Kant’ın Devrimci Metafiziği

Kant’a göre "Tanrı vardır" gibi bir sav en az iki temel problem içerir… Ne ampirik araştırma veya deneyim ne de mantıksal analiz, Tanrı’nın varlığı gibi bir iddiayı doğrudan anlamlandırabilmek için yeterli değildir.
Okuma listesi
Çeviren:
Editör:
The Philosopher
Özgün Başlık:
Transcendental Idealism

Editör Notu

Bu söyleşi, ilk kez 2017 yılında The Kantian Catastrophe? Conversations on Finitude and the Limits of Philosophy adlı eserde, Anthony Morgan’ın editörlüğünde yayımlanmıştır.

Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi kitabında yanıtlamayı umduğu temel sorular nelerdir?

Kant, Saf Aklın Eleştirisi‘nin ilk baskısının önsözünün ilk cümlesinde, insan aklının, doğasından kaynaklanan reddedilemez veya göz ardı edilemez bazı sorularla kaçınılmaz bir şekilde meşgul olduğunu ifade eder. Kant’ın Eleştiri’deki asıl odağı, metafizik sorularla özdeşleştirdiği bu tür sorularla ilgilidir. Eleştiri’yi metafiziğin nasıl mümkün olabileceği sorusuna bir yanıt olarak sunar. Hangi metafiziksel soruları cevaplayabileceğimizi ve bunlara nasıl cevap verebileceğimizi açıklamak, aynı zamanda hangi metafiziksel soruları cevaplayamayacağımızı belirlemek ve bu soruların düşünme sürecimizdeki rolünü açıklamak denebilir.

Kant’ın ele aldığı zorlu metafizik sorular hakkında spesifik olarak ne söylenebilir?

Kant metafizikten bahsederken aklındaki temel sorular; Tanrının var olup olmadığı, özgür iradeye sahip olup olmadığımız ve ölümsüz bir ruha sahip olup olmadığımızdır. Bu soruları, metafiziğin geleneksel sorunları olarak kabul eder ve bu tür soruları aşkın (transendent) metafizik olarak adlandırır. Kant’a göre aşkınsal türdeki bu sorularla ilgili bilgi edinmemiz mümkün değildir. Daha da ötesi bu durum, örneğin Tanrı’nın var olmadığı iddiası için de geçerlidir; Tanrı’nın var olmadığını, var olduğunu bildiğimizden daha fazla bilemeyiz. Aynı zamanda Kant bilimle uğraşırken dünyayı düşünme şeklimizin kaçınılmaz bir şekilde bizi Tanrı fikrine yönelttiğini ve bu fikrin düşünme sürecimizde önemli bir rol oynadığını ileri sürer. Kant’ın projesinin büyük bir kısmı negatif bir yön taşır (yani aşkınsal metafizik savların olanaklı olmadığını savunur), ancak metafiziksel bilginin nasıl mümkün olduğu sorusuna cevap verirken, farklı bir tür metafizik geliştirdiği görülür. Bu yeni tür metafiziği, deneyim metafiziği olarak adlandırılabiliriz.

Kant bu geleneksel metafiziksel sorularla ve “deneyim metafiziği” hakkındaki sorular arasında net bir ayrımın olduğunu düşünüyor mu?

Kant, geleneksel metafiziğin, uzay ve zaman içindeki nesnelerden farklı türden bir nesneyle ilgilendiğini düşünür. Uzay ve zaman içindeki nesneler, duyularımızı etkiler: onları görebilir, dokunabilir, koklayabilir, hareket ettirebiliriz. Dolayısıyla onlar hakkında ampirik ya da deneyimsel bilgiye sahip olabiliriz. Buna karşın ölümsüz bir ruh, Descartes gibi bir rasyonalistin anladığı şekilde, duyularımıza etki eden uzamsal bir nesne değildir. Ölümsüz ruhunuza dair şu soruları sormak anlamsız olacaktır: “Tam olarak ne kadar geniştir?”, “Dokusu nedir?”, “Kokusu nasıldır?” Eğer metafizik, duyularımızı etkileyen uzay-zamansal nesnelerden farklı bir tür nesne ile ilgileniyorsa, bariz bir soru ortaya çıkar: Bu tür nesneleri, duyularımıza etki etmeleri yoluyla tanımıyorsak, o halde onlara dair nasıl bilgi sahibi oluyoruz?

Kant, metafiziğin geleneksel olarak ampirik olmayan ya da a priori bir gerçeklik araştırması olduğunu düşünür. A priori bilgi, deneyimden bağımsız olarak sahip olduğumuz bilgi anlamına gelir. Örneğin matematik ve mantık, a priori olabileceği düşünülen iki bilgi alanıdır. Yan odada kaç tane sandalye olduğunu bilmek istiyorsak yan odaya gidip sayarız, ama eğer 2+2’nin kaç yaptığını bilmek için, iki şeyden örnek toplamaz, bunları birleştirmez, her durumda hangi sonucu elde ettiğimizi karşılaştırmaz, hangi örneklem büyüklüğünün soruya uygun olacağı konusunda endişelenerek ampirik bir sonuca ulaşmayız. Bunun yerine 2+2’nin 4 ettiğini özel bir deneyimden bağımsız olarak tespit ederiz. Elbette “2” ve “toplama” kavramını elde etmek için deneyime ihtiyaç duyarız, ancak bu bilgilere sahip olduktan sonra, 2+2=4’ü saptamak için başka bir deneyime ihtiyaç duymayız ve bu iddiayı yanlışlayacak hiçbir deneyimden söz edilemez.

Kant’ın içinde bulunduğu dönem ve Kant’ın kendisi de dâhil, tarihteki birçok filozof, ampirik bilimle ilgilenmiş hatta buna bağlanmış olsalar da, Kant’a göre, metafizik yaptıklarında gerçekliği ampirik olarak araştırmaktan ziyade dünyayla ilgili a priori iddialar ortaya koymaya girişirler. Bu hâlâ doğru görünüyor: Bugün Avrupa ve Kuzey Amerika’daki felsefe bölümlerinde metafizik üzerine çalışan çoğu filozof, deneyler, saha çalışmaları, anketler ya da diğer ampirik araştırma biçimleri yapmamaktadır.

Peki, gerçeklik hakkında a priori bilgiye nasıl sahip oluruz?

A priori bilginin nasıl kavranabilir olduğu, kavramların anlamlarından neyin çıktığına dair savları düşündüğümüzde belirginleşir. Örneğin bir üçgenin üç kenarı olduğunu a priori olarak bilebiliriz, çünkü bu, üçgenin anlamından çıkar: Üçgen kavramında üç kenara sahip olma içkindir. Bu a priori bir bilgi olsa da, pek ilgi çekici bir bilgi olduğu söylenemez: Sadece sahip olduğumuz kavramlarda zaten bulunan bilgiyi bize söyler. Zihinden-bağımsız gerçekliğin doğası hakkında bize hiçbir şey söylemez, ki aslında öğrenmek istediğimiz budur, yani gerçekliğin doğası. Sadece Tanrı’nın kavramının ne olduğunu bilmek istemiyoruz, Tanrı’nın var olup olmadığını bilmek istiyoruz. Bu nedenle metafiziğin imkânı sorusu, deneyimden bağımsız olarak gerçekliğin doğası hakkında tözsel bilgiye nasıl sahip olabileceğimiz sorusudur.

Kant’ın bu soruyu bir kısım teknik terimlerle sorar: Sentetik a priori savların bilgisi nasıl mümkündür? “Sentetik” terimi, bir savın sadece bir kavramda zaten bulunanla sınırlı olmayan, onun ötesine geçen varlık belirten önermeleri ifade eder (“Sentetik”in karşıtı olan “analitik” terimi ise bir kavramda zaten –belki de örtük olarak– bulunanı açığa çıkaran önermelere karşılık gelir). A priori bilgi, deneyimden bağımsız olarak gerekçelendirilmiş bilgidir. Bu nedenle, sentetik a priori önermelerin imkânı sorusu, gerçeklik hakkında deneyimden bağımsız olarak genişletici ve temel bilgiye sahip olmanın nasıl mümkün olduğu sorusudur; kısacası metafiziğin nasıl mümkün olduğu sorusudur.

Peki Kant bu türden bir bilginin elde edilmesinin imkânı hakkında ne düşünüyor?

Kant, Saf Aklın Eleştirisi eserine metafizik, matematik ve fiziği karşılaştırarak başlar, ancak bu karşılaştırma felsefe için pek iç açıcı değildir! Matematik ve fiziğin ne kadar ilerleme kaydettiğini ve bu ilerlemenin ne kadar düzenli olduğunu belirtir; matematik ispatların, fizik ise deneysel yöntemin yardımıyla ilerler. Sonuçlar belirlenerek üzerinde uzlaşılır; böylece bu alanların uygulayıcıları birbirlerinin çalışmalarını temel alarak ilerleyebilirler. Ancak metafizikte hiçbir konuda uzlaşma sağlanamaz ve filozoflar birbirlerinin çalışmalarını temel almak yerine, genellikle tamamen farklı bir sistem kurarak işe her seferinde sıfırdan başlar.

Descartes, bir Tanrı’nın var olduğunu ve gerçekliğin temelde iki farklı türde tözden, düşünsel ve uzamsal tözden [res cogitans, res extansa] oluştuğunu kanıtlayabileceğimizi savunur. Leibniz ise temel gerçekliğin basit, bölünemez ruhsal tözlerden, monadlardan oluştuğunu ileri sürer. Ancak, bu düşünürlerin üzerinde mutabık kalabileceği savlar geliştirmek mümkün olmamış ve ne bir ampirik yöntemle (deney, ölçüm, gözlem) ne de sadece sözcüklerin anlamları üzerine düşünerek konumlarının nasıl değerlendirilebileceği açık değildir. Kant, metafiziğin tam bir karmaşa olduğunu (bir savaş alanı olarak tanımlar) ve metafiziksel pozisyonlar ileri sürmeye devam etmek yerine, bir adım geri atarak bu tür savlara dair bilgiye sahip olup olamayacağımızı ve nasıl sahip olabileceğimizi sorgulamamız gerektiğini düşünür.

Bu nedenle, Kant, gerçekliğin doğası hakkında herhangi bir varlık belirten/bilgiyi genişleten (substantial, sentetik) savda bulunup bulunamayacağımızı ve şayet mümkünse nasıl bulunabileceğimizi tespit etme ihtiyacı duyar. Daha önce de belirtildiği gibi, Kant, geleneksel metafiziğin ilgilendiği birçok soru (Tanrı, ruh, özgür irade) hakkında herhangi bir bilgi iddiası ortaya koymanın mümkün olmadığını ileri sürer. Bilgiden daha temel bir şey olarak, Kant’ın “bilme” adını verdiği bir duruma bile ulaşamayız. Bilme, Kant’a göre, nesneleri hem kavramsal olarak temsil etmeyi (onlar hakkında savlarda bulunmayı) hem de bu savların ileri sürüldüğü nesnelere gerçekten tutunmayı veya onlarla bağlantı kurmayı başaran, böylece savların gerçekten dünyayla ilişkili olduğunu gösteren bir tür nesne temsilidir. Kant’a göre bilme nesneleriyle bir şekilde temas halinde olmadan sadece bir tür kavram oyunu gerçekleştirmiş oluruz, ki bu oyun, savlar ileri sürdüğü dünyayla ilişki kurmayı başaramaz.

Peki, bu durum belirli bir metafizik soruyla, örneğin Tanrı’nın varlığıyla nasıl ilişkilendirilebilir?

Kant’a göre “Tanrı vardır” gibi bir sav en az iki temel problem içerir. Birincisi, böyle bir savın bilgisini nasıl temellendirebiliriz? Çünkü bilgiye ulaşmanın iki temel yolu vardır: Biri ampirik araştırma, yani deneyime dayalı gözlem ve inceleme; diğeri ise mantıksal analiz, yani kavramların anlamlarını çözümleyerek sonuca ulaşma. Ancak bu iki yol da Tanrı’nın varlığı gibi bir iddiayı doğrudan anlamlandırabilmek için yeterli değildir. Fakat bundan önce gelen asıl soru, bu tür savların bize sunulabilecek ve dolayısıyla bilebileceğimiz nesnelerle nasıl ilgili olabileceğidir. Kant, geleneksel rasyonalist metafiziğin temel problemlerinden birinin, temsili mümkün olmayan nesneler hakkında savlarda bulunması olduğunu savunur; dolayısıyla, yalnızca kavramsal olarak tutarlı görünen savların bir derlemini oluşturmakla kalır ve bu, bir tür düşünsel oyundan ibarettir. Ancak bu durumda, bu kavramların işaret ettiği nesnelerin gerçekten mümkün olup olmadığını asla belirleyemeyiz.

Bu her ne kadar kulağa oldukça soyut gelse de, Tanrı, özgür irade ve benzeri sorular hayatımızın merkezinde yer alır. Kant, metafiziğin yalnızca bu soyutlama düzeyde işlediğini mi düşünür? 

Felsefeci olmayanlar için “metafizik” genellikle çok soyut, gündelik yaşamdan oldukça uzak, hatta belki ötedünyaya ait bir ilgi alanı gibi görünür. Ancak daha önce belirttiğim gibi, Kant, metafiziksel sorulara yönelmenin insan aklının doğasında bulunduğunu ve tüm insanların doğal olarak bu tür sorular sorduğunu düşünür. Ayrıca, bilimi kullanarak dünyayı inceleme biçimimizin bile bizi metafiziksel sorulara sevk ettiğine inanır.  Dünyayı ampirik olarak incelediğimizde sorduğumuz soru türlerinden biri, gerçekleşen bir şeyin neden meydana geldiğini sorgulamaktır. Örneğin: Köprünün çökmesine ne sebep oldu? Belki de kirişlerden birinde bir kusur vardı. Kirişteki kusura ne sebep oldu? Yanıt, yapım süreci ve kirişi oluşturan malzemenin doğasıyla ilgili olabilir. Kirişin malzemesinin özelliklerini ne açıklar? Belki kimyasal bileşimle ilgili bir şey söyleriz. Kimyasal bileşimi ne açıklar? Belki moleküler bağlanma hakkında konuşuruz. Her aldığımız yanıta göre tekrar sorabiliriz: Peki, buna ne sebep oldu? Moleküler bağlanmanın özelliklerini ne açıklar? Bu tür sorular sormak bilimi ileriye taşır.

Kant, bu tür açıklamalar aramanın akla içkin olduğunu ve kendi içinde daha fazla açıklanabilir bir açıklama sunmayan herhangi bir açıklamayla asla tamamen tatmin olunamayacağını düşünür. Kant, bu tür yanıtlar için soyut bir terim kullanır: bunların “koşullu” (conditioned) olduğunu söyler. Koşullu olan, başka bir şeye tabi, başka bir şey tarafından neden olunan veya başka bir şeyle daha fazla açıklanabilen şeydir. Bütünüyle kendiliğinden açıklayıcı ya da bağımsız bir şey değildir.

Kant, neden bir şeyin olduğu veya bir şeyin neyi açıkladığı sorusuna ilişkin olarak yalnızca koşullu bir açıklamayı durak noktası olarak sunmanın akıl için hiçbir zaman yeterli olmadığını düşünür. Örneğin, bir yapının moleküler bağlanmasını içeren bir açıklamaya sahip olduğumuzda, her zaman daha ileri bir açıklama aramayı makul buluruz. Birinin, “Bir su molekülü, bir oksijen atomuna bağlı iki hidrojen atomundan oluşur, ancak oksijen ve hidrojen atomlarının özellikleri ve bağlanma biçimleri hakkında daha fazla söylenecek bir şey yoktur. Açıklama burada sona eriyor! Bu sadece böyle ve hiçbir şey bunu açıklamaz ya da buna neden olmaz” dediğini duyarsak, çok şaşırırdık.  Kant, aklın böyle bir kaba olumsallığı asla bir durma noktası kabul edemeyeceğini ve, onun ifadesiyle, aklın her zaman koşullu olan herhangi bir şey için daha ileri bir koşul aradığını düşünür. Bağımlı, neden olan ya da mantıksal olarak kendi kendine açıklayıcı olmayan herhangi bir şey için akıl her zaman şunu sorar: “Peki buna ne sebep oldu? Bunun böyle olmasının sebebi nedir?

Ve bu daha sonra Tanrı fikrine mi yol açar?

Tam olarak öyle. Çünkü akıl, koşullu, olumsal ya da bağımlı bir şeyi bir son durak olarak kabul etmez; tatmin edici bir açıklamanın sonuna ancak koşulsuz bir şeye, tamamen bağımsız ve nedensiz bir şeye ulaştığımızda vardığımızı düşünür. Aklın her koşullu şey için bir koşul arayışı, bizi koşulsuz olanın fikrine götürür. Bu, tamamen doğal bir düşünce sürecidir ve Kant, insanların yaşamlarının bir noktasında ya da insan kültürlerinin çoğunun fiziksel evrenin nedenini sormasına şaşırmamamız gerektiğini düşünür. Ancak, bunun doğal bir düşünce süreci olduğu ve bizi doğal olarak koşulsuz olanın fikrine götürdüğü gerçeği, koşulsuz bir şeyin varolduğu bilgisiyle karıştırılmamalıdır. Aklın her koşullu şey için bir koşul aradığı gerçeğinden, her koşullu şeyin bir koşulu olduğuna dair bir sonuca varmak için hiçbir gerekçemiz yoktur.

Kant, metafizik bilginin imkânı hakkındaki sorusunu yanıtlama sürecinde, hem geleneksel aşkın metafizik savlarda bilginin neden mümkün olmadığını açıklar hem de bazı yorumcuların “deneyim metafiziği” olarak adlandırdığı başka bir tür metafiziği ortaya koyar. Kant, gerçekliğe dair belirli ölçüde a priori bilgi edinmemizin mümkün olduğunu savunur; ancak bu bilgi, mekân ve zamanın ötesindeki aşkınsal varlıklara dair olmayacak, aksine mekânsal ve zamansal dünyaya ilişkin olacaktır. Kant’ın temellendirebileceğimizi düşündüğü savlardan biri, “Her olayın bir nedeni vardır” önermesidir. Bir etkinin bir nedeni olduğu savı, tamamen kavramsal bir savın aksine (çünkü bir etkinin bir nedenin sonucu olması anlamın bir parçasıdır ve bu nedenle her etkinin bir nedeni olduğunu önsel olarak bilebiliriz), yalnızca kelimelerin anlamlarını inceleyerek doğru olduğu gösterilemeyeceği gibi, ampirik araştırmayla da kanıtlanamaz. Bunun bir nedeni, hiçbir ampirik araştırmanın her olayı kapsayamayacak olmasıdır.

Ancak Kant, bu iddianın uzay ve zaman dahilindeki dünya için doğruluğunu kanıtlayabileceğimizi ve bu tür bir iddiayı temellendirmek için bir yöntem sunduğunu düşünür: Bu iddianın ampirik bilginin mümkün olmasının bir koşulu olduğunu göstermek. Başka bir deyişle, “Her olayın bir nedeni vardır” savı doğru olmasaydı, ampirik bilginin mümkün olamayacağını önsel olarak kanıtlayabileceğimizi düşünür. Bilim insanları ve dünyayı yönlendiren sıradan insanlar, bir şeyin neden olduğunu araştırır. Ancak bu, bir şeyin neden olduğu sorusunu araştırmaktan tamamen farklı bir sorudur. Kant, bir şeyin neden olup olmadığını ampirik olarak araştırmadığımızı; bunun yerine, her koşullu şey için onun neden bu şekilde olduğundan sorumlu bir şey olması gerektiğini varsaydığımızı savunur. Bir neden olduğunu varsayarız ve ampirik olarak neyin neden olduğunu araştırırız.

Eğer “Her olayın bir nedeni vardır” savının ampirik bilginin bir koşulu olduğunu kanıtlayabilirsek, bu savın ampirik bilgiye sahip olabileceğimiz tüm nesneler için doğru olduğunu bilebiliriz. Böylece, gerçekliğin doğası hakkında önemli bir savı tesis edebiliriz. Kant, bunun bizim için mümkün olan tek tür metafiziksel bilgi olduğunu düşünür, yani ampirik bilmenin sınırlayıcı çerçevesinin bilgisi. Biraz kafa karıştırıcı bir şekilde, buna aşkınsal (transcendental) bilgi der ve kendi araştırmasını aşkınsal bir araştırma olarak adlandırır. Aşkın (transcendent) metafizik, deneyim sınırlarının ötesine geçer ve uzay-zamansal olmayan, duyusal olmayan nesneler hakkında soruları yanıtlamaya çalışırken, aşkınsal bir araştırma, ampirik bilginin önsel sınırlayıcı çerçevesi olan koşulları inceler.

Elbette, bir savın, kavrayabileceğimiz tüm nesneler için doğru olduğunu göstermekle onun gerçeklik için doğru olduğunu göstermek arasında bir fark vardır. Neden tüm gerçekliği kavrayabileceğimizi düşünmeliyiz?

Evet, kesinlikle bir fark var; kavrayabileceğimiz tüm olayların bir nedeni olsa bile, eğer kavrayamayacağımız olayların var olması mümkünse, her olayın bir nedeni olduğu anlamına gelmez. Dolayısıyla Kant’ın yanıtı, gerçekliği insan kavrayışının sınırlarına indirgemeye bağlı görünüyor ve onun bu hamleyi yapmasını mümkün kılan şey, getirdiği karmaşık ve incelikli idealizm biçimidir, ki buna aşkınsal idealizm (transcendental idealism) adını verir.

Filozofların idealizmden kastı, bazı alanlardaki nesnelerin zihinlere (genellikle insan zihnine) bağımlı olduğu iddiasıdır. Örneğin, eğer nesnelerin renk gibi özelliklerinin insan deneyiminden bağımsız olmadığını ama boyut ve şekil gibi özelliklerinin algılarımızdan bağımsız olarak var olduğunu düşünüyorsanız, bu durumda renk hakkında bir idealist ama boyut ve şekil hakkında bir realist olabilirsiniz. Kant’ın aşkınsal idealizmi, bilimin içinde kavradığımız uzay-zaman dünyasının, onu kavrama olasılığımızdan bağımsız olarak var olmadığını savunur. Bu nedenle bu dünya bizim zihinlerimize bağlıdır. Ancak Kant, bunun tüm gerçekliğin zihinlerimize bağlı olduğu ya da zihinlerden bağımsız bir gerçeklik olmadığı anlamına geldiğini düşünmez. Kant, dünyayı “kendinde” ve “insani deneyim dünyası” (bize göründüğü hâliyle dünya) olarak ikiye ayırır. Kant, bu “bize göründüğü hâliyle dünyanın”, yani insan bilmesi ve deneyimi dünyasının, “kendinde olduğu haliyle dünya”yı, yani bütünüyle zihinden bağımsız dünyayı açığa çıkarmadığını hatta dünyayı kendi olduğu hâliyle kavramanın bizim için imkânsız olduğunu savunur. Dahası, insani deneyim dünyasının sistematik ve yapısal olarak insan zihninin özelliklerine tabi olduğunu ileri sürer.

Kant’a göre mümkün olan metafizik türü, deneyim metafiziğidir ve bu bize uzay-zaman dünyası hakkında sentetik a priori bilgiler sunar. Ancak bu hâlâ bir metafiziktir: Ampirik değildir ve dünyanın zorunlu yapısı hakkında bilgi verir. Bu, iddialarını ampirik bilginin olasılık koşulları olarak temellendirebilmemiz sayesinde mümkündür. Ancak bu, zihinlerden bağımsız gerçeklik hakkında bilgi sunmaz; verdiği bilgi, yalnızca insan kavrayışının sınırlı yapısına ilişkindir.

Bu, metafiziğin ne olduğunu tamamen değiştiriyor mu?

Evet ve işte bu yüzden Kant, Eleştiri eserinde yaptığının devrim niteliğinde olduğunu düşünüyor: Felsefeyi tamamen değiştireceğine inanıyor. Bu çalışma, aşkın metafiziksel savlar hakkında bilgi sahibi olmaya çalışmayı neden bırakmamız gerektiğini ve hangi türden bilgiler inşa edebileceğimizi bize gösterecek. Kant, meşhur bir şekilde ortaya koyduğu eseri, astronomide Kopernik’in yaptığı devrime benzetir. Kopernik devrimi, güneş sistemine bakış açımızı, yıldızların ve güneşin dünyanın etrafında döndüğünü görmekten, dünyanın güneşin etrafında dönen bir gezegen olduğunu görmeye doğru değiştirmişti. Gece gökyüzüne baktığımızda ya da güneşin doğup batışını izlediğimizde, yıldızlar ve güneş çevremizde hareket eder gibi görünür; oysa, Kant’ın da söylediği gibi, Kopernik göksel cisimlerin hareketlerini açıklarken bu görünen hareketi gözlemciye (yani hareket eden bir gezegende olan bize) atfederek başarılı bir açıklama yapmış olur. Benzer şekilde, Kant da gözlemciye (insan özneye ya da insan zihnine), gözlemlediğimiz dünyaya ait olduğunu düşündüğümüz bazı şeyleri atfeder. Bu nedenle Kant’ın Kopernik devrimi, dünyayı “kendinde olduğu gibi” değil, deneyimlediğimiz dünyanın bazı yapısal özelliklerini insan zihnine atfeden idealizmiyle ilişkilendirilebilir. Kant’ın Kopernik devrimi ayrıca onun deneyim metafiziği ile de bağlantılıdır: Metafizik yapmanın yolunun, dünyadan başlamak yerine insan bilmesinin koşullarını araştırmak olduğunu ileri süren bir yaklaşımdır. Bu, dünyadan değil, öznenin kendisinden başlamayı öneren bir değişimi temsil eder.

Peki bu devrimsel dönüşümden sonra metafizik nasıl bir hal alıyor? Metafizik neyi başarmayı umabilir?

Kant’ın Eleştiri eserine, metafiziğin mümkün olup olmadığını ve nasıl mümkün olduğunu sorgulayarak başladığını ve uzay ve zaman dünyası hakkında bazı olumlu metafiziksel iddialar kurmamıza olanak tanıyan bir pozisyon sunduğunu söyledim. Aynı zamanda Tanrı ve ruh gibi aşkın metafizik nesneler hakkında bilgi sahibi olamayacağımızı da savunur. Ancak, Kant’ın bu araştırmayı sürdürürken daha temeldeki amacının insan özgürlüğü meselesi, özellikle de özgürlüğün metafiziksel sorusu olduğu söylenebilir. Özgürlük hakkında, örneğin politik düzenlemelerle ilişkili olarak da soru sorabiliriz, ki bu konuda Kant’ın söyleyecek çok şeyi vardır; ancak özgürlüğün metafiziksel boyutu, doğal dünyada nedensellik hakkındaki düşüncelerimizi ve bilimi nasıl yaptığımızı, eylemlerimizin bize ait olduğu fikrini, bu eylemlerle bizi övmenin veya suçlamanın uygun olduğu fikriyle nasıl uzlaştıracağımızla ilgilidir. Kant, kendimizi ahlaki failler olarak düşünme biçimimizin ve ahlaki nedenleri tanımamızın, güçlü bir biçimde özgürlüğe sahip olmamızı gerektirdiğini düşünür. Ahlaken bir şeyi yapmam gerektiğini fark ettiğimde, bunu yapmamın veya yapmamamın mümkün olduğunu kabul ederim; bu, uzay ve zamanda olan her şeyin evrenin önceki durumları ve doğa yasalarının bir fonksiyonu olduğu fikriyle uyumlu görünmez. Geçmişte yaptığım bir eylem için pişmanlık duyduğumda, bu pişmanlık duygumun bir parçası, söz konusu eylemi yapmamanın da benim için mümkün olduğunu düşünmeyi içerir. Ancak Kant, bilimi nasıl düşündüğümüz ve bilimle ilişkilendirilen metafizik anlayışımızın, özgürlük fikrini tehdit eder göründüğünü düşünür; çünkü bu anlayış, uzay ve zamanda olan her şeyin evrenin önceki durumları ve doğa yasalarının belirlenmiş bir fonksiyonu olduğunu öne sürer.

Dolayısıyla, Kant’ın devrimci metafiziği, özgürlük meselesi etrafında yeni bir soru sorma ve düşünme biçimini de içerir. Bu, bir yandan ahlaki özgürlüğü savunurken, diğer yandan bilimsel belirlenimciliği göz ardı etmeden nasıl uzlaştırılabileceği üzerine odaklanır. 

Ama bu muhtemelen durumun böyle olduğunu bilebileceğimiz bir şey değil, öyle değil mi?

Doğru. Kant’ın açıklamasına göre, insanın metafiziksel özgürlüğü meselesi, hakkında bilgi sahibi olamayacağımız aşkın bir metafizik sorudur. Kant, metafiziksel özgürlüğü, evrenin önceki durumlarının belirlediği bir işlev olmayan, yeni bir nedensellik zinciri başlatma kapasitesini içeren bir şey olarak anlar. Bununla birlikte, bu tür bir nedensellik kapasitesine sahip olduğumuzu bilmenin imkânsız olduğunu, hatta böyle bir kapasitenin ne olacağını ve buna sahip olmanın gerçekte ne anlama geleceğini anlamamızın mümkün olmadığını savunur. Ancak, Kant, aşkın idealizminin, ahlak için gerekli olan özgürlüğü güvence altına almak adına yeterince sağlam bir temel sağladığını düşünür.

Burada şunu unutmamak önemlidir: Kant, hem özgürlüğe sahip olduğumuzu bilemeyeceğimizi hem de özgürlüğe sahip olmadığımızı bilemeyeceğimizi göstermeyi amaçlar. İkincisi, aşkın idealizmin bize ne sağladığını anlamak için kritik bir noktadır. Kant, bilimin ve bilimi anlamlandırmak için gerekli olan metafiziğin, insan özgürlüğü olasılığını dışlama kapasitesine sahip olmadığını gösterebildiğimizi düşünür. Özgürlükle ilgili bu olumsuz iddiayı ortaya koymak, zayıf bir pozisyon gibi görünebilir ve istediğimizden daha az bir şey sunuyor olabilir, ancak aslında oldukça güçlü bir pozisyondur. Birincisi, çünkü birçok kişi Kant ile aynı fikirde olup, bilimin ve bilimi desteklemek için gereken metafiziğin insan özgürlüğünü dışladığını düşündüğünden, bunun böyle olmadığını göstermek önemli bir sonuçtur. Ayrıca, sonuç, Kant’ın özgürlük hakkındaki düşünme biçimi nedeniyle daha da önemli hale gelir: Özgürlük, evrenin önceki durumlarının belirlenmiş bir fonksiyonu olmayan nedensel dizileri başlatma kapasitesini içerir. Kant, olayların uzay ve zamanda doğa yasalarına tabi olarak gerçekleştiği fikrinin, bu güçlü özgürlük anlayışını dışlamadığını gösterebileceğini düşünür. Son olarak, onun olumsuz metafiziksel sonucunun, ahlak hakkında düşündüğümüzde özgürlüğümüzle ilgili sahip olduğumuzu düşündüğü inançlarla birlikte ele alınması gerekir. Ahlaki nedenleri tanıdığımız, insanları övdüğümüz ve suçladığımız, ayrıca insanları eylemlerinden sorumlu tuttuğumuz için özgürlüğe sahip olduğumuza inanıyoruz. Metafizik bağlamında ortaya koymamız gereken şey, bilim gibi görünen bir tehdidi bertaraf etmektir ve bunu, bilim ve metafizikte dünyayı düşünme biçimimizin özgürlüğün nedenselliğini imkânsız kılmadığını göstererek yaparız. Bilimsel ve metafiziksel nedenlerle özgürlüğü dışlama gerekliliğimiz olmadığı için ve zaten akılcı varlıklar olarak hayatımızın merkezî alanlarında ona inanıyoruz, özgürlüğe inanmaya devam etme hakkına sahibiz.

Kant’ın aşkınsal idealizminin bu tür bir özgürlüğün olanağını nasıl güvence altına almayı amaçladığı hakkında birkaç söz söyler misiniz? Özellikle de uzay ve zamandaki her olayın bir doğa yasasına tabi bir nedene sahip olduğunu düşündüğünü göz önüne alırsak? 

Bu oldukça tartışmalı ve üzerinde fikir birliği sağlanamayan bir soru ve Kant’ın aşkınsal idealizmini nasıl anlamamız gerektiği konusunda da aynı derecede tartışmalı ve anlaşmazlık bulunan sorulara dayanır. Benim görüşüme göre, burada kilit noktalar, Kant’ın aşkınsal idealizminin bilimin gerçekliğin tam bir açıklamasını sunduğunu reddetmesi ve bilimin gerçekliğin temel doğasını kavradığını da yadsımasıdır. Bu, uzay ve zamandaki olayların doğa yasalarıyla açıklanmasının hiçbir zaman bir şeyin neden olduğuna dair tam ve yeterli bir açıklama sağlamadığını gösterir.  Kant’ın aşkın metafiziği reddedişinin, ruhlar, Tanrı, monadlar gibi varlıklarla ilgili iddialarda bulunan rasyonalizme nasıl uygulandığını görmek kolaydır; ancak bunun aynı zamanda ampirizme yönelik bir eleştiri olarak nasıl çalıştığını anlamak daha zor olabilir. Kant için önemli olan nokta, ampirizmi ve bilimi doğru yere koymaktır.

Ampirik bilim, uzay ve zamandaki dünyayı açıklar; ampirik felsefe ise bilimsel açıklamanın bütünlüğü hakkında iddialarda bulunarak ampirik bilimin ötesine geçer. Bu tür iddialar, açıkça uzay-zaman dışı, doğaüstü nesneler hakkında olmasa da, rasyonalist aşkın iddialar gibi, deneyimin sınırlarını aşar. Diğer aşkın metafizik iddialarda olduğu gibi, bu tür iddialara o kadar doğal ve kolay bir şekilde yöneliriz ki, bilimin içinde yapılan savlardan (ampirik nedensel açıklamalardan) bilimin hakkında yapılan metafizik savlara geçtiğimiz noktayı fark etmeyebiliriz.

Bu kolay hata, bilimsel açıklamayla dünya hakkında bildiklerimizin, insanın metafiziksel özgürlüğünün mümkün olmadığını gösterdiğini düşünmemize neden olur; aşkınsal idealizm, bu aşkın metafizik hatayı yapmamızı önlemeyi sağlar. Kant’ın duruşunu anladığım kadarıyla, bilimin eksikliğini ciddiye aldığımızda, her olayın bir bilimsel yasaya tabi bir nedeni olduğu fikrinin, geçmişle ve doğa yasalarıyla birlikte yalnızca tek bir mümkün geleceğin olması anlamına gelmediğini görebiliriz.

Bunları okudunuz mu?