Bilgi Güç müdür?

Bilgiyle ilişki kurma ve onu kullanma biçimimiz epistemik ve düşünsel doğamız hakkında çok şey anlatır.
Okuma listesi
Editör:
The Philosopher
Özgün Başlık:
Knowledge

Francis Bacon genellikle, dinî meditasyonlar derlemesi Meditationes Sacrae’de (1597) ortaya attığı “Bilgi güçtür” düşüncesiyle bilinir. Erken dönem ampirizmine sıkı sıkıya bağlı olan Bacon, bilimde deneysel yöntemin kurulmasında etkiye sahiptir. Bu bağlamda, “Bilgi güçtür” iddiası, Bacon’un yaşamı süresince meydana gelmiş ve ona göre daha önce keşfedilmemiş bir gücü temsil eden ilerlemelere duyduğu saygının bir yansıması olarak okunabilir.

Bugün, bu iddia bir tür özlü söze; sınıflardaki motivasyon posterlerine ve okul sloganlarına dönüşmüştür, ayrıca ürün pazarlama ekipleri arasında da bilinirliği daha az değildir. Örneğin bu ifadenin Volkswagen’in bir kamyonet reklamında kullanıldığını görmüştüm. Keza siz de internette “Bilgi güçtür” ifadesini aratırsanız, öne çıkan sonuçlar sizi Latince “Scientia potentia est” cümlesine ve onun Baconcı kökenlerine değil, PlayStation tarafından 2017’de piyasaya sürülmüş “aşırı eğlenceli bir bilgi oyunu şovu”na ve tatminsiz oyunculardan gelen yığınla eleştirel incelemeye yönlendirecektir.

“Bilgi güçtür” iddiasının böylesi çağdaş uyarlamaları her ne kadar kafa karıştırıcı olsa da 21. yüzyılda bu sözün ne anlama geldiğine dair ilginç bir şeyi yansıtıyor. Öncelikle bu fikri hâlâ tanıdığımızı ve onunla hâlâ ilgilendiğimize işaret ediyor. Dahası, eğitimciler ve pazarlamacılar tarafından bilinirliği ve benzeri kullanımları, olumlu çağrışımını asırlardır koruduğunu gösteriyor. Bu çağrışımlar, hiç kuşkusuz, en azından kısmen, Bacon’ın Avrupa Aydınlanmasının ongun tohumlarını ektiği bilimsel devrimin başında, fikirlerini ilk kez dile getirdiği kültürel bağlama dayandırılabilir. Bilgi, öyle görünüyor ki hâlâ güçtür.

Elbette, “Bilgi güçtür” savı, bilgi ile gücün aynı şey olduğunu ifade eden lafzi bir özdeşlik iddiası değildir. Bir bilgi analizi değildir, daha ziyade bilginin yaşamlarımızda oynayabileceği ve oynadığı role dair bir savdır. Bu, asli bir soruyu yanıtsız bırakır: Bilgi tam olarak nedir? Bu soru, bilgiyi araştırmanın kendisi kadar eskidir ve Platon’un epistemoloji üzerine en kapsamlı eseri Theaitetos‘un temelini oluşturur. Ve belirtmek gerekir ki son yıllarda da bu soruyu yanıtlama teşebbüslerinde bir azalma yoktur. Hatta bilginin analiziyle uğraşmak, 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca epistemolojik çalışmaların küçümsenmeyecek bir kısmını oluşturmuştur.

Bu uğraşın fitilini, 1963’te “Gerekçelendirilmiş Doğru İnanç Bilgi midir?” başlıklı kısa bir makale ateşlemişti. Bu makalede yazar, Edmund Gettier, basit iki örnek kullanarak başlıktaki sorunun yanıtının “hayır” olması gerektiğini ikna edici bir biçimde savunmuş, dolayısıyla Platon’un Theaitetos‘unda ortaya konulan (fakat aslında onaylanmamış) ve yaygın şekilde (gerekçelendirilmiş doğru inanç olarak) kabul görmüş bilgi tanımına karşı çıkmıştır. Gettier’in makalesi bir nevi epistemolojik devrimi tetiklemiştir. Makalenin kelime sayısıyla, sonrasında yayımlanan çalışmaların kelime sayıları kıyaslandığında, bu yazının, şüphesiz, 20. yüzyılın en üretken felsefi eserlerinden biri olduğu görülür.

Fakat makaleyi izleyen yıllarda yazılıp çizilen ve gitgide karmaşıklaşan bilgi çözümlemelerinin, epistemolojinin ilerleyişi bakımından tümüyle olumlu olup olmadığını söylemek bir hayli güç. Epistemolojiye giriş dersleri bunun çarpıcı bir örneğidir. Felsefe okumaya karar vermiş hevesli lisans öğrencileri, son birkaç yılda, koyun şeklinde köpekler ve sahte ahırlara ilişkin bir dizi soyut örnek ve karşıt örnekle dolup taşan epistemoloji ders kitaplarıyla karşılaşmıştır (Bunların tümü “Gettier Vakaları” olarak bilinir). Bu dersleri bizzat verenlerdenim. Sınıftaki tartışmalar eğlenceli olabiliyor ve Gettier Vakaları, öğrencilerin analiz becerilerini geliştirmeye yarayan bir alıştırma işlevi görebiliyor. Ancak bilgi bilimine, ilgi çekici ve kapsayıcı bir başlangıç olmak bakımından bu dersler, yeni nesil bilgi kuramcılarını cezbedecek ve teşvik edecek ögelerden yoksundur. Bilgiyi tanımlamak gibi analitik bir göreve (her ne kadar önemliyse de), yakın zamana kadar, bilginin yaşamlarımızdaki rolünü inceleme pahasına gerçekleşmiştir.

Ne mutlu ki gidişat değişiyor. Çağdaş epistemoloji, son yıllarda, yalnızca bilginin ne olduğuna değil, onunla ne yapacağımıza, ona kimin sahip olduğuna ve olmadığına, nasıl türediğine, ona nasıl erişildiğine ve nasıl aktarıldığına, kimliğimizi ve yaşamlarımızı nasıl şekillendirdiğine ilişkin çeşitli konu başlıklarını kapsayacak biçimde genişledi. Öyle ki bilgi kuramcılar bir kez daha ahlakçılar, siyaset felsefecileri, hukuk felsefecileri ve eğitim bilimciler gibi farklı disiplinlerden uzmanlarla beraber çalışıyor. Bu değişim bir yazara ya da felsefi bir katkıya indirgenemese de, kendi epistemolojik devriminin habercisidir. Belki de bilgi üzerine bir kitap yazmak için daha iyi bir zaman hiç olmamıştı.

Peki, bilgiyle ilgili bu yeni sorulara yanıt bulmak için hangi yaklaşımlar ortaya çıkıyor? Bilginin bizi nasıl şekillendirdiği sorusunu ele alalım. Bilgiyle (ve inanç, gerekçe ve kavrayış gibi öbür epistemik unsurlarla) ilişki kurma ve onu (ve bu unsurları) kullanma biçimimiz epistemik ve düşünsel doğamız hakkında çok şey anlatır. Örneğin biri, yeni bilgiyi çeşitli konularda aramaya meyillidir, ki bu, azimli, meraklı ve farklı düşünce ve görüşleri dinlemeye istekli veya açık fikirli biri olduğuna işaret eder. Biri, Sokrates gibi, belirli bir konuda pek az şey bildiğini (ya da hiçbir şey bilmediğini!) iddia eder ve düşünsel alçakgönüllülüğünü gösterir ya da öte yandan, kendi bilgisini abartmaya meyillidir ve böylece kibrine yenik düşer.

Düşünsel doğamızın bu farklı özellikleri ya da yönleri, kavrayış ve iletişim biçimimizden karmaşık konuları tartışma biçimimize kadar her şeyi etkiler. Bu özellikleri anlamak çağdaş epistemolojik sorunların anahtarıdır: Sınıflarda ve işyerlerinde düşünsel doğamızın farklı yönlerini geliştirebilir miyiz? Örneğin insanların daha açık fikirli, daha az bağnaz ya da düşüncelerinde daha titiz bir hâle gelmelerine yardımcı olabilir miyiz? Olabilirsek, olmalı mıyız? Düşünsel erdemler ve kusurlar da denen bu özelliklerin çözümlenmesi ve incelenmesi, temelde bireyler olarak nasıl daha iyi birer düşünür ve bilgi sahibi olabileceğimize dair sorularla ilgilenen bilgi kuramcılarının üstlendiği bir görevdir.

Benzer şekilde, feminist epistemoloji de ‘bilen’ olmanın ne anlama geldiği sorusuna, bir duruş noktasına veya bakış açısına sahip olmanın gerekliliğini dikkate alarak yaklaşır. En nihayetinde bilmek belirli bir bilen ile onun içinde yaşadığı dünya arasındaki bir ilişkidir. Dolayısıyla bilgi konumlandırılmış olandır. Bu, birinin neyi bildiğini, onu nasıl ve niçin bildiğini önemli ölçüde etkileyebilir. Örneğin kişinin bir olayı algılayışı cinsiyeti, ırkı, cinsel yönelimi veya onlara özgü başka bir şey tarafından etkileniyorsa, yaşananlar hakkında, aynı olaya şahit olan bir başkasına kıyasla tamamen farklı şeyler bilebilir. Farklı bakış açıları bireyler için baştan aşağı farklı deneyimlere yol açabilir.

Üstelik, bireylere odaklanmak büyük resmi görmemize engel olur. Felsefe tarihi boyunca, düşünmek, bir yalnızlık faaliyeti olarak nitelenmiştir, ancak bilgi hiçlikten doğmaz. Geçmişte edindiğimiz bilgiler veya çevremizin paylaştığı görüşler doğrultusunda, sınıflarda veya kütüphanelerde, gazeteler, internet veya akran sohbetleri aracılığıyla akıl yürütür ve inançlar oluştururuz. Kısacası bilgimizin çoğu için başkalarına güveniriz. Bu da demektir ki bilgi edinimi ve değişimi, epistemik evrenin vazgeçilmez ögeleridir.

Yaşamımızın ilk yıllarında ebeveynimizden ve hocalarımızdan; olgunlaştıkça da çeşitli kaynakların tanıklığından öğrendiklerimizi düşünün. Benzer şekilde, son yıllarda, soruşturma da ilgi gören bir konu hâline gelmiştir. Sorduğumuz sorular çoğu kez edineceğimiz bilgiyi belirler, bu nedenle erken yaşların en değerli epistemik araçlardan birini oluşturur. Bilgi kuramcılar sadece soruşturmanın ve tanıklığın doğasını değil, aynı zamanda onları yöneten normları da inceler.

Bu eylemlerin doğasını anlamak uçsuz bucaksız çevrimiçi bilgi yığınıın varlığı ve sömürülüşüyle tanımlanan bir dünyada, sözde Bilgi Çağında belki de her zamankinden daha önemlidir. Hakikat Sonrası Çağda bilgi çarpıtma ve “yalan haberler” medeni yaşamın muzır hastalıklarından yalnızca birkaçıdır. Yanlış bilgilerin yayılmasını kontrol altına alabilir miyiz ya da ne derecede kontrol altına almalıyız? Çevrimiçi bilginin niteliğini nasıl artırabiliriz ve yapay zekâya bilgiyi üretmesinde ve yaymasında ne kadar güvenebiliriz? Sosyal epistemologlar temelde, bilenler topluluğu olarak, bilgiyi nasıl edindiğimiz, ilettiğimiz ve yönettiğimiz sorularına yanıt aramakla meşguldür.

Bu sorular kurumlarımızla olduğu kadar dahil olduğumuz epistemik cemaatlerle de alakalıdır. Doğruyu ararken kime veya neye güveneceğimizi bilmek her zamanki kadar önemlidir ve siyasetçilere, medya kuruluşlarına, büyük şirketlere ve bilime karşı azalan güven, kurumsal bağlamda bilginin nasıl sunulduğunu gözler önüne serer. Hatta komplo teorilerindeki bariz yükseliş, çeşitli konulardaki artan kutuplaşmayla birleşince uzmanlık kavramının kendisini gözden geçirmeye başladık. Bunlar, hayati ve derin epistemik sorunlardır.

Açıktır ki sosyal epistemologlar tarafından ele alınan ana konular gündelik hayatımızın birçok noktasına temas ettiği gibi ahlak ve siyaset alanlarına da temas eder. Miranda Fricker’ın gündeme getirdiği bir diğer ahlaki ve siyasi epistemoloji konusu ise epistemik adalet ve adaletsizliktir. Epistemik adaletsizlik, alışılageldik şekliyle bir bireyin bir bilen olarak yok sayıldığı veya haklarının ihlal edildiği durumlarda kendini gösterir. Bir siyahinin tanıklığının mahkemede, ırksal önyargılar sebebiyle yok sayıldığını düşünün. Epistemik adaletsizlik deneyimleri buna karşılık, epistemik hakları nasıl tanımlayacağımız ve koruyacağımıza dair sorular yöneltir: bilme hakkı, bilgilendirilme hakkı ve anlama hakkı gibi. Örneğin kullandığımız bir ilacın olası yan etkilerini bilmeye veya kişisel verilerimizin toplanması ve izlenmesi hakkında bilgilendirilmeye hakkımız var mıdır? Eğer varsa bu hakları sürekli kılmak ve korumak kimlerin sorumluluğundadır? İşte, bilgiyi anlamanın ahlaki ve hukuki kuramların derin sularına daldığı yer.

***

Çağdaş epistemoloji kuramlarının uygulama alanlarının ne denli kapsamlı olduğu da şimdiye dek açıkça anlaşılmıştır. Bilgiyi tanımlamaya ilişkin salt analitik bir görev olmaktan çıkan epistemoloji çalışmaları, bugün yaşamımızın neredeyse her köşesini kuşatmıştır. Bu durum, teoriyi hayata geçirmenin önemini vurguluyor. Bilgi felsefecileri, bilginin farklı ortamlardaki rolünü hem vurgulamaya hem de açıklığa kavuşturmaya, bu ortamlarda çalışarak epistemik riskleri ve zararları asgari düzeye indirmeye ve epistemik unsurların niteliğini ve erişilebilirliğini artırmaya elverişli bir konumdadır. Belki de bunun en belirgin olduğu alan, epistemolojinin önemli katkılarda bulunacağı eğitimdir.

Genel anlamda, bilgi kuramcıları, artık yalnızca bilgiyi tanımakla uğraşmıyor, çeşitli kaynaklardan faydalanarak karmaşık, çapraşık ve esasen toplumsal dünyamızda bilginin nasıl bir yer tuttuğuna ışık tutacak çok sayıda konuyla ilgileniyor. Bu sorular çağdaş epistemolojinin genişleyen ufkunun göstergesidir. Bunlar bizi dönüp dolaşıp Bacon’ın “Bilgi güçtür” iddiasına getiriyor. Bacon, günümüzde bilginin kullanımını ve yanlış kullanımını nasıl değerlendirirdi, diye sormadan edemeyiz. Hatta bu, şu an bilgi biliminin merkezinde olan birkaç soruyu daha doğuruyor: Ne tür bir güç?

Bunları okudunuz mu?