyla aydınlatılan cinsel yönelimleri müstehcen hale geldi. İkinci seçenek özellikle #MeToo hareketinde geçerli oldu: New York Times‘ın cinsel tacizle ilgili en son yayımladığı makaleyi okuyan herkes, hemen bir röntgenciye dönüştüğünü fark eder. O halde, birlikte yaşadığımız dünyanın giderek daha çirkin, kaba ve önemsiz hissettirmesi şaşırtıcı değil. Kamusal ve özel arasındaki sınır bugün olduğu kadar aşırı silik hale geldiğinde, “zihnin hükmünden, her insanın zaman geçirdiği kişisel duygu ve düşünce iç dünyasından” çok daha fazlasını kaybediyoruz, ki bu bile tek başına yeterince büyük bir felakettir.
Özel deneyimlerimizi ve ortak dünyamızı, kırılganlıklarına karşı giderek daha da küstahlaşan bir kayıtsızlıktan korumaya nasıl başlayabiliriz? Farkına varmamız gereken ilk şey, yasanın hiçbir işe yaramadığıdır. Brandeis ve Warren’ın yasaya başvurması zaten çaresiz bir önlemdi. 19. yüzyılda bile ne kadar az alternatifin mevcut olduğunun bir işaretiydi ve dahası, mahremiyet ihlali davalarını mahkemeye taşıyanların neredeyse her zaman kaybettiğinin bir işaretiydi. Bu büyük ölçüde yasanın kavramsal yoksulluğundan kaynaklanmaktadır. Yasal çözümler yalnızca belirli bir bireyin hakları ve maddi çıkarları ihlal edildiğinde mümkün olduğundan, gizlilik hakkı davaları yalnızca bir kişinin izni olmadan reklam amaçlı ticari kullanımını kapsıyordu ve davacı genellikle burada bile kaybediyordu. Sonuç olarak, yasa, Brandeis ve Warren’ın resmettiği “dokunulmaz kişiliğin” “manevi sınırlarını” veya durmaksızın, pervasızca teşhir edilmesinin kamusal alana verdiği daha geniş ahlaki ve estetik zararı hesaba katamadı.
Hem mahremiyetimizi hem de ortak dünyamızı korumak için ihtiyaç duyulan şey, tamamen farklı bir alana aittir; yasadan daha derin ve anlaşılması çok daha zor olan bir alana, yani duyarlılığa. Burada, bir zamanlar mahremiyetimizi ve müşterek dünyamızı koruyan duyarlılığın, yani utanç, adap, görgü ve nezaket anahtar sözcükleri olan çekingen duyarlılığın, itibarsızlaştırıldığını ve artık tarihi geçmiş hissettirdiğini tekrar kabul etmeliyiz. Yine de o olmadan tarihsel ironinin acımasız bir dönüşünde, büyük ölçüde kaynaksız ve savunmasızız.
Bunları düşünmeye başladığımda bir sonraki adımım şu soruyu sormaktır: Mahremiyete, haysiyete, medeniyete saygıyı, hatta başkalarının ve kendimizin kırılganlık duygusunun tanınmasını geliştiren veya teşvik eden günlük deneyimler, uygulamalar, düşünce gelenekleri, toplumsal koşullar, hatta bunların kırıntıları, hâlâ hayatta mı? Başlangıçta ortaya çıktıkları dünyadan kökten farklı koşullarda ihtiyaç duyduğumuz o çekingen duyarlılığı nasıl yeniden canlandırabiliriz? Yeni temelleri ne olabilir? Bu sorulara cevap bulamadığımı üzülerek söylüyorum ve bu cevapsızlık cesaret kırıcı. Çünkü eskiden uygunsuzluğun varlığında geri çekilen türden bir duyarlılığı, eskiden utanç duygusu olarak adlandırılan şeyi, geri kazanamazsak, giderek daha az insanın mahremiyetlerini kaybettiklerinde bir şey kaybettiklerinin farkında olduğu bir dünyada yaşayacağımızdan korkuyorum.