Dijital Kapitalizm Kâbusundan Çıkmak

Deleuze ve Politik

Kapitalizm, ekonomik makinenin özerkliği içinde eriyen bir toplumun kalıcı “kâbusu”dur. İnsanların arzulama gücü, tavsiyelerine uyduğumuz müzakere organları haline gelen sermaye makineleri tarafından ele geçirilmiştir.
Okuma listesi
Redaksiyon:
Philosophie magazine
Özgün Başlık:
Sortir du cauchemar du capitalisme digital avec Deleuze : entretien avec Frédéric Neyrat
4 Aralık 2024

“Deleuzecü siyaset” denince akla genelde bir cümle gelir: “Solcu olmak, önce dünyayı, sonra ülkeyi, sonra yakın çevreyi ve en son kendini düşünmektir; sağcı olmak ise bunun tam tersidir.” Sizce de bu iyi bir özet mi?

Deleuzecü politik felsefeye iyi bir yaklaşım bu, çünkü iki farklı dünyagörüşü arasında bir ayrım çizgisi çekmeyi mümkün kılıyor ve bu, iki farklı siyasi perspektif doğuruyor. İlki, bireyi bir sonuç, yani dünyadan kaynaklanan bir etki olarak ele alırken, diğeri bireyi bir neden, egemen bir başlangıç noktası olarak görür; birey, kendi kaderine, çıkarlarına ve güvenliğine odaklanır. Eğer ikinci perspektif sağcı olarak nitelendiriliyorsa, bunun nedeni “ben”i bir başlangıç noktası ve ilke olarak alması ve bu durumun “ben-olmayanı” (le non-soi); ötekini, yabancıyı, azınlık yaşam biçimlerini temsil edenleri, kuir bireyleri ve diğerlerini bir engel, bir sorun olarak tanımlamaya yatkın olmasıdır. İnsan kendinden, kimlikten yola çıktığında, “ben-olmayan” keyif kaçıran, her şeyi kusursuz bir şekilde “ben” için düzenlemeyi engelleyen bir unsur haline gelir. “Ben-olmayan” sağ siyasetin arzuladığı dünyayı yaratmasını engelleyen şeydir. Sağ siyasetin üretmek istediği dünya, kendisi için, kendi ayrıcalıkları uğruna bir dünyadır; mülk sahibi, zengin, beyaz veya etnosentrik olarak egemen bireyin arzularının asla karşı konulamayacağı bir dünya. Bu anlamda, sağ siyasetin narsist olduğunu söyleyebiliriz, buna karşılık sol siyaset yalnızca kozmopolit olabilir.

“Her şey politiktir” der Deleuze. Bu, Alain Badiou’nun önerdiği gibi, siyaseti “kendi için düşünülmesi gereken bir şey” yapmayı engellemez mi?

“Her şey politiktir” ifadesi, gerçekten de, siyasi eylemin, militanlığın veya aktivizmin özgüllüğünü iptal eden bir açıklama gibi görünebilir. Badiou, siyaseti kendi için (pour soi) bir düşünce olarak ele almanın, onun “hakikatler” üretim rejimine ve bu hakikatlerin siyasi düşünceyi yaşamlarının bir boyutu haline getiren “öznelere” sahip olmanın önemini vurgulamıştır. Ancak “her şey politiktir” (tout est politique) ifadesi başka bir şekilde, siyaseti, olduğunu sandığımız yerin ötesinde aramaya bir davet olarak da yorumlanabilir. Örneğin, Guattari ve Deleuze’ün geliştirdiği “mikro-faşizm” fikrini düşünürsek, faşizmi yalnızca bir ideoloji veya devlet pratiği olarak görmek yerine, onu dürtüler düzeyinde, devlet altı öbekleşmelerde (agencement), aile ortamında, iş yerinde, rüyalarda, dil ve gramerde iş başında görmek gerekir. “Her şey politiktir” bu durumda şu anlama gelir: Varlığın, bireysel ya da birey-altı seviyede herhangi bir unsuru (élément), kozmosun herhangi bir elementi, güneş, bakteri, asteroit veya su birikintisi olsun, siyasi söyleme konu olamayacak herhangi bir unsur yoktur. Bu, tamamen bu unsurun diğer unsurlarla nasıl bir öbekleşme içine girdiğine bağlıdır. Bu bağlamda, kişisel olan da politiktir; örneğin ev kadınlarının emeğinin patriyarka tarafından görünmez hale getirildiğini anlamamız bu kapsamda değerlendirilebilir.

Deleuze nasıl oluyor da her şeyin politik olduğunu iddia ediyor?

Bu, Deleuzecü ontolojinin kalbinde yer alır. Guattari’de olduğu gibi Deleuze’de de her zaman “bütüne/her şeye” (tout) felsefi bir çağrı vardır: Her şeyden önce, düşünmeye çalıştığımızda, şeylerin spektrumunu olabildiğince açmalıyız, her şeyi/bütünü almalıyız. Ancak her şeyi aldıktan sonra ayrımlar (différences) oluşturursunuz. Yani Deleuze ve Guattari “her şey üretimdir” diyor, doğa üretir ve teknolojik üretim bunun devamıdır, doğa ve teknoloji arasında ontolojik bir ayrım noktası yoktur ve biz de kolayca “her şey doğadır” diyebiliriz. Düalizm spektrumunun tam olarak karşı ucunda bulunuyoruz, Deleuze ve Guattari’nin ‘modernite’nin büyük bölünmelerine saldıran çağdaş ekolojik ve antropolojik düşünce tarafından bu kadar iyi ele alınmasının nedeni de işte budur (Latour, Descola ve ekofeminizmi düşünün). Arzulayan üretim ve toplumsal üretim (production désirante et production sociale) aynı “doğaya” sahiptir. “Toplumsal alan arzu tarafından doğrudan katedilir; arzu onun tarihsel olarak belirlenmiş ürünüdür. Dolayısıyla, eğer toplumsal olanda arzu ve arzuda toplumsal olan varsa, eğer “sadece arzu ve toplumsal olan varsa ve başka bir şey yoksa”, bu, “her şeyin” aynı “rejime” göre üretildiği anlamına gelmez. Toplumsal olan bir yandan bir kurum, bir okul, bir mahkeme, bir devlet ya da bir isyan makinesi olacak kadar farklılaşırken, diğer yandan arzu, bir “organsız beden” (corps sans organe) olma noktasına kadar farklılaşır, yalnızca kendisine karşı sorumlu olan ve yalnızca “anti-üretimi”, yani tüm üretkenliğin sonunu, bir ölüm biçimini ya da ölüm biçimleriyle oynayan ve deliliği riske atan bir yaşam biçimini arzulayan bir varlığa delalet eder. Ancak bu fark mutlak değildir, çünkü üretim arzusu elbette devrimci siyasette ve onun dolaysız ütopyasında her zaman iş başındadır. Böylece Mayıs 68, doğrudan, 20. yüzyıl tarihinde arzu ve toplumun bir “devrimci oluş” (devenir révolutionnaire) içinde birleştiği o kavşaklardan birine işaret eder.

Madem toplumsal olan arzunun üretimiyle şekillenir, arzu neden “kendi bastırılmasını arzular”?

Arzu kendi bastırılmasını arzulamaya başladığında, bunun nedeni işlerin kötü, çok kötü gitmesidir, çünkü arzu için bu, kendini ortaya koyma gücünü, düzenlemelerini, senaryolarını ve kendisi için yarattığı durumları inkâr etmek anlamına gelir. Deleuze’ün, yönetmen Antonioni’den ödünç aldığı deyişle, Eros hasta. Deleuze, her Spinozacı gibi, olumsuzluğa, olumsuzun özerk gücüne inanmaz. Bu nedenle Deleuzecü felsefede olumsuzu bir arızadan başka bir şey olarak, olmaması gereken, gerçekleşmemiş olması gereken bir şey olarak anlamakta her zaman güçlük çekilir. Dolayısıyla bastırmanın (répression) kendisi her zaman yolunda gitmeyen bir üretim olarak anlaşılmalıdır.

İşler neden ters gider?

Moleküler, öngörülemez, rastlantısal düzeyde, ‘varlığın hakikatine’ (vérité de l’être) en yakın düzey diyebileceğimiz, arzulayan makineler düzeyinde, yalnızca olumlama, yalnızca evet vardır. İkincil, toplumsal ve artık sadece arzulayan öbekleşmeler düzeyinde bir şeyler yanlış gidebilir, toplum, oluş’u engelleyebilir. Moleküler düzeyde, istatistiksel düzenlilik düzeyinde, katmanlaşma (stratification) (tabakalaşmalar, pıhtılaşmalar, tortulaşmalar, kıvrımlar” (accumulations, coagulations, sédimentations, plissements)), kodlama, ve arzulayan üretimi, oluşun akışlarını düzenleyen, organize eden, yapılandıran, katılaştıran, zorlayan yeryurtlulaştırma (territorialisation) süreçleri vardır. Arzulayan makineler, “sınırlarının altında işlev görmeye” bu düzeyde başlar. Bu düzeyde, tıpkı Ti West’in korku filmi MaXXXine‘in baş karakterinin dediği gibi, “hayır” demeye zorlanırız; bizi ezen yasaya hayır, “hak etmediğimiz” bir hayata hayır demek. Ancak molar düzeyde “hayır” demesinin tek sebebi, moleküler, kişi-altı (infra-personnel) düzeydeki “evet”i olumlamak içindir. Bununla birlikte, “hayır”ın, bu dünyaya, istemediğim bu hayata, bu yozlaşmış topluma hayırın, sonunda “evet”i çatlatma, gölgeleme, unutma riski vardır. İnsan, hayata karşı bir öfkeye kapılma ve istemediği hayata değil, hayatın kendisine karşı bu öfkeyi yönlendirme riski taşır. Arada ince bir çizgi var.

Neden böyle?

Katmanlaşma bütünüyle kötü değildir. Bin Yayla’da Deleuze ve Guattari bize “oluş”un kendi başına saf bir buyruk olamayacağını hatırlatıyor. Hatta, eğer her şeyi birden katmansızlaştırırsak, örneğin neoliberalizmin 1980’lerden itibaren yaptığı gibi yasalar ve kurumlar tasfiye edilip Margaret Thatcher’ın dediği “toplum yoktur” söylemiyle toplum da yok edilirse ya da yer altındaki bütün petrol ve aradaki katmanları çıkarıp atmosferi de onunla birlikte yakarsak, o zaman bir ‘’oluş’’ da gerçekleşemez: Birey toplumsallıktan kopar, harap olur, iklim değişikliğinin etkilerine maruz kalır ve ölüm ya da çevresel denetimli serbestlik dışında hiçbir şeye dönüşemez. Sorun iletişim ve dolaşım işlemlerinin hızıdır. Eğer bir ‘’oluş’’ gerçekleşecekse, bunun olabilmesi için zamana ve bunun yapabileceği uygulanabilir ve sürdürülebilir bir alana ihtiyaç vardır. Dolayısıyla katmanlaşma kendi başına kötü değildir; sadece psikolojik, sosyal ve ekolojik olarak var olan her şeyi dondurduğunda kötüleşir.  Varoluş, ‘’oluş’’ kadar katmanlaşmaya da ihtiyaç duyar. Süreç durmaksızın çözümler, kodlar, tekrar çözümler ve yeniden kodlar. Deleuzecü politika bu süreçlere dikkat eder: Ne zaman yersizyurtsuzlaşmalı (deterritorialize)  bölgeyi terk etmeli, göçebe, gezgin olmalıyız ve ne zaman yeniden yeryurtlulaşmalı (reterritorialize)  ve bir bölgeyi, bir yeri işgal etmeliyiz? Bir soyutlama hareketinin ardından gelen somutlaşma hareketi; bir uzaklaşma-oluş, ardından yakınlaşma-dönüş; dünyevi çapasını bulan kozmik bir yükseliş; istikrarsızlaşmanın ardından gelen istikrar… İki aşama da gereklidir. Tüm organlaşmayı reddeden şizofrenik “organsız beden” ideal değildir. Her şey ya aşırı yasalaştırılarak çok fazla katmanlaşma ile ya da yasayı inkâr ederek çok hızlı katmansızlaştırma ile ters gidebilir.

Çok hızlı katmansızlaştırma, akışları ‘’yersizyurtsuzlaştıran’’ ve ‘’kodları çözen’’ kapitalizmin yaptığı şeydir. Deleuze, kapitalizmin ortaya çıkışını nasıl anlıyor?

Deleuze’e göre tarihi anlamak için belki de “socius” kavramından başlamak gerekir. Socius toplum değildir,  maddi olarak üretilmiş olan şeyin, yani bir etkinin, birdenbire tersine dönüp, üzerine atfettiği ve sahip olduğu tüm üretimin nedeni gibi gösterildiği bir süreçtir. Deleuze üç farklı socius analiz eder: ilki “ilkel yersel makine”nin bir ürünü olan Yeryüzü-Doğa sociusu, ikincisi Devlet ve son olarak Sermaye sociusu. Bu üç socius (Yeryüzü-Doğa, Devlet ve Sermaye), kendi içinde üretim döngülerine dahil olmuştur. Bunlar teknik, sosyo-politik ve ekonomik etkilerdir, ancak sonuçta özerkleşerek neden ve sonuçların zamanını tersine çevirirler. Yersel Yeryüzü-Doğa, Devlet ve Sermaye daha sonra kendilerini yaratan hayvan, insan ve teknik makineler üzerinde tartışılmaz bir iktidar ilan eder. Bu ‘’an’’ların birincisinden üçüncüsüne kadar, Dünya’nın maddeselliğinden Devlet aracılığıyla yapay zekânın algoritmik kapitalizmine doğru daha büyük bir soyutlamaya doğru ilerliyor gibi görünüyoruz. Analogdan dijitale, takastan spekülatif finansa geçişi düşünün: Dünya tarihindeki bu ‘’ilerleme’’ süreci gerçekleştikçe socius, yani toplumsal süreç, giderek daha fazla finansal ve teknolojik soyutlamalar aracılığıyla işler hale gelir.

Bu üç ‘’an’’a yani Yeryüzü, Devlet ve Sermaye’ye geri dönebilir misiniz?

Toplumsal makinenin derinlerinde bir ‘’kâbus’’ yatar: kodlarından arınmış akışların, kör, dilsiz ve yerinden olmuş bir socius üzerinde akıp gitmesi. İşte bu ‘’tüm kodlardan sıyrılan bir akış’’ olasılığı karşısında duyulan panik korkusuna yanıt vermek gerekir. İlkel yersel makine arzu, dil ve diğer nesneler gibi tüm akışları ‘’toprağın dolu bedeni’’ kapsamında işaretleyerek ve belirli bir mekana bağlayarak,  ‘’kodlar’’ ve ‘’yerselleştirir’’, ‘’Despotik devlet’’ ise akışları ‘’aşırı kodlar’’ ve “temellük eder”. Örneğin normalde dilin yapısını gramer kodlar ancak Fransa’da, neyin nasıl söylenmesi gerektiğini bildiren ve her yıl hangi kelimelerin resmi sözlük portalından geçme onuruna sahip olup olmayacağına karar veren l’Académie Française gibi bir kurumun olması, burada artık sade bir kodlamadan değil, ‘’aşırı bir kodlamadan’’ (surcodage) söz edilebilir. Üstelik bu türden bir aşırı kodlama, devletin iktidarını dayatma yoludur. Fransız devleti dili temellük eder ve onu ‘’ulusal’’ olarak tanımlar, dolayısıyla bu iletişim akışlarını “ulusal” olarak damgalayarak kendine mal eder. Oysa bu akışlar ulusları hiçe sayarlar. Farklı bir örnek olarak Amerika Birleşik Devletleri’ndeki durumu düşünün: Orada İngilizce ulusal bir dil değildir. Yalnızca, yerel duruma göre İngilizce ya da İspanyolca gibi ‘’taşıyıcı diller’’ (langues véhiculaires) vardır. Dolayısıyla dilin, insanlara kelimeleri bulmada yardımcı olan, otomatik tamamlama ya da kelime tahmini yapan yapay zekâ tarafından aşırı kodlandığını söyleyebilsek de, Devlet tarafından aşırı kodlanıp sahiplenildiğinden bahsedemeyiz.

Deleuze ve Guattari neden “savaş makinesini” bu şekilde tanımlanan Devlet’in karşısına çıkarıyor?

Devlet’e karşı ‘’Savaş Makinesi’’ ile karşı çıkmak, Deleuzecü politikada her zaman devrede olan özgün bir anarşi biçimini de olumlamaya imkân sağlar. Savaş Makinesi, Devlet’in karşıtıdır: Göçebeleri, sınır tanımayanları, hızlı hareket edebilenleri ve mekânın her türlü örgütlenmesini (ızgara sistemini, bölümlendirmesini) reddeden kolektif bir düzenektir. Devletin bir bölgeyi, kaynaklarını ve yaşam biçimini boyunduruk altına almaya çalıştığı, Devletin “Ben bölgeyim” dediği yerde, Savaş Makinesi bölgeyi sınırsızlığına ve bu anlamda, Deleuze bu kavramı sevmese de, özgürlüğüne geri döndürür. Ancak Deleuze ve Guattari’nin Savaş Makinesi’ni idealize etmesinin 1960’lar ve 1970’lerdeki özgürleştirici gerilla savaşı döneminin bir tutsağı olup olmadığını ve bugün bombaların hızı yerine barış, huzur ve yavaşlık terimleriyle düşünmenin arzu edilip edilmeyeceğini sorgulayabiliriz. Kuşkusuz barış makineleri açısından düşünmenin zamanı gelmiştir.

Kapitalizm tıpkı küresel milyarderlerin de yaptığı gibi, gerçek üretimle ve dünyanın gerçekliğiyle ilgilenmek yerine, dünyadan kopuk, sınırsız bir servet yaratımıyla ilgilenir.

Peki ya kapitalizm? Nasıl “şizofrenik” oluyor?

Kapitalizm kodlama ve aşırı kodlamanın yerine tamamen farklı bir mantık koyar. Deleuze ve Guattari bunu çok iyi ifade ediyor: “Socius’un sorunu her zaman arzu akışlarını kodlamak, onları yazmak ve kaydetmek olmuştur… Kapitalist makine… kendini tamamen yeni bir durumun içinde bulur: akışların kodunun çözülmesi ve yersizyurtsuzlaştırılması”. Kapitalizm “arzu akışlarını yersizyurtsuzlaştırılmış bir alanda özgürleştirir”, “sürekli olarak sınıra yaklaşır, ki bu tam anlamıyla şizofrenik bir sınırdır”. Kapitalizm “tüm toplumsal oluşumların negatifidir”. Elbette hayatlarımızın toplumsal biçimine yön veren şeye ivme kazandırır, ancak bunu gerçekten paylaşılan yaşamı oluşturan şeyi yok ederek yapar. Yine neoliberalizmi ve bir kez daha Thatcher’ı düşünelim: “Toplum yoktur”. Fakat Deleuze ve Guattari başka bir şey daha söylüyor: Kapitalizm sadece sanayi devrimi sırasında ya da plantasyon ve kölelikle birlikte ortaya çıkmadı. Bir bakıma kapitalizm, her politik topluluğun ardında hep bir olasılık olarak var olmuştur: burada önemli olan meta mübadelesi, yani metaların üretimi değil, toplumun felakete sürüklendiği bir durumun olasılığı ve ondan elde edilecek kârdır. Kısacası kapitalizm, ekonomik makinenin özerkliği içinde eriyen bir toplumun kalıcı “kâbusu”dur. “Kapitalizm tüm toplum biçimlerine musallat olmuştur, onlara kodlarından kaçacak bir akıştan duydukları panik korkusu gibi dehşet verici kâbuslar olarak çökmüştür.” Bu çözülme ekonominin finansallaşması gibi bir soyutlama biçimidir: Artık mesele gerçek üretimle, toprakların ve yeryüzünün gerçekliğiyle ilgili değildir; küresel milyarderlerden oluşan elit grubu gibi dünyadan kopuk, bu anlamda yersizyurtsuzlaştırılmış sınırsız servetin oluşumuyla ilgilidir. İşte bu yüzden kapitalizm yeryüzünün düşmanıdır ve Musk, Mars’a gitmeyi hayal etmiştir. Ancak Mars çok uzakta olduğu için Musk ve suç ortakları zamanlarının çoğunu yeryüzündeki yaşamı sömürerek, insanlara boyun eğdirerek ve aşırı sağı destekleyerek geçirmeyi tercih ediyor.

Tüm akışları çözen kapitalizm, yine de arzunun özgürleşmesi idealine en yakın noktada değil midir?

Deleuze ve Guattari bu konuda net: Kapitalizm, kendi çöküşünü önlemek için, yersizyurtsuzlaştırma (déterritorialisation) hareketine eşlik etmek zorunda olan bir yeniden- yeryurtlandırma (reterritorialisation) karşı-hareketi gerçekleştirmelidir. “Kapitalist makine, artı değer elde etmek için akışları ne kadar yersizyurtsuzlaştırırsa, yan organları olan bürokrasi ve polis teşkilatları da bir o kadar hızla yeniden-yeryurtlandırma işlemleri yürütür ve artı değerin giderek büyüyen bir kısmını cebine katar.” Kapitalizm eski baskı biçimlerine yeniden yatırım yapar, Silvia Federici’nin deyimiyle “kadınlara karşı savaş”ı, siyahlara karşı savaşı ve kuir bireylere karşı savaşı yoğunlaştırarak arkaik bir yeniden kodlama gerçekleştiriyor. Aynı zamanda kapitalizm, kontrolü dayatmanın ve serbest bıraktığı akışları tekelleştirmenin kendi radikal yoluna da sahiptir: “Kod fikrinin yerine paranın içinde her şeyi ele geçiren soyut nicelikler aksiyomatiği koymuştur ve bu aksiyomatik sistem her şeyi ele geçirir”. Dolayısıyla, kapitalizm “bu üretim üzerinde önceki rejimlere kıyasla sonsuz kat daha kapsamlı bir baskı uygulamaktadır”. İşte tüm paradoks burada yatmaktadır. Kapitalizmle birlikte, “ toplumsal üretim ile arzulanan üretim arasındaki doğal özdeşlik kendini belirgin hale getirmelidir”. Ancak uçurum hiç bu kadar büyük olmamıştı [bkz. alıntı, s. 98]. Burada, kapitalizmin arzuyu açığa çıkarma konusunda faşizmle nasıl ortaklaştığı net bir biçimde görünüz; arzuyu yalnızca ölümde, üretimin içindeki ölümün “efüzyonunda” serbest bırakır. Bu bir özgürleştirme değil, serbest bırakma meselesidir. Trump ölüm içgüdüsünü serbest bırakır ve teşvik ettiği ticari kapitalizm Çin ile ticaret savaşından başka bir şey yaratmaz. Bu, tekelleştiren ve borçlandıran, yaratım karşıtı bir kapitalizmdir. Borçlandırarak boyun eğdirilir. “Borç, varoluşun borcu, öznelerin kendi varoluşlarının borcu haline gelir.’’ Ancak bugün bu borç sadece ekonomik değil (ABD’deki ve şimdilerde Avrupa’daki aşırı öğrenci borçlarını düşünün), aynı zamanda özneldir de.

Kapitalist makine bilgiyi bizden çalıyor, yeniden birleştiriyor ve sonra sanki kaynağında biz yokmuşuz gibi bize geri veriyor: Artık bize nasıl yaşamamız, ne kadar uyumamız ve ne tüketmemiz gerektiğini söyleyen yapay zekâdır.

Bununla ne demek istiyorsunuz?

Yapay zekâ ile birlikte, kendimiz formüle etmediğimiz bilgi için her zaman borçluyuz, çünkü onu bize veren makinedir. Elbette yazdığımız metinler, sanatçıların yarattığı resimler ve müzik aracılığıyla aldığımız bilginin kaynağında biz varız. Ancak daha önce de açıkladığım gibi, “Etkiler nedenlere dönüşüyor, ürünler üreticilerin rolünü üstleniyor: kapitalist makine bilgiyi, imgeleri ve çalışmaları bizden çalıyor, onları yeniden birleştiriyor ve sonra sanki kökenlerinde biz yokmuşuz gibi, bizim dışımızda bir şey olarak bize geri veriyor. Yeniden yeryurtlandırma bu şekilde işler: artık kendimiz hakkında bilmemiz gerekenleri ve nasıl yaşamamız gerektiğini, ne kadar uyumamız ve ne yiyip tüketmemiz gerektiğini bize söyleyenler yapay zekâ ve onun Replika gibi diğer ‘’akıllı arkadaşları’’dır. Bu durum şu şekilde özetlenebilir: Kapitalizm, teknoloji sayesinde fiziksel ve insani gerçeklikten tamamen uzaklaşabilir, ancak insanlar üzerindeki kontrolünü sürdürmek için finansal ve bilişsel denetim sistemleri aracılığıyla yeniden yeryurtlanır.

Kontrolcü toplum fikri kapitalizm fikriyle nasıl örtüşüyor?

Foucault, disiplin toplumlarını analiz etmiştir; bu toplumlar bireylere belirli bir davranış kalıbı, değişmez olduğu ilan edilen bir davranış biçimi dayatır (erkek ya da kadın olmak, şöyle olmak ve başka türlü olmamak demektir). Bu normlar okulda öğrenilir, hapishane ya da ordu gibi devlet kurumlarınsa ise zorla yeniden öğretilir. Foucault’nun izinden giden Deleuze ise, 20. yüzyılın ikinci yarısında, artık geçmişten miras kalan sabit çerçeveler içinde değil, gerçek zamanlı modülasyonlarla işleyen farklı bir toplum türüne girdiğimizi belirtir. Artık mesele sabit bir norma uymak değil, yeni koşullara, hayatın kazalarına, hava durumuna ve ilerlemeye göre nasıl uyum sağlanacağını, sürekli olarak nasıl değişileceğini bilmektir.  Bu, sibernetikle birlikte gerçekleşen dönüşümdür: çevreden gelen veriler aracılığıyla kişinin davranışını kendi kendine düzeltebilme kapasitesine vurgu yapılır. Neoliberalizm ise bizden, yakınmadan uyum sağlamamızı ve dayanıklılık (résilience) göstermemizi talep eder.

Aslında bugün, “disiplin toplumları” ve “kontrol toplumları”ndan sonra, artık gerçek-zamanlılığa uygun şimdiki zamana ya da normları ve gelenekleriyle geçmişe değil, geleceğe yönlenen “öngörü toplumları” olarak adlandırılabileceğimiz bir döneme girmiş bulunuyoruz. Öngörü toplumları, davranışlarımızı, akıllı telefonlarımıza yazdığımız cümlelerdeki en olası kelimeleri ve gibi şeyleri tahmin etmek için yapay zekâ ve bilgi teknolojilerini kullanmaktadır. Artık mesele uyum sağlamak değil, makinenin bizim hakkımızda ortaya koyduklarını onaylamaktır: “Henüz bilmiyordun ama işte arzuladığın şey, işte ihtiyacın olan kitap ya da akıllı kahve makinesi.” İnsanların arzulama gücü, tavsiyelerine uyduğumuz müzakere organları haline gelen sermaye makineleri tarafından ele geçirilmiştir. Arzulayan hayal gücünün bu şekilde ele geçirilmesi karşısında kendimize şu soruyu sormalıyız: Sermayenin yapay zekâlarının tavsiyelerine mi uymalıyız yoksa hala arzunun yalnızca özgürlüğün ifadesi olarak bir anlamı olduğuna mı inanmalıyız? Bence kendimizi öngörülü kontrol teknolojilerinden özgürleştirmek için hayalgücümüzü geri kazanmayı öğrenmemiz gerekiyor.

Kapitalizmden çıkmak için nasıl bir yol izlenmeli?

Kapitalizmden çıkmak için ona ait olmayan, hiçbir zaman ait olmamış ve hiçbir zaman da olmayacak olan parçayı tanımlamamız gerekir. Deleuzecüler her zaman “öbekleşmeler”, “toplumu oluşturma” şeklimiz, ne yapmamız ve üretmemiz gerektiği gibi konular üzerinde ısrar ederler. Elbette Deleuze ile birlikte, eylemlilikte her zaman “yersizyurtsuzlaşma noktaları” olduğunu bize hatırlatırlar. “Büyük toplumsallık biçimleri, onları süpürüp götüren uçuşu engellemez.” Her zaman başka geleceklere, karşılaşmalara ve dönüştürücü bağlantılara bir açıklık vardır.  Toplumsal yapının kalın, yerleşik katmanları (molar katmanlar) içinde dahi her zaman moleküler düzeyde kaçış noktaları vardır; bu noktalar, toplumsalı içten içe kemiren ve delen sayısız delik aracılığıyla, onun içinden bir kaçışı mümkün kılar.  Varlığın içine gittikçe daha ince biçimlerde sızan bir iktidara karşılık verebilmek için gerekli olan mikropolitika olanakları bu noktalarda mevcuttur. Ancak daha temelde Deleuze’ün felsefesinde, düzeneklere asla uymayan, asla gerçekleşmeyen, hiçbir yere sığmayan, “olayların kusursuz parçası” olarak adlandırdığı bir nesne fikri vardır.  Bu, bir “oluş” değil, bir “dönüş” veya dünyaya isyan eden bir şeyin geri gelişi olan büyük kaçıştır. “Dönüşmek, oluşun varlığıdır.” Bu asi parça tanımlanmadığı sürece, kapitalizme direnme kapasitesi başarısızlığa mahkumdur. Çünkü ortaklaştırmamız gereken şey tam da kimseye ait olmayan, ne kapitalizme ne de insana ait olan bu parçadır. Ancak o zaman şu temel soruyu sormak mümkün olur: Gücümün ifadesini en çok hangi siyasi yapı destekleyebilir?

Deleuze’ün solunu nasıl tanımlarsınız? Özgürlükçü mü? Anarşist mi?

“Sol, insanların düşünmesine ihtiyaç duyar” diyor Deleuze. Temel olarak, sağcı olmak, insanların yasalara, geleneklere, piyasa kanunlarına, toplumsal cinsiyet normlarına, kendisini amansız, evrensel, sağduyulu ve “doğal” olarak dayatmaya çalışan her şeye itaat etmesine ihtiyaç duymak demektir. Bu, Deleuze ve Guattari’nin “çoğunlukçu”, yani “homojen ve sabit bir sistem” olarak adlandırdığı şeydir. Deleuze’e göre sol, azınlığın tarafındadır, Heterojen ve öngörülemez olanın, dolayısıyla “yasalara tabi olmayanın” yanında yer almak –işte Deleuze’ün anarşist yanı budur. Ancak bu anarşi, aynı zamanda epistemolojiktir; bilgisel temellerine kadar uzanır. Eğer kendim için bir muamma isem, eğer arzularım her zaman geleceğe aitse ve hiçbir zaman bir nesne tarafından belirlenmemişse, bu nedenle neyi arzuladığımı bilmiyorsam, çünkü arzuladığım şey bana doğaçlama bir şekilde, bu manzarada, bu durumda gelen şeyse, o halde düşünmek zorundayım. Yeni durumlar hakkında, yeni öğretim biçimleri hakkında düşünmek ve aynı zamanda insanları hasta eden kurumları ve yasaları nasıl yürürlükten kaldıracağımızı da düşünmek gerekir. Dolayısıyla Deleuzecü sol, düşünen bir sol, bir zekâlar demokrasisi olmalıdır. Burada bahsedilen ‘’zekâlar’’ herkesin zekâsıdır; tüm bir halkın zekâsı. Ancak Deleuze’ün ilgisini çeken halk, ulusal kimliğin halkı değil, “eksik olan halk”tır. Eksik olan halk, uzaktan gelen ve zekâlar demokrasisinin etrafında toplanan bir kor ateşin merkezidir.

Yeryurtlaştırma ve Yersizyurtsuzlaştırma

Toplumsal oluşumların kalbinde bir terör yatar. “Bir şeyler akıyor ve biz bunun ne olduğunu bilmiyoruz.’’ Örgütlü ve düzenlenmiş toplumsal makine, moleküler akışlar düzeyinde onun altında yatan arzusal üretimin anarşik doğası tarafından sürekli olarak rahatsız edilir. Bunun amacı “tamponlanmamış, kanalize edilmemiş ve düzenlenmemiş hiçbir akışın meydana gelmemesini sağlamak’’tır. Bu amaçla, akışların işlendiği bir yüzey olarak hizmet eden bir socius üretilir. Bu yüzey, “ilkel yersel makine”de ‘’tanrıça Dünya’nın tüm bedeni”, “despotik devlet’’te ’’egemenin tüm bedeni” ya da kapitalizmde “sermayenin tüm bedeni” olabilir. Bu yazım yüzeyi, üretimi örgütleyen ve kendisine atfeden bir ‘’anti-üretim’’ örneğidir.

İlk socius olan Yeryüzü, kodlama ve yeryurtlandırma yoluyla ilerler: tüm akışları tanımlamak için onları bölgenin mührüyle damgalar, “onları konumlandırır, kareler, kuşatır”.  Bedenleri ‘’akışların kesildiği ve engellendiği’’ noktalarda işaretler – ‘’dövmek, sünnet etmek, kesmek, oyuk açmak, dağlamak, sakatlamak’’: işte onun mantığı budur –ve davranışları kodlar. Bu girişim artık yeterli olmadığında, “despotik makine bir tür aşırı-kodlama oluşturmuştur”. Devlet, el koymayı mümkün kılan bir “ele geçirme aygıtıdır”. Sadece akışları işaretlemekle kalmaz, aynı zamanda yeryüzünü kareler ve konumları sabitler, yerleşik coğrafyasını “çizgili bir alana” dayatır. Devlet “toprağı örgütlenmenin nesnesi olarak alır”. “Düzlemsel mekânda” sürüklenen göçebe, bu devlete ‘’savaş makinesi’’ ile karşı çıkar. Deleuze’e göre kapitalizm, “kendini tamamen yeni bir durumun içinde bulur: akışların kodunun çözülmesi ve yersizyurtsuzlaştırılması”. Kapitalist makine tüm toplumsal formasyonların ‘’negatif’’idir, şizofren ise onu çöküşe sürükleyecek olan ama asla erişilemeyen sınırdır. Kapitalizm kendi yöntemiyle yeniden yeryurtlandırılmalıdır. Varlıkları sabitleyen disipline, davranışları sürekli olarak ‘’modüle eden’’ hem küreselleşmiş hem de minyatürleştirilmiş bir kontrol mantığı eklenir. Serbest bırakılan tüm akışlar, oldukça katı olan bir kod tarafından değil; her şeye uyum sağlayabilen kişisel olmayan, evrensel bir para ‘’aksiyomatiği’’ tarafından ‘’hemen yakalanır’’. Anti-üretim artık üretimin dışında değildir, onun içine sızar, içinden geçerek işler.  İşte bu, onun “meşhur geri soğurma (récupération) gücüdür”: vampirleştirdiği akışları taklit ederek her yerde eksiklik yasasını aşılar. Oysa “arzu hiçbir şeyden yoksun değildir”: uzaktaki bir nesneyi beklemez, ‘’varoluşun nesnel koşulları’’ içinde sürekli olarak üretken bağlantılar kurar. Eksiklik, toplumsal üretim içinde düzenlenir ve organize edilir.

Octave Larmagnac-Matheron

Bunları okudunuz mu?