Buz ve Ateşin Şarkısı

Sistem İçinden Doğan Politik

Jon Snow’un hikâyesi, ideal kahramanın sistem içinde artık mümkün olmadığının bir göstergesidir. Buz ve Ateşin Şarkısı içinden yeniden doğabilecek insanlığın imkânını anlatır.
Okuma listesi
Editör:
Redaksiyon:

Amerikalı yazar George R. R. Martin’in devam eden epik fantezi serisi Buz ve Ateşin Şarkısı, çoğunlukla ilk kitabının ismi olan Taht Oyunları ile anılır. Serinin küresel ünü, büyük ölçüde Taht Oyunları adıyla televizyona uyarlanması ve bu isimle bir popüler kültür ikonuna dönüşmesiyle başlamıştır. Bu yazıda, George R. R. Martin’in “Buz ve Ateşin Şarkısı” evrenine dair incelememi, popüler televizyon uyarlamasından ziyade, doğrudan roman serisinin kendisi üzerinden yapmayı tercih ediyorum. Çünkü bana kalırsa, “Taht Oyunları” ismiyle bilinen bu dünyanın asıl derinliği ve politik zenginliği, bu sayfalarda saklı. Diziden farklı olarak, kitapların sunduğu karmaşık karakter iç dünyaları, genişletilmiş olay örgüleri ve tarihsel arka plan, tam da üzerinde durmak istediğim “sistem içindeki politik imkânlar” kavramını açıklamak için çok daha kapsamlı ve ikna edici bir malzeme sunuyor. Romanla ilgili düşünmeye iten sebep ise gündelik hayatta yaşadığım bir tartışmadan kaynaklanıyor.

Geçenlerde Buz ve Ateşin Şarkısı’nın Yüzüklerin Efendisi’nden daha iyi bir fantastik roman serisi olduğunu iddia ettim ve elbette linçlendim. Fakat kastettiğim şey edebi bir üstünlük değil, Buz ve Ateşin Şarkısı’nın bugünün sisteminden çıkan, bugünün dünyasına ait bir anlatı olmasıydı. Tolkien’in eseri modern öncesi bir dünyanın değerleriyle örülüdür, orada kötülük daha nettir ve dışarıdadır, Sauron’un gözü gibi tek bir merkeze yoğunlaşmıştır. Bu kötülük ortadan kaldırıldığında düzen yeniden kurulur. Martin’in dünyasında ise kötülük sistemin kendisine içkindir, bu nedenle hiçbir zafer kalıcı, hiçbir kurtuluş saf değildir. Yüzüklerin Efendisi bir bütünlüğü yeniden tesis etmeyi düşlerken, Buz ve Ateşin Şarkısı parçalanmışlığın ortasında yaşamayı öğretir. Bu fark, iki eserin çağlarının sistem anlayışıyla da ilgilidir: Tolkien’in romanı, modernitenin düzen özleminin mitolojik bir biçimiyken, Martin’in eseri postmodern dünyanın sistemsel karmaşasına ait bir metindir. Aslında bu metin de tam olarak bu ayrımdan ve Buz ve Ateşin Şarkısı serisinin klasik bir postmodern anlatısı taşıması ile anti-devrimci ve anti-ütopyacı görüşüne karşı çıktığımdan şekil aldı.

Daenerys Targaryen’in hikâyesi bu bağlamda bir ütopya değil, sistem içinden doğan bir çelişkiyi temsil eder. O, köleliği ortadan kaldırmak, zincirleri kırmak ister, ama kurduğu düzen yine iktidarın yeniden üretimidir. Burada “büyük güce erişen yozlaşır” cümlesi bir ahlaki öğüt değil, sistemin kendi mantığına dair bir analizdir. Benzer bir dönüşüm Frank Herbert’in Dune romanında da görülür: Paul Atreides’in kaderi, başlangıçta özgürleştirici bir kehanet gibi görünürken, zamanla tiranlığa dönüşür. Herbert, “mesihsel kurtarıcı” figürünün, sistemin içinde mutlak güce eriştiğinde nasıl kendi zıddına dönüştüğünü gösterir.

Uzun zaman bu mesihçi anlatıyı Walter Benjamin üzerinden çok olumlu bir yerden okuyordum. Walter Benjamin’in mesihçi tarih anlayışı, geçmişin yalnızca ezilenlerin acılarından değil, aynı zamanda gerçekleşmemiş bir kurtuluş umudunun tortularından da oluştuğunu ileri sürer. Bu tortular, tarihin beklenmedik anlarında bir kırılma yaratarak şimdiki zamanı kurtarıcı bir güçle aydınlatır. Yüzüklerin Efendisi‘ndeki Aragorn karakteri, bu mesihçi anlatının epik bir tezahürüdür. Saklı kalmış, unutulmuş, hatta reddedilmiş bir soyun (Isildur’un varisi) son temsilcisi olarak Aragorn, tarihin derinliklerinde kaybolmuş bir vaadin taşıyıcısıdır. Onun kral olarak tahta çıkışı, geçmişin yarım kalmış bir mesajının, Üçüncü Çağ’ın kaotik ve umutsuz anında birdenbire gerçekleşmesidir. Benjamin’in “şimdinin zamanı” (Jetztzeit) gibi, Aragorn’un ortaya çıkışı da geçmişle şimdi arasında teolojik bir kıvılcım çakar, uzun süredir ertelenen adalet ve birleşme vaadi, bir anda müdahale ederek tarihin seyrini değiştirir. Isildur’un hatası ve Númenor’un kaybı gibi tarihsel travmalar, onun meşruiyeti ve şifa dağıtan hükümdarlığıyla nihayet anlam bularak kurtarılır. Böylece Aragorn, sadece Orta Dünya’yı karanlıktan kurtaran bir kahraman değil, Benjaminci anlamda geçmiş kuşakların dile getirilmemiş çığlığını duyan ve onu yerine getiren mesihçi bir figür olarak okunabilir. Ama bu dönemin sistemini biraz daha düşününce düşüncelerim daha farklı bir şekilde gelişti. Aragorn bizim karşımıza geriye bakarak muhafazakar bir düşüncenin tortuları eşliğinde gelen bir mesih olarak çıkıyor olabilir. Gelecek mesih, bugünün karmaşık sistemleri içinde doğmalıdır belki de.

Martin bu düşünceyi daha da ileri taşır: Daenerys yalnızca yozlaşmaz, aynı zamanda sistemin kendisini yeniden üretir. Çünkü özgürleştirici eylem bile sistemin sınırları içinde kalırsa, sonunda o sistemi güçlendirir.1Herbert, Frank. Dune. Çev. Dost Körpe. İthaki Yayınları, 2019 Slavoj Žižek, Ahir Zamanlarda Yaşarken eserinde bu durumu “sistemin kendi eleştirisini soğurması” olarak tanımlar. Kapitalizm, eleştirisini de tüketecek kadar esnek bir yapıdır; hatta bazen kendi eleştirisini kullanarak daha dayanıklı hale gelir.2Žižek, Slavoj. Ahir Zamanlarda Yaşarken. Çev. Erkal Ünal. Metis Yayınları, 2011, s. 28–45 Daenerys’in “zincir kıran” ideali de tam olarak bu tuzağa düşer. O, köleliği kaldırır ama otoriteyi ortadan kaldırmaz, aksine kendi otoritesini ilahi bir hak olarak meşrulaştırır. Bu anlamda Daenerys’in hikayesi bireysel yozlaşmanın değil, sistemin içkin döngüsünün bir alegorisidir. Žižek’in deyişiyle, “bugün en tehlikeli şey devrimci eylemin kendisidir, çünkü eylem sistemin yeniden üretimini sağlayabilir.” Daenerys’in ateşi, eski zincirleri yakarken yenilerini döver.

Fredric Jameson, Ütopya Denen Arzu kitabında ütopyayı bir hedef değil, bir yöntem olarak tanımlar. Ona göre ütopyalar, bizi başka bir dünyanın mümkün olduğunu düşündürmekten çok, mevcut sistemin sınırlarını görünür kıldıkları için değerlidir.3Jameson, Fredric. Ütopya Denen Arzu. Çev. Ferit Burak Aydar. Metis Yayınları, 2011, s. 45–60. Buz ve Ateşin Şarkısı da tam olarak bunu yapar. Daenerys’in çöküşü, ütopyanın ölümü değil, ütopyanın sistem içinde nasıl dönüştüğünün göstergesidir. Martin, ütopyayı bir hayal kırıklığı olarak değil, bugünün gerçekliğinde yeniden düşünülmesi gereken bir süreç olarak ele alır. Bu nedenle onun anlatısı karamsar değil, radikal biçimde gerçektir: kurtuluş bir gelecek tasarısı değil, sistemin içinde oluşan çatlaklarda aranmalıdır. Bu nedenle, ona yöneltilen anti-devrimci eleştiriler isabetsizdir.

Marx’ın 1844 El Yazmaları’nda yabancılaşma üzerine analizlerini bu noktada yeniden düşünmeye başladım. Marx, insanın kendi emeğiyle ve doğayla kurduğu ilişkinin sistem tarafından belirlenmiş olduğunu söyler. Gerçek özgürlük, bu ilişkinin dönüştürülmesiyle mümkündür, yani kurtuluş, sistemin dışında değil, sistemin içinde, onun çelişkilerinden doğar.4Marx, Karl. 1844 Elyazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe. Çev. Kenan Somer. Sol Yayınları, 1976, s. 91–98. Daenerys’in trajedisi, bu dönüşümü gerçekleştirememesinde yatar. O, sistemi devirdiğini sanırken onun biçimini değiştirir. Yine de bu çelişki, Martin’in ütopyasızlığını umutsuz kılmaz. Çünkü ütopya artık bir hedef değil, bir stratejidir; sistemin sınırlarını zorlayan her çatlak, her küçük isyan bir ütopya anıdır. Ve Martin bize tam olarak bir sonuç vermemesiyle yine bu sistemin içinden konuşur.

Bugünün dünyasında da benzer bir durum geçerlidir. Sistem, kendini reformlar aracılığıyla yenilerken, direniş biçimleri çoğu zaman onun içine sızar. Ancak tam da bu sızma noktaları, yeni bir politik olanak yaratır. Marx’ın dediği gibi, “her toplumsal biçim, kendi çelişkileriyle birlikte kendi yıkımının koşullarını da taşır.”5Marx, Karl. Kapital Cilt I. Çev. Alaattin Bilgi. Yordam Kitap, 2011, s. 115. Martin’in romanı bu gerçeği anlatır: sistemin dışında değil, içinde doğan çelişkilerde bir kurtuluş olasılığı gizlidir. Buz ve Ateşin Şarkısı, devrimin imkânsızlığını değil, devrimin bugünkü biçimini (parçalı, kırılgan ama ısrarcı bir biçimini) gösterir.

Bu fikir, bugün yeniden bir “stratejik özne” arayışını da gündeme getirir. Postmodernizm, öznenin parçalandığını, dağılmış ve çoğul hale geldiğini söylerken, Marksist bir bakışla bu dağılmışlık bir zayıflık değil, yeni bir örgütlenme potansiyelidir. Stratejik özne artık bir tek lider, bir kurtarıcı figür değildir; mikro düzeyde, ağsal ilişkilerle, dayanışma pratikleriyle kurulan kolektif bir bileşimdir. Christopher Finlay, Marx’tan Žižek’e uzanan özne tartışmalarını ele alırken, “devrimci özne artık tekil bir sınıf bilinciyle değil, sistemin krizlerinde ortaya çıkan çoklu direniş biçimleriyle tanımlanmalıdır” der.6Finlay, Christopher. “Violence and Revolutionary Subjectivity: Marx to Žižek.” Philosophy & Social Criticism, 2006, s. 447–470. Bu okuma, Buz ve Ateşin Şarkısı’ndaki parçalı öznelik biçimleriyle örtüşür: Jon Snow, Arya Stark, Tyrion Lannister gibi figürler, merkezi bir ideali temsil etmezler, ancak mikro direniş biçimleri geliştirirler. Martin’in dünyasında ütopya, bir kahramanın başarısında değil, çoklu özneliklerin çatışmasında aranır.

Yine serinin ana karakterlerinden olan Jon Snow ilginç bir noktada durur. George R. R. Martin bir röportajında Jon Snow karakterini özellikle Aragorn’a bir antitez olarak tasarladığını söyler. Aragorn, doğuştan gelen asaletine uygun biçimde seçilmiş bir kraldır; görevini yerine getirir, tahta geçer ve dünya barışa kavuşur. Jon Snow ise bu kaderin ters yüz edilmesidir: o bir kahraman olmayı istemez, sürekli tereddüt içindedir, doğru olanı yaparken bile kaybeder. Martin, “Aragorn gibi biri gerçek bir dünyada yaşasaydı, kral olduktan sonra ne yapardı?” diye sorar, cevap, onun da yozlaşacağı ya da çaresiz kalacağıdır (Dune romanından öğrendiğimiz gibi). Jon Snow’un hikâyesi, ideal kahramanın sistem içinde artık mümkün olmadığının bir göstergesidir. Aragorn’un mutlak iyi olarak temsil ettiği modernist kurtuluş fikri, Martin’in dünyasında yerini gri tonlara bırakır. Bu fark, sadece karakter düzeyinde değil, çağların sistem anlayışında da belirleyicidir: Tolkien’in dünyası dışsal kötülükle mücadele eden bir bütünlük arayışını, Martin’in dünyası ise sistemin iç çelişkileriyle boğuşan bir parçalanmayı temsil eder.

Sonuç olarak Martin’in romanı, devrimi yücelten değil, devrimden sonra ne olacağını soran bir metindir. Çünkü artık devrim bile sistemin dışında değildir. Ancak bu farkındalık, ütopyasızlığın değil, yeni bir ütopya biçiminin habercisidir: küçük ölçekli dayanışmaların, etik karşılaşmaların ve çelişkilerde doğan mikro-ütopyaların. Buz ve Ateşin Şarkısı, tam da bu nedenle bugünün romanıdır, çünkü kurtuluşu değil, sistemin içinden yeniden doğabilecek insanlığın imkânını anlatır.

Notlar

(1) Herbert, Frank. Dune. Çev. Dost Körpe. İthaki Yayınları, 2019.

(2) Žižek, Slavoj. Ahir Zamanlarda Yaşarken. Çev. Erkal Ünal. Metis Yayınları, 2011, s. 28–45.

(3) Jameson, Fredric. Ütopya Denen Arzu. Çev. Ferit Burak Aydar. Metis Yayınları, 2011, s. 45–60.

(4) Marx, Karl. 1844 Elyazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe. Çev. Kenan Somer. Sol Yayınları, 1976, s. 91–98.

(5) Marx, Karl. Kapital Cilt I. Çev. Alaattin Bilgi. Yordam Kitap, 2011, s. 115.

(6) Finlay, Christopher. “Violence and Revolutionary Subjectivity: Marx to Žižek.” Philosophy & Social Criticism, 2006, s. 447–470.

Bunları okudunuz mu?