Nerede, nasıl ve hangi koşullarda karşılaştığınızın ve kim olduğunun hiçbir önemi yok. Zira onlarla her yerde karşılaşmış olabilirsiniz; markette, pazarda, konferansta, camide, televizyondaki bir “tartışma” programında, tez jürisinde, bilirkişilik komisyonunda, bir şirketin ya da sivil toplum kuruluşunun danışma kurulunda, bir apartmanın ya da sitenin genel kurul toplantısında. Say say bitmez, zira onlar her yerdelerdir. Onların ne düşündüğünü, nasıl düşündüğünü ve hatta düşünür gibi yaptığını tanışır tanışmaz anlarsınız. Kurdukları ilk üç cümle ele verir onların cahil ya da cahil postuna bürünmüş safsata uzmanı olduğunu. Ne söylerseniz söyleyin, söylediğiniz onlara ya cehalet süzgecinden ya da sinizm, pragmatizm, sarkazm ya da ahlak-vicdan-değer-gelenek gibi soyutlamaların bir amalgamından ibaret olan muhafızın örümcek ağından sızarak ulaşır. Ulaşır mı ulaşmaz mı, ona emin olmak elbette hiçbir zaman mümkün olmaz. Zira konuşma ilerledikçe siz kendinizi bir diyalog içinde değil, kendinizi bir an önce kurtarmak istediğiniz, ama sürdükçe bir girdaba dönüşen monoloğun gayyasına sürüklenirken bulursunuz. Her kurduğunuz cümle, ağzınızdan her çıkan sözcük daha karışışınızdakine ulaşmadan önce tıpkı Matrix filminde Neo’ya yöneltilen silahlardan çıkan kurşunların ona ulaşamadan yere düşmesi gibi düşüverir, ya da buhar olup atmosfere karışıverir. Siz beyhude karşınızdakini diyaloğa çekmeye çalışırsınız, ancak onun için monolog her zaman güvenli sularda yüzmek gibidir ve zaten öyle yüzmekten de engin sulara dalmaktan da pek hazzetmediği için düşüncenin kıyılarında çimmeyi ya da çırpınmayı tercih ederler. Çünkü ne yüzmeyi bilirler ne de yüzmeyi öğrenmeye meram ederler. Yoktur öyle bir arzuları ya da merakları. Bir noktadan sonra suya dalmak ve düşünceden düşünceye kulaç atmak arzunuz ağır basar ve heyhat siz pes edersiniz ve “kardeşim sen haklısın!” deyip yolunuza devam edersiniz.
Taktik budur ve bu taktik her zaman çalışır onlar açısından. Çalıştığı için her karşılaşmada uygulanır. Siz her defasında cahil postuna bürünmüş safsata uzmanının sözde uzmanlık alanına güvenerek, belli bir epistemoloji içinden konuştuğuna inanmak istersiniz. Adı ve unvanı akademisyen; profesör, doçent, doktor olduğu için bir hakikat tartışmasına kendinizi kaptırırsınız. Bu tartışmanın seyrinin nasıl ilerleyeceğini ilk baştan kavrayamazsanız, kendinizi sahici ve anlamlı bir diyalog içinde olduğunuza ikna etmeye çalışırsınız. Yanlış anlamayın onun sizi ikna etmek gibi bir derdi yoktur. Siz baştan zaten içten içe farkına varmışsınızdır da bir safsata yarışması içinde olduğunuzun, ama heyhat mesleki “deformasyon” size yine oyunlar oynamıştır ve tartışmaya tüm samimiyetinizle dâhil olmuşsunuzdur. Eğer tartışmanın sahici, münazara benzeri bir atışmanın diyalog olduğuna kendinizi kandırmışsanız vay halinize. Bu safsata uzmanı akademisyenler beyniniz süngerleşene kadar sizinle uğraşacaktır. Onlar genellikle bu tip tartışma/monologlara dayanıklıdırlar. Zira onların en temel ve bilinen meziyetleri inandıkları ve ezber ettikleri safsataları aynı tonla, istikrarla ve sebatla tekrar edebilmeleridir. Onlar güçlerini fikirlerinin sahihliğinden ya da nesnel olgulara dayanıyor olmasından değil, ezber ettikleri safsataları metanetle ve sükûnetle, tıpkı bir kale kapısını savunur gibi savunabilme becerilerinden alırlar.
Hakikat bükücü makbul akademisyenin en önde gelen alametifarikalarından birisi de, neyin ideoloji neyin bilim, neyin sübjektif değer yargısı neyin olgusal hakikat olduğuna dair yaklaşımıdır. Şöyle ki, bu akademik tipolojiye göre kendisinin “inanmadığı”, değer vermediği-görmediği, kendi anlamlandırma dünyasının çerçevesine dâhil olmayan, kendi politik görüşünü tanımlamayan her şey ideolojiktir. Bu tipolojinin genellikle dini inancı güçlüdür, ancak kendini konumlandırdığı ve ait hissettiği dinsel sektin dışındaki bütün inançlar da ideolojik olabilir ona göre. Zira o kendince her zaman ölçülü bir inanandır. Modern hayatla uyumlu, kapitalist mübadele ilişkilerini kıyasıya içselleştirmiş, toplumsal eşitsizliklerin allah vergisi olduğuna koşulsuz iman etmiş, toplumsal adaletin bu dünyada tecelli edebileceğine dair beklentisini tümüyle sıfırlamış ve kendisi de dâhil herkese adaletin tecelli yeri olarak öbür dünyayı işaret etmiştir.
İdeoloji konusuna geri dönelim ve somut örneklerle bu tipolojinin bu konudaki yaklaşımına daha yakından bakalım. Misal, bu tipolojiye göre, bütün sol, seküler, modern politik hareketler ideolojiktir. Misal Kemalizm, sosyalizm, komünizm, Leninizm, kendini modern diye tarif etmesine rağmen modernizm, liberalizm, bilumum bütün “izmler” ideoloji-k-tir. Bu tipolojiye göre bütün izmler içindeki liberalizmi “Anglosakson” olduğu sürece diğer izmlerden ayırmak gerekir. Zira bu tipolojiye göre ideoloji, inanç üstündeki devlet kontrolünden ve baskısından başka bir şey değildir. İşte Anglosakson geleneği ayırıp bir kenara koymasının nedeni de buradan kaynaklanır. Buna göre misal dinin gündelik hayattaki etkilerini, özgürlükler lehine sınırlamaya çalışan Fransız tarzı “laisite” de ideolojiktir. İşte Anglosaksonların din üzerinde bir denetim uygulamama geleneklerinden dolayı bu tarz bir liberalizmi ayrı bir yere koyar. Çünkü ona göre Fransız laik devleti, dini kurallara göre değil, genel hukuk normlarına göre gündelik hayatı ve bürokratik işleyişi düzenlemiştir ve bu zinhar kabul edilebilir bir durum değildir. Ne var ki, inandığı dinin diğer insanlara müdahalesi ona göre baskı sayılamaz. Zira çoğunluğu oluşturduğu sürece dini ideoloji olarak görmek mümkün değildir. Devleti ele geçirmeye çalışan bir cemaatin inanç adı altında insanlara tebliğ ettiği şey, dini kurallar öyle gerektiriyor diye kadınları burkaya sokan Taliban’ın icraatları, dinin emrini yerine getirdiğini iddia ederek kafa kesme sahnelerini video kaydına alıp internete salan IŞİD militanlarının inancı zinhar ideoloji sayılamaz. Bunlar olsa olsa dini inanışı şirazesinden çıkaran azgınlardır. İdeoloji işte böyle seçmece şekilde tanımlanabilir bu tipolojinin nazarında. Zira ideoloji verili olarak kötüdür ve böylesine kötü bir şey de asla dinle alakalı olamaz.
Bu hakikat bükücü makbul akademisyeni, makbul olmayandan ayıran belirgin özelliği muhafazakâr, itaatkâr, “mütedeyyin”, “irfan sahibi”, “mazlum”, devletlü, “halk adamı” gibi nitelikleri bünyesinde rahatça barındırabilmesidir. Bütün bu niteliklerinin yanı sıra kapitalizmle, parayla, makam ve mevkiiyle kurduğu ilişki şaşırtıcı derecede mükemmeldir. Bilimle, araştırmayla, bilgiyle, ders vermekle ilişkisi ne kadar zayıfsa, parayla ilişkisi bir o kadar güçlüdür bu tipolojinin. Bilime inanmaz, cehaleti kutsar, paraya tapar, makam odasını mabedi gibi görür. Bilimsel makale aşırmakta mahir olduğu kadar başka hiçbir şeyde mahir değildir. Zaten bilimsel çalışma, arzu edilen idarecilik mevkiine ulaşmak için araçtan öte bir anlam ifade etmez onun nazarında. Bu nedenle yapılan her türlü teşvik düzenlemesine uyum sağlayarak ortaya çıkan her türlü bilimsel dergi endüstrisini takip etmek konusunda eline kimse su dökemez. En hızlı, en etkin, en kolay, en zahmetsiz makale yayınlayan yağmacı dergi bulma konusunda uzman olduğu kadar başka bir konuda uzman değildir. Bu meyanda misal tez öğrencisinin emeğine çökerek rahatlıkla bütün makalelerine adını yazdırmakta beis görmez. Bu sayede yılda ölçüsüz sayıda makale yayınlamayı başarabilir. Güçlü siyasi ilişkiler kurma konusunda hele, makbul olmayan akademisyenler yanından bile geçemez. Her türlü toplantıyı, her türlü ziyareti ikbal yolunda çıkılacak bir basamak olarak değerlendirmeyi mutlaka ona sormalısınız. İntihalin en kabası da en incesi de ondan sorulur. Yaptığı bütün bilimsel faaliyetlerde, yazdığı bütün bilimsel makalelerde intihalin en alasını yapar da, ancak uzun yıllar dekanlık yaptıktan sonra fark edilebilir. Artık idarecilik makamına ulaşmak için neredeyse intihalci olmak temel kritermiş gibi uygulanıyor sanırsınız bu tip hakikat bükücü makbul akademisyenleri makam odalarında her gördüğünüzde. Akrabalarına istihdam yaratma ve kendisine fahiş maaşlar bağlama konusunda uluslararası bir derecelendirme yapılsa, bu tip akademisyenlerin Türkiye’yi açık ara birinciliğe taşıyacağından hiç kuşku duymazsınız.
Bilimin toplumsal otoritesinin sarsılmasında bu tip akademisyenlerin cehalet övgüleriyle kapitalizmin kâr hırsı işbirliği içindedir. Zira bu tip hakikat bükücü makbul akademisyenler hem kamu kaynaklarını, hem bilimin otoritesini, hem de işgal ettikleri postların itibarını eşgüdümlü olarak yağmalama konusunda kapitalizmin temel mantığına muhteşem uyum sağlamışlardır. Kapitalizm de bir yandan bilimin otoritesini yıllarca kâr hırsına payanda etmekten geri durmamış, ne zaman ki bilimsel gerçekler kapitalizmin çarkına çomak sokmaya başlamış, bilimsel hakikatleri kuşkulu hale getirmek için safsataları ortaya salmıştır. Aynı şekilde, günümüzün hakikat bükücü makbul akademisyeninin safsata uzmanlığıyla kapitalizmin sapkın akıl yürütmesi kusursuz bir uyum içindedir. Zira kapitalizmin bilimsel hakikatleri kuşkulu hale getirmek için öne sürdüğü akıl yürütme şu şekildedir: “Toplumsal hayattaki her şey para ve finansal çıkarlarla ilgilidir, dolayısıyla (misal) iklim değişimi diye bir şey yoktur.” Aynı safsatayı neoliberal politikaların şampiyonluğunu da üstlenen başta Donald Trump olmak üzere muhafazakâr popülist liderlerin COVID krizinde de savunduğunu unutmamak gerekir. COVID pandemisinin Çin’in komplosu olduğundan tutun da, uluslararası çıkar gruplarının aşı satmak için yarattığı bir komplo olduğuna kadar pek çok tevatür, hem bilimsel araştırmaları, hem de bir kamu sağlığı sorununun nasıl çözüleceğine dair önerileri kuşkulu hale getirmiştir. Buradaki “bilimsel olguların reddedilmesi, inkâr edilmesi çoğu zaman kapitalizmin asıl travmatik boyutunu bilmezden gelmenin aldığı biçimlerden birisi”1Alenka Zupancic (2024), Biliyorum, ama yine de…, (Çev. Barış Engin Aksoy), İstanbul: Metis, s. 45-46. olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Bu nedenle, her zaman ideolojik örtmeceyle gizlemeye çalıştığı, toplumsal eşitsizliğin tarihsel değil doğal bir fenomen olduğu savını hiç kuşku ve sorgulama ihtiyacı duymadan içselleştirebilir bu makbul akademisyenler. Tam da bu nedenle bu tür akademisyenlere göre, kapitalizm değil, kapitalizmi eleştiren ve bugünü aşarak bir gelecek ütopyası öneren sol politik hareketlerdir ideolojik olan. İşte bu yüzden kapitalizmin yarattığı lağım çukuru, kapitalizmin yol açtığı çürümüş toplumsal ortam bu tip hakikat bükücü makbul akademisyenlerin yetiştiği mümbit topraklardır. İşte yine bu nedenle bu tip akademisyenlerle mücadele etmenin en temel yolu, kapitalizmle mücadele etmekten geçer.