Küçük bir gölette boğulan bir çocuk gördüğünüzü ve etrafta yardım edebilecek tek kişinin siz olduğunuzu hayal edin. Gölete girerek çocuğu kolayca kurtarabilirsiniz ancak bunu yaparsanız kıyafetleriniz ve ayakkabılarınız mahvolacak. Yapmazsanız da çocuk ölecek.
Düşünmeye ne hacet, elbette çocuğu kurtarmalısınız. Peki etrafta yardım edebilecek başkaları olsaydı, durum değişir miydi? Hayır. Ya çaresiz çocuk tam önünüzde değil de uzaktaysa, bu bir fark yaratır mıydı? Hayır.
O halde soru şu: Çocuk boğulmuyorsa ama yiyecek, su veya tıbbi tedavi eksikliği nedeniyle ölümcül tehlike altındaysa ve ona yardım edebileceğiniz tek yol bir hayır kurumuna bağış yapmaksa, müdahale etme yükümlülüğünüz daha mı az olur?
Peter Singer böyle düşünmüyor.
Ünlü filozof, “Kıtlık, Zenginlik ve Ahlak” ve 2009 tarihli kitabı Kurtarabileceğiniz Hayat’ta, aşırı yoksulluk içinde yaşayanlara yardım etmek için hayırseverlik yoluyla yardım etmekle boğulan bir çocuğa yardım etmeye eşit derecede mecbur olduğunuzu savunuyor.
Her iki durumda da ahlaki ilke aynıdır: “Neredeyse eşit derecede önemli bir şeyi feda etmeyi” gerektirmediği sürece başkalarının acısını azaltmalıyız. Boğulan çocuk vakasında, kıyafetleriniz ve ayakkabılarınız bir çocuğun hayatı kadar önemli değildir. Hayırseverlik söz konusu olduğunda da, eğer imkânınız varsa, o kıyafet ve ayakkabıların maddi değeri, bir çocuğun hayatını kurtarmak kadar önemli değildir.
Bu temel argüman, kendisini Efektif Altruizm (effective altruism) olarak adlandıran ve giderek büyüyen bir toplumsal harekete ilham kaynağı olmuştur. Efektif Altruistler, harcanabilir gelirin en iyi şekilde nerede kullanılacağını hesaplar ve nispeten varlıklı kişileri sermayelerini bu doğrultuda kullanmaya teşvik eder. En çok destekledikleri kuruluşlar arasında Sıtma ile Mücadele Vakfı (böcek ilacı ile işlem görmüş cibinlikler dağıtmak), Şistozomiyazı Kontrol Girişimi (okullarda parazit giderme programları kurmaya çalışmak) ve Give Directly (aşırı yoksulluk içindeki kişilere koşulsuz nakit transferleri yapmak) bulunmaktadır.
17.000’den fazla kişi gelirlerinin en az yüzde 1’ini bu tür tasdik edilmiş işlere bağışlamayı taahhüt etmiş, 1.000’den fazla kişi ise gelirlerinin en az yüzde 10’unu bağışlamayı taahhüt etmiştir. Özellikle Y kuşağı arasında popüler olan bu hareketi, kimileri “neslimizin yeni toplumsal hareketi” olarak nitelendirmektedir.
Bu tartışma kırk yılı aşkın bir süredir devam etse de, hareketin büyümesinin çoğu son beş yılda gerçekleşti ve bu yıl konuyla ilgili çok sayıda kitap yayımlandı ayrıca popüler medyada da geniş ve olumlu bir yer buldu. How to Be Great at Doing Good, Doing Good Better, Strangers Drowning ve Singer’ın son kitabı The Most Good You Can Do bunlardan.
Fakat Efektif Alturizme herkes ikna olmuş değil. Harekete eleştirel yaklaşanlar genel olarak hayırseverliğin demokratik olmayan doğası, temel kamu hizmetlerini zayıflatma tehlikesi ve hayırseverlik yoluyla kolay elde edilen kazanımların ardından uzun vadede ekonomik kalkınmaya duyulan ihtiyaç gibi konulara dikkat çekiyorlar.
Harekete yönelik sol eleştiriler daha da ileri gidiyor. Örneğin Paul Gomberg, Singer’ın argümanının savunduğu analitik çerçevenin “odak noktamızı siyasi, toplumsal ve ekonomik meselelerden soyut felsefi argümanlara kaydırarak siyasi sessizliği teşvik ettiğini” iddia ediyor.
Dahası, Gomberg’e göre, hayırseverlik yoluyla yoksulluğu başarılı bir şekilde hafifletmek veya köklü sistemik değişim sağlamak için gereken kaynaklar o kadar büyüktür ki, “birini daha fazla yaparken diğerini daha az yapmış oluruz.” Dolayısıyla bunlar, “zamanımızı, enerjimizi ve diğer kaynaklarımızı kullanmanın birbirleriyle rekabet içinde olan yolları” olarak değerlendirilmelidir.
Singer ve Efektif Altruistler, ceza hukuku, göç ve uluslararası ticaret gibi konularda (ılımlı) politika reformlarına yönelik araştırma ve savunuculuk faaliyetlerini desteklediklerini belirterek, “sistemik değişimi sevdiklerini” iddia ediyorlar. Gomberg’in düşündüğü gibi kapitalizme yönelik daha kapsamlı eleştiriler ise elbette, dikkat çekici bir şekilde, “yok”.
Singer’ın cevabı ne mi? “Eğer aradığınız türden bir devrim gerçekleştirme şansı çok azsa, o zaman bazı yoksul insanlara gerçekten yardım etme konusunda daha iyi bir strateji aramalısınız.”
Sosyalist devrimin geleceği hakkında çeşitli spekülasyonlar yapılabilir, ancak Efektif Altruizmin sorunu, dünya çapında yoksulların yaşamlarını iyileştirmenin en iyi yolu konusunda anlaşmazlıktan daha da derinlere uzanıyor.
Temel sorun, hareketin temelini oluşturan burjuva ahlak felsefesidir. Efektif Altruistler, kapitalizmi oluşturan toplumsal dinamikleri soyutlaştırarak onları ahlaki açıdan aklamaktadır. Sonuç olarak bu yaklaşım, dünyanın en acil sorunlarını sermayenin şartlarına göre çözmeyi amaçlayan, hem ahlaki hem de yapısal açıdan hatalı bir analize dayanmaktadır.
Efektif Altruistler, hayır kurumlarını içine para atınca iyilik veren sihirli kara kutular olarak değerlendirir. Yararlı sonuçlar elde etme arzusu, hayır kurumlarına para bağışlamak için bir zorunluluk haline gelir.
Hayırseverliğin analize değer tek yönü, bağışçıların parasının karşılığında ne kadar ‘iş’ çıkarabileceğidir; kurtarılan her can başına maliyet veya kaliteye göre ayarlanmış yaşam yılları. Bu süreçte Efektif Alturistler, önemli toplumsal ilişkileri göz ardı ederler. Böylece hem hayırseverliğin ahlaki boyutunu (ve etkililiğini) hem de başkalarına bağış yapmalarını emretmenin niteliğini bulanıklaştırırlar.
Hayırseverliğin kara kutu temsili, yalnızca potansiyel hayırsever ile önlenebilir bir kötülüğün potansiyel kurbanı arasındaki ilişkiyi gösterir. Aslında, benzetmenin bu kısmı bile aldatıcıdır, çünkü kurtarma kapasitesine sahip bir kişi ile kurtarılmaya muhtaç bir kişi arasındaki bir değiş tokuş ilişkisi varmış gibi gösterir.
Gerçekte, potansiyel hayırseverin elinde sadece potansiyel kurbanı kurtarmak için başkalarına ödeme yapma gücü vardır. Para bağışlamak, hayırseverin ihtiyaç sahibi bir kişiyi kurtarabilmesinin başlıca yolu haline gelir; para transferi olmadan kimse kurtarılamaz.
Etkili Altruizmin ikircikli yanı, bireyleri paralarını, bunlara çaresizce ihtiyaç duyanlar için gerekli olan şeyleri temin etmek için kullanmaya çağırırken, bu ihtiyaçların nasıl üretilip dağıtıldığını belirleyen sistem hakkında hiçbir şey söylememesidir.
Başkalarının çaresizce ihtiyaç duyduğu kaynakları üreten ve dağıtan kurumlara baktığımızda, ücret ve kâr uğruna bu kaynakları başkalarından esirgemek yanlış mıdır diye sormamız gerekir. Bunun ahlaki açıdan kınanacak bir şey gibi görünmesinin yanı sıra Efektif Altruistlere göre tam olarak aynı sebepten ötürü hayır kurumlarına bağış yapmamak da ahlaki açıdan kınanacak bir şeydir: Bir insan hayatı veya asgari yaşam standardından daha az bir miktar paraya (veya bununla satın alınabilecek şeylere) daha fazla değer vermek ahlaka aykırıdır.
Bu şekilde, Efektif Altruizm argümanı, kapitalist birikimle olan doğrudan çelişkisine hiç değinmeden, bariz bir ahlaki gerçeği göz ardı etmektedir: Para ve ahlaki bilince sahip kadınlar ve erkekler olarak, hayata bir paha biçemeyiz, ancak sermaye mantığıyla yönetilen bir sisteme katılan bireyler olarak, bunu yapmak zorundayız.
Absürt sonuç ise, Efektif Altruizmin, temel ihtiyaçlar için piyasanın talep ettiği her türlü bedeli ödemeleri için bireyleri ahlaki gerekçelerle ikna etmesidir. Bu gerekçeler, söz konusu ihtiyaçların kapitalist piyasa mantığına tabi tutulmasını tamamen reddeder.
Bu, boğulan yabancıyı kurtarma varsayımıyla hayır kurumuna bağış yapmak arasındaki temel farktır. İlkinde, bizim için maliyet sadece özel fırsat maliyetidir, suya atlayarak kıyafetlerimizi ve ayakkabılarımızı bilerek kirletiriz. İkincisinde bizim için maliyet ise, kapitalist kurumların kurtarma için gerekeni sağlamanın koşulu olarak talep ettiği şeydir. Bu gözden kaçırmayı besleyen kusurlu analitik çerçeve, hayırseverliğin kara kutu kavramının ötesine geçerek, Efektif Altruizmi canlandıran burjuva ahlak felsefesini maskelemektedir. Bu sadece sermayeyi soyutlamakla kalmaz, aynı zamanda kapitalizmin işleyiş kurallarını doğanın dayattığı kısıtlamalara dönüştürür.
Böylece boğulan yabancı analojisi çok farklı bir anlam kazanır: Çaresiz çocuk, sermayenin demokratik olmayan bir şekilde ürettiği veya sahip olduğu ve dağıtım koşullarını belirlediği bazı hayati ihtiyaçlara (yiyecek, temiz su, tıbbi tedavi vb.) ihtiyaç duyar. Sermaye, onu temsil edenler aracılığıyla, boğulan yabancıyı en az üç şekilde yüzüstü bırakır.
İlk olarak, sermaye aslında tehlike altındaki yabancının ihtiyaç duyduklarına sahiptir. Çoğu birey genellikle sadece kendileri ve aileleri için gerekli olan şeylere sahipken, sermaye birikimi mantığına bağlı kurumlar, bireylerin hayatta kalmak için satın almaları gereken neredeyse tüm gerekli şeylere toplu olarak sahiplerdir.
Böyle bir düzenlemenin karşı çıkılabilir sonuçlara yol açması hiç de şaşırtıcı olmamalıdır. Burada bunlardan sadece birini görüyoruz: Sermaye, yeterli ödeme almadıkça boğulan yabancıyı ölüme terk edecektir. Ne yaparsak yapalım, sermayenin tutumu aynı kalır: Boğulan yabancının hayatı, hayat kurtarma gerekliliğinin maliyetine değmez. Dahası, sermayenin kurtarmaya katılımı, bundan kar elde etme olasılığına bağlıdır.
Sermaye için bu, sadece bir başka alışverişten ibarettir – ve neden böyle olmasın ki? Bu ilke, hayatı sürdüren temel ihtiyaçların her değiş-tokuşunda dolaylı olarak vardır; yalnızca biri onları karşılayamadığında açıkça ortaya çıkmaktadır.
İkincisi, sermaye “boğulan yabancılar” yaratır. Şirketlerin satın alma gücü çok az olan veya hiç olmayan kişilerden kâr elde edememesi, bu kadar çok yoksul insanın kendilerini kurtaracak hayırseverlere ihtiyaç duymasının nedenidir.
Ancak alım güçleri, çoğunlukla sermayenin onların emeğine olan ihtiyacı tarafından belirlenmektedir. Yoksulluk içinde yaşayan insanlar topluma önemli katkılarda bulunma kapasitesine sahip olsalar da, işletmeler veya neoliberal devletler için onlara bununiçin yeterli miktarda bir ücret ödemek genellikle kârlı değildir.
Ayrıca, sermayenin temel ihtiyaçları bir meta haline getirmesi, kaynakların nasıl dağıtılacağını belirleyerek tüm nüfusun kendi kendine yetebilmesine doğrudan zarar vermektedir.
Örneğin, hayır kurumları ve Efektif Altruistler küresel yoksulların gıdaya ne kadar çok ihtiyaç duyduğunu kamuoyuna duyururken, sermaye onların verimli topraklarını ele geçirip, kontrol altına alıyor ve bu toprakları, daha yüksek gelir elde etmek için zenginlere satılabilecek ürünler yetiştirmek için kullanıyor. Bu tarım uygulamaları zaten kıt olan su kaynaklarını tüketiyor ve bu kaynakları aşırı tüketmeye devam edecek gibi görünüyor; kitlesel yok oluş ve küresel iklim değişikliği gibi ekolojik yıkımlardan bahsetmeye bile gerek yok.
Bu arada, sermaye, yasadışı finansal akışlar, vergi kaçakçılığı, borç servisi ya da küresel kapitalist sınıfa avantaj sağlayan ticaret politikaları gibi yollarla “gelişmekte olan ülkelerden” yılda yaklaşık 2 trilyon dolar kazanç elde etmektedir.
Gelişmekte olan ülkeler ve bu ülkelerin halklarının bu gelir ve kaynakları kaybetmesi, sermayenin kazancıdır. Bireylerin kendilerini beslemek gibi temel ihtiyaçlarını karşılama yetenekleri, kazananın yerel kaynakların nasıl kullanılacağını belirlediği küresel pazarda diğerlerini geride bırakma yeteneklerine bağlı hale gelmektedir.
Hükümetlerin gelir kayıpları ve bu koşulların tetiklediği yapısal uyum programları, sıtma ile mücadele programları gibi temel hizmetlerdeki kesintileri meşrulaştırmak için kullanılıyor. Bu programlar, Efektif Altruistle’in en sevdiği hayırseverlik amaçlarından biri olmasına rağmen, tahmin edilebileceği gibi on binlerce kişinin ölümüne yol açıyor.
Sermayenin temel ihtiyaçların metalaştırılması konusundaki ısrarından kaynaklanan bu dinamikler, milyarlarca insanı boğulmakta olan yabancılara dönüştürür ve her şeyden önce sürekli çoğalan hayır kurumlarına olan ihtiyacı doğurur.
Son olarak, yukarıda bahsedilen her şey, sermaye karşıtı bir kişinin sisteme müdahale etme yeteneğini kısıtlamaktadır. Sermayenin egemenliğini sorgulamanın dışında, sermaye karşıtı bir kişinin elindeki tek seçenek, hayır kurumlarına bağış yapmak –böylece temel ihtiyaçlardan elde edilen kârı finanse etmek– ya da ihtiyaç sahiplerini görmezden gelmektir.
Sermaye birikimini desteklemenin çoğu insan için başkalarına şefkat göstermek için tek kolay yol haline gelmiş olması, çarpık bir durumdur. Hayırseverlik son derece etkili olsaydı bile, ki değildir, mütevazı bir miktar para ile başka bir insanın hayatı arasında seçim yapmak, bir seçim değildir. Ancak kapitalistler çoktan seçimlerini yapmış ve dünyayı buna uygun hale getirmiş oldukları için, bizler bu seçimle karşı karşıya kalıyoruz.
Singer gibi Efektif Alturistler, analizlerini bu dinamiklerin yarattığı ahlaki ikilemlerle sınırlandırırlar. İşte Efektif Alturizmi özellikle zararlı kılan da budur.
Bu yaklaşım, kısıtlı sosyal kelime dağarcığı ve olaylardan sonra ortaya çıkan ahlaki ikilemlere odaklanan dar görüşlü yaklaşımıyla, en acil sorunlarımız hakkında son derece hatalı bir anlayış ortaya koyuyor ve sermayeye yöneltilmesi gereken eleştiriyi, az da olsa harcanabilir gelire sahip herkese yöneltiyor.
Görünüşe göre sorun, kapitalizmin ahlaksız ilkeleri kurumsallaştırmasının milyarlarca insanı yoksulluk içinde bırakması ve yüz milyonlarca insanın gıda, su, barınma ve temel tıbbi bakım gibi yaşamsal gereksinimlere ihtiyaç duyması değil.
Bunun yerine, sorun, nispeten varlıklı bireylerin, bu ihtiyaçları olan yüz milyonlarca insan için kapitalist sınıftan bu ihtiyaçları satın almamış olmalarıdır; nispeten zenginler, paralarının ne satın alabileceğini bilmemeleri ya da tüketim toplumunun karşısında iradelerinin zayıflığı nedeniyle “lüks içinde yaşayıp diğerlerinin ölmelerine göz yummuşlardır”.
O halde çözüm, paranın satın alabileceği şeylerin farkındalığını artırmak ve bir “bağış kültürü” oluşturmaktır. Ancak sunulan çözüm, bu sorunları ele alma çabasını kişisel harcama alışkanlıklarının eleştirisinden öteye götürmez.
Tüketici satın alımlarına yönelik bu eleştiri, teorik olarak sermayeye yönelik bir eleştiriyle uyumludur fakat pratikte hiçbir fark yaratmaz. Efektif Altruizmin hedef kitlesi, yani nispeten varlıklı kesim, bir argüman olmadan genellikle ilkinden ikincisine geçmez. Bu durum, hangi önerileri ne şekilde sunacağımızı belirlememizde bize yol göstermelidir.
İş dünyasına sınırsız özgürlük tanınması, absürt ve istenmeyen sonuçlar doğurur. Örneğin, Singer’ın son kitabında, iyi niyetli ve zeki genç yetişkinlere, hayırseverlik ve lobicilik yoluyla başarabilecekleri şeylere göre kariyer seçmeleri tavsiye edilmektedir.
Efektif Altruistlerin en nihayetinde üç seçeneği vardır:
(a) “Dünyayı kurtarmak için Wall Street’e katılın” mantığıyla hareket ederek “bağış yapmak için para kazanmayı” hedefleyen kazançlı bir kariyer peşinde koşmak.
(b) Efektif Altruizmci gruplar da dahil olmak üzere yüksek etkili hayırsever organizasyonlar kurmak veya bunlar için çalışmak.
(c) Sermayeye uyumlu dar bir araştırma, politika veya savunuculuk işleri yelpazesinde çalışmak.
Bu sırada, kapitalist sınıf en güçlü kurtarıcımız haline gelirken, bunun arkasındaki ahlak felsefecileri, “yoksulluğu sona erdirmek için şimdi harekete geçmek” ve “yapabileceğiniz en iyi şeyi bulmak” gibi iddialarla hayır kurumlarının muhasebecileri ve pazarlamacıları haline gelirler.
Bu sinsi durum, Efektif Altruizmin temelini oluşturan tartışmasız ahlaki ilkeyi tutarlı bir şekilde uygularsak önlenebilir: Önemli bir şeyi feda etmeden yapabileceğimiz durumlarda başkalarına yardım etmeliyiz.
Efektif Altruistler, önerilerini savunurken genellikle bu ilkeyi açıklayan etkili filozofları ve dini figürleri örnek gösterirler. Bunlardan biri, Konfüçyüsçü geleneğin en önde gelen yorumcusu Mencius’tur. Mencius’un Liang Kralı Hui ile yüzleşerek şöyle dediği rivayet edilir:
“Yollarda açlıktan ölen insanlar var, ama sen tahıl ambarlarındaki erzakları onlara dağıtmıyorsun. İnsanlar öldüğünde, ‘Bu benim suçum değil, yılın suçu’ diyorsunuz. Bunun, bir adamı bıçaklayıp öldürdükten sonra ‘Benim suçum değil, silahın suçu’ demekten ne farkı var?”
Bu alıntıda ima edilen ilke, düşük miktarda harcanabilir gelire sahip olanlara uygulanmaz; eğer genel olarak uygulanırsa tabii. Bu ilke, tıpkı kral gibi, başkalarının yaşamak ve asgari yaşam standardını sağlamak için ihtiyaç duydukları şeyleri kontrol etmeyi meslek edinen kapitalist sınıfın üyelerine doğrudan uygulanabilir. İnsanlar yiyecek, temiz su ve tıbbi bakım eksikliğinden öldüğünde, kapitalist sınıfın üyeleri “bu benim suçum değil, piyasanın suçu” derler.
Bireysel tüketicilerin milyonlarca insanın temel geçimini nasıl sağlayabileceğini sormak yerine, yalnızca kârlı olduğu sürece sefaleti ve açlığı durduran bir ekonomik sistemi sorgulamalıyız. Yalnızca bireyselleştirilmiş bir “bağış kültürü” yaratmak yerine, kapitalizmin kurumsallaşmış yağmacılığını sorgulamalıyız.
Sermayenin kendi yarattığı sorunları ele almak için ortaya koyduğu koşulları veya bunları önceden varsayan sözde ahlaki zorunlulukları kabul etmek zorunda değiliz. Aksine bu koşulları tamamen alt üst edebiliriz.