Nasıl dersek diyelim; önümüzde gerçekten kaybolunmuş bir zamandan geriye dönüş meselesi var. Her türlü var olmama hâlinden sonra geri dönüşün yarattığı karmaşıklığın acı verici doğası ile karşı karşıyayız. Geri dönüş fiziksel dünyada işaretlenebilen işaretlerle yaşandığında öznesi onu nispeten daha kolay kateder. Söz konusu ruhsallığın dehlizlerinden bir geri dönüş başladığında her şey görünmezdir. Adım adım dönülen bir yolun katedilmesinden çok ilmek ilmek yaratılan bir yolla geri dönüş söz konusu olur. Bir madde kullanıcısı madde etkisi altında geçirdiği zamandan sonra bir geri dönüş yoluna girdiğinde asla direkt olarak şimdiki zamana çıkmaz. Geri dönüşü zorlaştıran budur. Buna zamansızlıktan zamana dönüş de diyebiliriz. Narsisizmin pençesine düşmüş bir özne içinde bulunduğu sonsuz zamansallıktan yeniden sınırlı zamansala dönüş yapmaya çalıştığında tahrip ettiği yılları birer birer kayıp olarak adımlar. Tahrip edilmiş zamandan onarılmış zamana yolculuk Odysseus’un geri dönüşünü andıran zorluklarla doludur. Her türlü durumda geri dönüş yolunda bütün kayıp zamanı katetmek gerekir. Bugüne çıkışın yolu buradan değil, kaybolduğumuz yerden başlar. Kaybettiğimiz zamanı bir kere daha başka bir zamanla telafi etmeye zorlanırız.
İnsan sadece gerçekliğe müdahale etmekle kalmaz, aynı zamanda gerçekliği duymaya, düşünmeye, görmeye, hissetmeye yarayan mekanizmasına da müdahale eder. Gerçekliği kaybettiğim o yıllardan, kaybettiğim gerçekliğe dayanabilmek ve devam edebilmek için, onu bana ulaştıran, algılamamı sağlayan, mekanizmamı da kaybederim. Acımla baş edebilmemin yolu acımın bana ulaşmasına dahi engel olmamdır. Bunun için de bana acıyı ulaştıran mekanizmamı da nefretle yok ederim.1W. R. Bion (2013). Wilfred Bion: Los Angeles Seminars and Supervision (1st ed.) (J. Aguayo, & B. Malin, ed.), Karnac, s. 69. Gerçekliği bana ulaştıran bu mekanizmamı da bozduğum için sonradan olan biten şeyleri muhakkak çarpık bir şekilde alırım. Gerçeklikten kaçtığım yolun gözlükleri ile gerçekliği almaya devam ederim. Bugün bakışımı değiştirmeye çalıştığım noktada nereden bakarsanız bakın, önümde yeniden gözden geçirmem gereken birikmiş gerçekliklerimle yüz yüze gelirim. O gerçekliklerinden hepsinden geçmeden kendime de ulaşamam. Zorluk tam olarak budur. Proust kayıp zamanın izinde yakalanan zamana doğru bir anda çıkmaz, madlen’i daldırdığı çay bardağından ortaya çıkan o art arda dizili tüm zamanları katettiğinde sonunda oraya çıkar. Bu metaforun kendisi tam da iç dünyasına yönelen öznenin başına gelmez mi? Geçmiş ona çok meraklı olduğumuz için girdiğimiz bir yer değil, mecburi bir duraktır. Tıkanma orada, yara orada açıldığı için yolculuk oraya da yönelir. Başka bir deyişle bugüne gelişin yolu zorunlu bir şekilde geçmişten geçmek zorunda kalır. Kaybımız kaydedilmezse bile geçmişimize düşer, her türlü tarihsel meramımız da o geçmişten geçer.
Bu da bizi aynı zamanda yaşadığımız her yolun yanında yaşamadığımız ve potansiyel olarak duran bütün diğer yaşanmamış zamanların yasına da getirir. Bizi onları bırakamaz hâle getiren; ayrıldığımız o diğer sevgiliyi, yapamadığımız çalışmalarımızı, tutamadığımız arkadaşlıklarımızı içimizde bir sızı olarak bırakan bu yaşanmamış yolların da bizimle birlikte yol almasıdır. Yanı başımızda bizimle birlikte büyüyen, ama yaşamadığımız için asla ve asla nüfuz edemediğimiz, varlıklarını bildiğimiz eşlikçilerimize dönüşürler. Zihnimizde tutunduğumuz geçmişimizin hep burada olmasının nedeni o kaybı kabullenemediğimizden temel alır. O yola bir daha girmenin imkânı yoktur. Bu saatten sonra insan sadece o yolla yolunu ayırabilir. Yollar geleceğe doğru çatallanırken bunların birinde kendimizin düşmanı oluruz.2“Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben sizin düşmanınızım.” Bkz: J. L. Borges (1995). Yolları Çatallana Bahçe (F. Özgüven, Çev.), Can Yayınları, s. 46. Çünkü kayıpları birer ilişki yapan şey bizim onlarla ilişkimizi devam ettirmemizdir. Bırakılmayan her kayıp, tutunulan her anı bir ilişkidir. Aynısı nefret için de geçerlidir. Nefretin bir bağ olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Nefretimizin nesnesi ile her an birlikte oluruz, onu içimizde taşır, günlük hasbihâlimizi yaparız. Bu ona yönelik fantezilerimizde uyguladığımız şiddet olduğunda da böyledir. O bizim biricik nefret nesnemizdir, onu öyle bırakamayız.
Geri dönüşün yürüdüğü patika imkânsızlık duygusu ile döşelidir. Bu zorluğu kabul etmeyen her türlü geri dönüş çabası sabrını da sebatını da bulmakta zorlanır. İmkânsızlığı ortaya çıkaran şey tam da sabır ve sebat duygusunun da zarar görmüş olmasıdır. Yolun devam eden döngüsünde adım adım bu kapasiteler de onarılmak zorundadır. Hareketimizde sabrımızı da meydana getiririz. Paradoks tam da burada çıkar. Yola çıkmak, yolda kalmaya devam etmek için ihtiyaç duyduğumuz şey zaten bizim sahip olamadığımızdır. Onu da yolda oluşturmamız gerekir. Bebek yürümek ister ama yürümeyi öğrenmesi için de önce yürümesi gerekir. Yürüyerek yürüme öğrenilir. Yürümek yürünerek adım adım oluşur, gelişir. Ruhsal olan için de söz konusu olan bu tür bir inşadır. Biri bize gerçeği söylesin biz de alalım ve yolumuza devam edelim isteriz. Gerçek öyle söylendiğinde bizim onu alacak, duyacak, görecek, hissedecek kapasitelerimiz tam teşekküllü oluşmamışlarsa, çalışmıyorlarsa alamayız. İstesek de alamayız. Hatta ondan zarar görürüz.
Bion, Oidipus’un gerçeği her ne pahasına olursa olsun bilmeye çalışmasını küstahlık olarak okur.3W. R. Bion (2017). Tereddütlü Düşünceler. (N. Güngörmüş Erdem, Çev.), İstanbul: Metis, s. 111. Oidipus kahin Tiresias ve daha sonra da annesinin uyarılarına rağmen kendi deyimiyle ne olursa olsun gerçeği ortaya çıkarmaya çalışır.4Sophokles (2010). Kral Oidipus, (B. Tuncel, Çev.), İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. Sonunda oyun ilerlediğinde, hikâye açıldığında Oidipus gerçeği görmeye dayanamaz. Gözlerini kör eder. Hazırlıksız, bir şok şeklinde, bildiği gerçekliğin çok ötesinde bambaşka bir gerçeklikle karşılaşır. Oidipus’u sonrada da, Oidipus Kolonos’ta dâhil, huzura ermiş göremeyeceğiz bir daha. O yüzden eğer biri gerçekten gerçeğin peşinde ise ondan aynı zamanda korkar, endişe içinde, zorluklarla ilerler. Kendinden emin bir şekilde gerçeği bilmek istediğini sanmak hayra alamet değildir. Aynı trajik durumu Andor dizisinde Syril Karn karakteri için görürüz. Başarılı olmaya, yükselmeye kendini adamış, doğruyu yapmaya çalışan bir karakter olarak kendisinden büyük bir çarkın dişlileri arasında fark etmeden sonunda ezilir. Yaptığı, yolunda yürüdüğü sistem tarafından tüketilir. Bildiği gerçeklik ile onu saran gerçekliğin makası sonunda açıldığında ve ona görünür olduğunda Syril mutlak bir trajik kahramana dönüşür.
Oidipus, Bion’a göre, aynı zamanda dört dörtlük bir bilimsel tutum içinde, bedeli ne olursa olsun sonuna kadar doğrunun peşinden giden tutumdur. Oidipus bilimsel yöntemin merak duygusunun korkuya baskın gelen halidir.5W. R. Bion (1963). Elements of Psycho-analysis. London: William Heineman-Medical Books, s. 49. Oidipus sorgulamaktır. Syril Karn da adalet ve doğruya doğru meylederken, bildiğinden şaşmaz bir şekilde ilerlemeye çalışır. Haruki Murakami’nin Sahilde Kafka romanında Aristoteles’e dayandırılarak dile gelen bir yoruma göre bizi trajik bir duruma sürükleyen, trajediye götüren şey eksikliklerimiz, kusurlarımız değil tam tersine meziyetlerimiz ve iyi yanlarımızdır.6H. Murakami (2005). Sahilde Kafka (H. C. Erkin, Çev.), İstanbul: Doğan Kitap, s. 279. Murakami devam ederek Oidipus’u da trajediye götürenin tam da bu özellikleri olduğunu ekler. Nihayetinde Oidipus babasını ölümüne sebep olmamak için kendinden vazgeçip evden kaçarak, yarı yol ağzından onu öldürmeye çalışanları öldürerek, Thebai’nin başına bela olmuş canavar Sphinks’i yenerek şehrin kralı olur. Meziyetleri sayesinde trajedisine doğru adım adım ilerler. Syril Karn da işinde, gücünde, doğruyu yapmaya çalışan bir memurdur.
Bir ara not olarak; Bion aynı anda görünür olan küstahlık ve merak duygusuna eşlik eden bir şey daha tanımlar. O da aptallıktır.7W. R. Bion, Tereddütlü Düşünceler, s. 112. Oidipus o güne kadar olan bitenden nerdeyse hiç şüphelenmez. Araştırma sürecinde de gerçeği kendisinin dışında bir yerde arar. Syrill Karn da dizide her ne olursa olsun sadece öteki tarafa odaklanır. Gerçeklik ona açılana kadar kendini ve yaptıklarını sorgulamaz. Uğruna savaştığı sistemi tek doğru kabul eder. Kendisinden daha büyük bir dişlinin çarkları arasında yol aldığını da fark etmez. Bunu anladığında iş işten geçmiş olur. Aptallık her iki hikâyede de böylece kibir ve merakın yanında yerini alır. Bion aynı yerde aptallık, kibir ve merak üçlüsünün bir arada olmasını, dağınık bir şekilde aralarında bir bağın olmamasının asıl nedenini, psikolojik bir felakete bağlar. Buradaki önemli nokta arlarındaki bağlantı değil, onları bir arada tutan bağlantısızlıktır. Bir yandan kibir, bir yandan merak diğer yandan aptallık hepsi bir arada parçalanmış bir ruhsallığın alametleridir.
Hayatını öfkeden, nefretten, incinmeden, anlamsızlıktan harcayan bir özne sonunda geri dönmek istediğinde aşması gereken bin bir engelle karşılaşır. Her şeyi yeni baştan kurmak zorunda kalır. Kant’ın dünyayı anlamak isteyen birinin öncelikle dünyayı kendi iç dünyasında kurması gerekir derken işaret ettiği gerçeklik, söz konusu ruhsallık olunca da geçerlidir. Ruhsal olan tuğlalardan oluşan bir duvar gibi örülür, biz sadece bunu yaparken asla fark etmeyiz. Aynı durum Foucault’nun benliğin bakımı (epimeleisthai sautou) ile benliğin bilgisi (gnothi seauton) arasında getirdiği ayrımda da belirir.8M. Foucault (1997). Ethics: Subjectivity and Truth (R. Hurley and Others). The New Press New York, s. 226. Ona göre Descartes’a kadar uzanan benliğin bilgisi için öncelikli olarak benliğin bakımı dediği şey gereklidir. Bu da öznesini bir dizi somut hareketle gerçeği olduğu gibi almaya açacak şekilde hazırlama yoludur. Özne böylece hakikat için öncelikle kendini hakikati almaya bir dizi dönüştürücü edimle hazırlar. Böylece zamanı geldiğinde hakikati alabilir hâle gelir.
Okumak da aynı düsturla yol alarak oluşur. Anlamayı beklemeden, bir şeyi her şeyden önce baştan sona bir kere okumak gerekir.9W. R. Bion (2014). Yaşayarak Öğrenmek, (T. Güvenir, L. İ. Ekin, Çev.), İstanbul, s. 16. Anlamak da oluşarak zamanla meydana gelir. Okuduğumuz anda anlamak nadirdir. En zor olan metni de okumanın ilk kuralı, anlamanın da oluşmasına izin vermek, ona sabretmek ve anlamadan okumaya katlanmaktır. Tam da o katlanma hali adım adım anlamı oluşturacaktır. Önce okumanın hareketi sonra anlamı gelir. Okuduklarımızın anlamını bir çocuğu büyütür gibi büyütürüz. Onun gelişmesine izin veririz. Sonunda bir yerde anlamaya başlarız, ama bu ancak zamanla olur. Fakat paradoks hiç anlamadan okumaya devam etmekte kendini gösterir. Anlamadığımız zaman sıkılırız, boşunalık duygusu yükselir, kafa karışıklığı yaşar, başımıza ağrı girer ve devam etmek istemeyiz. Bu tür duygulanımları bir sıkıntının işareti olarak görürüz. Hâlbuki bu belirsizlik, kafa karışıklığı, hissedilen rahatsızlık tam da doğru yolda olduğumuzun göstergesidir. Yapmamız gereken tek şey buna dayanmaya çalışıp, sabrımızı ve sebatımızı koruyup, devam etmektir.



