Kitaplarınızdan birinin başlığı açık ve net: “Kusursuz Aşk Yoktur”. Neden bu konu üzerine yazdınız?
İki nedenden dolayı. Öncelikle, antropolojik evrensellerle ilgileniyorum ve aşkın da bunlardan biri olduğunu düşünüyorum: Toplumsal kurallar, evlilik kurumları, flört ritüelleri, cinsel yasaklar, kadın erkek roller muazzam biçimde değişse de, tarihin her döneminde ve tüm toplumlarda, âşıklar arasında adına “aşk” dediğimiz bir ilişki biçimi sabittir; bunun en büyük tanığı ise dünya edebiyatı ve şiirdir. Başka bir deyişle, sonsuz çeşitliliğinin ötesinde, tıpkı müziğin ya da dilin varlığına inandığım gibi, aşkın varlığına inanıyorum. Pek çok şeyde olduğu gibi, tüm bu konularda geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren hâkim olan sosyolojik veya tarihsel görelilik eğilimine karşı duruyorum. Şu bir gerçek ki, tarihçiler ve sosyologlar işlerini yapıyorlar. “Aşkın güzel hikâyeler ve büyük duygular olduğunu mu sanıyorsunuz? Safsınız! Aşk, gündelik hayatın bir parçası ve sınıfsal farklılıklardır!” diyorlar. Haksız değiller ama kendi alanlarından konuşuyorlar. Fakat filozofların rolü, kavramla ilgilenmek ve onun değişmez unsurlarını analiz etmektir; bunu yaparken de psikolojik, sosyal koşullar ya da duyguların tarihsel göreliliğini inkâr etmemektir.
Peki ikinci neden?
Birincisinden çıkarılabilir bu. Sadece aşka inanmakla kalmıyorum, aynı zamanda felsefeye de inanıyorum. Arkadaşım Ruwen Ogien -bugün hayatta değil- “aşk tanımlanamazdır” diyordu. Gerçek sorunun aşk değil, cinsellik olduğunu düşünüyordu. Aşkı tanımlamam için bana meydan okudu. “Aşkın bir tanımı yoktur,” diyordu, “her zaman karşı örnekler bulursunuz.” Bu yüzden felsefenin, temelde oldukça kırılgan olan kavramsal analiz silahlarıyla, bu engeli aşabileceğini ve hem kavramın sağlamlığını hem de tekil deneyimlerin büyük çeşitliliğini aynı anda koruyabileceğini göstermek istedim. Aşkı savunmam, her şeyden önce felsefeyi savunmamdır.
Aşkı keşfeden gençler, sevilip sevilmediklerinden ziyade sevip sevmediklerini sorgularlar: hissettiğim bu şey, aşk mı?
Üçüncü bir neden daha ekliyorum, belki daha az önemli: Konferanslar verirken fark ettim ki, genellikle sanılanın aksine, ilk kez âşık olanlar -başka bir deyişle aşkı yeni keşfeden ergenler- “Acaba seviliyor muyum?” sorusunu sormaktan çok “Acaba seviyor muyum?” sorusunu soruyorlar. Hissettikleri şeyin aşk olup olmadığını sadece betimleyici terimlerle (Hissettiğim bu şey aşk mı?) değil, aynı zamanda normatif terimlerle de (Hissettiğim bu şey, olması gereken aşk mı?) sorguluyorlar. Ve aşkı yaşamanın doğru ya da yanlış bir yolu olmadığını, aşkın binbir türlü yolu olduğunu fark etmek rahatlatıcı olabiliyor.
Aşkı tanımlamak için, klasik üçlü ayrım olan eros, philia ve agape‘yi değil de başka bir üçlü ayrımı kullanıyorsunuz. Niçin?
Bu üç kavramın üç farklı aşk türünü ya da herhangi bir şeyin üç türünü temsil ettiğini düşünmüyorum. Bunlar birbirinden bağımsız kavramlar. Bağlılık ya da sevgi göstermenin çok sayıda yolu vardır -yani “biz” olmanın birçok biçimi mevcut- ancak bu üç “biz” biçiminin (eros, philia, agape) diğerlerine göre özel ya da ayrıcalıklı bir yeri yoktur. Bunlar aynı türün farklı biçimleri değildir. Eros arzunun kutbunu, philia dostluğun kutbunu, agape ise insan sevgisini temsil eder. Peki, bunların arasında ortak bir şey olduğu nasıl söylenebilir? Hristiyanlık, agapé kavramıyla komşuya duyulan sevgiyle romantik aşk arasında bir süreklilik kurmak ister. Bu onun problemidir. Ben böyle bir sürekliliğe kesinlikle inanmıyorum. Ama isteyenler aşkı evrensel bir kardeşliğin, ilahi sevginin ya da sonsuzluğa duyulan özlemin bir ifadesi olarak görebilir, bu onlara kalmış.
Dostlukta öteki, benim bir başka ben’imdir; tutkuda öteki, benim içimdedir; arzuda ise ben, ötekine yönelmiş durumdadır.
Her hâlükârda, aşkın tanımı değildir bunlar. Dostluk da bir aşk biçimi değildir; aşk da dostluğun bir biçimi değildir. Elbette “sevmek” fiilinin, özellikle Fransızcada, çok anlamlı olduğu açık; ama bu, kavram için geçerli değildir: Bir aşk hikâyesi ya da bir aşk acısı, ne bir dostluk hikâyesidir ne de bir inanç krizi. Çok uzak kültürlere veya dillere baktığımızda da açıkça görülür ki; romantik ilişki, ilahi olanla ilişki ve dostane ilişki aynı kelimelerle anlatılmaz, aynı kavramsal çerçevede düşünülmez.
Siz de bir üçleme öneriyorsunuz…
Elbette, ama benim sözünü ettiğim kutuplar üç farklı aşk türü değildir. Aksine, bunlar aşkın zıttı olan üç kavramdır ve aşkı öncelikle bu karşıtlık yoluyla tanımlamaya yarar. Şunu söylüyorum: Aşk, arzu değildir, çünkü arzu tek başına aşk değildir. Şunu da söylüyorum: Dostluk ya da tutku tek başına aşk değildir. Bu üç kutup birbirinden bağımsızdır, aynı varlık kategorisine ait değildir. Dostluk bir ilişkidir, tutku bir durumdur, arzu ise bir yönelimdir. Dostlukta öteki, benim bir başka ben’imdir; tutkuda öteki, benim içimdedir; arzuda ise ben, ötekine yönelmiş durumdadır.
Zamanla değişime en az açık olan kutup dostluk kutbudur. Arzu tükenir, tutku ise insanı içten içe yiyip bitirebilir. Oysa dostluk bakidir. Aşkın dostane boyutu -ki bu tam olarak dostluk değildir- olmazsa, aşk sürekli bir tehlike altındadır.
Bununla birlikte, içinde dostça bir bileşen, arzusal bir bileşen ve bir de tutkulu bir bileşen barındırmayan bir aşk yoktur; dolayısıyla bu üç bileşenin her birinden -son derece değişken oranlarda da olsa- mutlaka bir pay bulunur. Başka bir deyişle, bu eğilimlerden en az ikisinin, genellikle de üçünün kaynaşmasıyla birlikte hem kavramsal hem duygusal olarak “aşk” dediğimiz yeni bir şey ortaya çıkar. Burada özellikle “kaynaşma”dan söz ediyorum: Tıpkı iyi yapılmış bir pastada unun, yumurtanın ve sütün tadının artık ayırt edilememesi gibi, başlangıçtaki bileşenlerin artık tanınmadığı bir karışım. “Aşk” denilen bu kaynaşma, kararsız ve dengesizdir; çünkü üç unsur birbirinden farklı, heterojen yapılardadır. Bunlar, birbirinden bağımsız insani eğilimlerden kaynaklanır. Dostluk, insanın toplumsallığına dayanır ve onun en temel duygusal tezahürüdür; tutku, duygular dünyasından gelir; insani duyumsamanın yoğun, takıntılı halidir ve özgün biçimiyle insana aittir; arzu ise doğal ihtiyaçlar (çiftleşme) dünyasından gelir ve bunun insani dışavurumudur.
Ama dostluk + arzu + tutku bir araya geldiğinde, artık bu ne sadece dostluktur ne tam anlamıyla arzudur ne de saf bir tutkudur.
Arzu ile tutku arasındaki farkı açıklayabilir misiniz?
Arzu esasen diğerine karşı fiziksel, bedensel bir çekimdir: dokunma, öpme, sevişme arzusu. Arzu, aşk değildir. Arzunun bazı gerçekleşme biçimleri suç olabilir; örneğin tecavüz. İnsan bir yabancıyı hatta küçümsediği birini bile arzulayabilir. Tutku ise zihnin bir nesneye odaklanmasıdır. Futbola, kumara, uyuşturucuya tutkulu olunabilir. Bir kişiye karşı yoğun bir tutku da hissedilebilir ama bu tutku nefret, kıskançlık ya da haset tutkusu olabilir. Bir tutkunun aşkla ilgili olması için, başka bir şeyle en azından kısmi bir birleşme, bir arzu eğilimi ve/veya dostça bir eğilim gerekir. Ben arzunun bir “eğilim”, tutkunun ise bir “durum” olduğunu söyledim: Bu, alerji ile hastalık arasındaki fark gibidir -ya da dilerseniz- iyi ruh hâli ile neşe arasındaki fark gibidir.
Arzu ve tutku dostluk olmadan birleştiğinde ne olur?
Tutku zihni sürekli meşgul eder, öyle ki kişiyi nesnesine bağımlı hâle getirir. Aşk tutkusu içinde insan karşısındakini düşünmeden edemez; yaşanan, düşünülen ne varsa sürekli onu hatırlatır. Tutku ölçülebilir! Örneğin, bir saatlik buluşma için kaç kilometre yol gidebileceğinizle: Tutkunuzun nesnesini sadece bir saat görmek için ne kadar yol gitmeye razısınız? Artık “bağımlı”sınızdır. Ama aynı anda bedensel hazza da takıntılı olunabilir. İki edebi örnek vereyim. Bir tutku dolu erotik aşk örneği: Phèdre’in (Racine’in eseri) üvey oğlu Hippolyte’a olan aşkı -onu yiyip bitiren arzulu bir tutkudur bu. Benzer biçimde, Nagisa Oshima’nın 1976 tarihli Duyular İmparatorluğu filmi, tutkusal erotizme güzel bir örnektir. Bu iki durumda da dostça bir eğilim yoktur; yani tutkuyu biraz neşeyle renklendirecek ya da arzuyu birazcık şefkatle yumuşatacak bir yön bulunmaz. Genel olarak söylemek gerekirse, bu tür tutkular kötü biter…
Bu bileşenler arasında en dengeli olan hangisidir?
En kararlı olan, elbette ki dostane eğilimdir. Çünkü dostluk karşılıklılık gerektirir -bu onun en temel özelliğidir. Birinin dostu olduğumuzu, eğer o kişi de kendisini bizim dostumuz olarak görmüyorsa, düşünemeyiz, söyleyemeyiz. Arzu ise tek yönlüdür. Paylaşılabilir belki ama bu, sadece kesişen iki ayrı arzudur. Tutku için de durum aynıdır: Herkesi kendi biçiminde etkisi altına alır ama iki kişi arasında aynı şekilde tezahür etmesi gerekmez. Aşk paylaşıldığında bile nadiren bakışımlıdır. İnsan, sevildiği gibi sevmez; çünkü insanlar arzu ettikleri gibi arzulanmazlar ve tutku da zihni herkesin içinde farklı şekillerde işgal eder. Zamanla değişime en az açık olan kutup dostluktur. Arzu tükenir, tutku ise kemirici olabilir. Ama dostluk bakidir. Aşkın dostane boyutu olmadan -ki bu tam olarak dostluk değildir- aşk sürekli bir tehlike altındadır.
Dostluk Aristoteles’in büyük temasıdır. Peki aşk hakkında konuşmaz mı?
“Philia” kelimesi, hem genel olarak Eski Yunancada hem de özellikle Aristoteles’te, bizim “dostluk” kelimesine verdiğimiz dar anlamı taşımaz. Âşıklar arasındaki ilişki de bir philia biçimidir, tıpkı bir gemi yolculuğunda karşılaşan yolcular arasında kurulabilecek ilişki gibi. “Hiç kimse arkadaşsız yaşamayı seçmez” der Aristoteles. Aslında demek istediği şudur: Başkalarıyla kurulan ilişki olmadan, konuşabileceğimiz, güvenebileceğimiz, birlikte eylemde bulunabileceğimiz, düşünebileceğimiz, fikir alışverişi yapabileceğimiz birileri olmadan yaşanacak hayat insani bir hayat değildir. Bu geniş anlamda bir dostluk olmadan bir yaşam, gerçekten de -bana göre- ne iyi bir yaşamdır ne de mümkün bir yaşamdır. Peki ya aşksız bir yaşam? Bundan pek emin değilim. Aşksız insan hayatı mümkündür diye düşünüyorum. Mutlu olup olmadıklarını bilmiyorum ama bu hayatların, en azından aşka duyulan bir özlemden yoksun olmadıklarına inanıyorum. Her ne olursa olsun, Platon’un Şölen ve Phaidros diyaloglarında yaptığı gibi, Aristoteles aşkı kavramsallaştırmaz -en azından elimizde kalan eserlerinde bunu yapmaz. Ama kaybolmuş bir diyalogunda bunu yapmış olabilir; çünkü Aristoteles’in de Şölen adlı bir diyaloğu olduğu bilinmektedir.
Aşk kalıcı olabilir mi?
Benim cevabım evet, aşk kalıcı olabilir ama sürekli dönüşmesi şartıyla. Arzu da dönüşecektir, ama bu mutlaka tükeneceği anlamına gelmez. Belki daha az baskın hâle gelir; dönemine göre bazen uyur, bazen uyanır. Şefkatle renklenir. Tutku da dönüşür: Örneğin, bir başkasına “başka” olduğu için duyulan tutku, zamanla iki âşık arasında oluşan “biz”e bağlılığa dönüşebilir. Eros (arzu) yatıştıktan sonra, kimi zaman dostça olanla tutkusal olan arasında fark kalmaz: “Ben” ve “öteki” birbirine karışır, sanki kadim bir tutkuyla; her biri hem kendisi için hem de diğeri aracılığıyla düşünür, hem kendisi için hem de diğeri uğruna yaşar. Bedenleri ayrıdır, ama zihinleri artık birdir.
“Seni seviyorum” demek, örtülü bir şekilde “Seni hep seveceğim” demektir.
Tutku ve arzunun bu dönüşümü, eğer dostluk boyutu korunursa, aşkın sürmesine olanak sağlar -ama, artık ilk günkü gibi bir aşk olmadığını kabul etmeye hazır olmak gerekir. Aşkını ilk günkü hâliyle sürdürmeye çalışan herkes hayal kırıklığına uğrayacaktır. Aşk asla aynı kalmaz, ne zaman içinde ne de âşık olan iki kişi için. Başka bir deyişle aşk, hikâyelere yol açar. Bütün şiirler, romanlar, filmler bunu gösterir. Hepimiz bunu yaşarız. Bu da, aslında, aşk tanımımın sonuçlarla doğrulandığı bir kanıttır: Aşk kararsızdır, sürekli değişir, çünkü bileşenleri hiçbir zaman tamamen bütünleşemez. Her aşk bir hikâyeye dönüşmek zorundadır, ve her insan, o hikâyeyi kendince yaşadığı gibi anlatır. Tersinden söylersek: Hikâye yaratmak için aşktan daha güçlü bir şey yoktur –romanlar, tiyatrolar, filmler hep buradan doğar.
Değişkenliğine rağmen, aşk sonsuzluk hissiyle örülü değil midir?
Diyebiliriz ki aşkın temel çelişkisi, sürekli bir değişim içinde yaşanmasına rağmen, aynı zamanda bir tür sonsuzluk hissini de beraberinde getirmesidir. “Ey zaman, durdur uçuşunu” –aşkın karşılıklı ve doyurucu bir biçimde yaşandığı anlarda, Lamartine gibi, her şeyin durmasını arzuluyor gibiyiz. Ama bu “her şey dursun” arzusu, zamanın büsbütün sona ermesi isteği değildir. Aslında istenen şey, zamanın akmaya devam etmesi ama aşkı kaçınılmaz şekilde dönüştüren olayların bir daha yaşanmamasıdır. İstediğimiz şey süreklilik ve kalıcılıktır, ki bunlar da zamanın birer bileşenidir. Aşkla ilgili hayalgücümüzde, şüphesiz bir kalıcılık fantezisi yer alır. Ama bence âşıkların asıl sevdiği şey, sürekli olarak hikâyelerini yeniden anlatmalarıdır.
“Seni ilk gördüğüm günü hatırlıyor musun?”
“Hayır, sen beni fark etmemiştin.”
“Fark ettim ama sen benim seni fark ettiğimi fark etmedin” vb…
Âşıklar hep aynı hikâyeyi anlatır, ama hep farklı biçimde. Kilit anları tekrar tekrar hatırlarlar ama bu anları aslında farklı şekillerde yaşadıklarını fark ederler. Bu olaylara dair algıları da sürekli olarak değişir. Bu anıların ve anlatıların yeniden paylaşılması, aşkı hem besleyen hem de yenileyen çok özel bir yakınlık anıdır. Aşk, geçmişin şimdiki zamandaki tekrarında güç kazanır. Ve tam da bu anlarda, insan bozulmaz bir bütünlük hissi yaşar. Ama işin paradoksu şudur: Bu kalıcılık hissi, aşkın geçirdiği dönüşümler anlatıldığında ve yeniden hatırlandığında ortaya çıkar.
Aşk “sonsuzluk” anlamına mı gelir?1Orijinali : Amour rime avec toujours ?
Evet, “Seni seviyorum” demek, örtülü bir şekilde “Seni hep seveceğim” demektir. Zaten bu yüzden bu cümleyi ilk kez söylemek çoğu zaman zordur. Çünkü ilk söyleyen, bir anlamda kendini açığa vurur, savunmasız hâle gelir. Aynı zamanda, bu itiraf, karşı tarafa da bir karşılık verme baskısı yükler. Aşk itirafı, sadece geçici bir duygunun ifadesi değildir: Anın kırılganlığını aşan bir hissin, neredeyse sonsuzluk vaadi taşıyan bir bağlanmanın ifadesidir. Bu biraz çılgın bir vaat gibidir: Şu anda hissedilen şeyin, sonsuz olacağına duyulan inanç. Ama bir yandan da, hepimiz biliriz ki –söylemeye cesaret edemesek de– bu “sonsuzluk hissi” kırılgandır, geçicidir. Hiç kimse sonsuza dek sevmek zorunda değildir, sevemez de. İşte aşkın o büyük trajedisi budur: Şu anda hissettiğimiz aşkla, sonsuza dek bağlanmak isteriz, ama bu, imkânsızdır. Biz yine de, sevdiğimiz kişiye sonsuza dek bağlanmak isteriz. Ama bu arzunun içinde, derin bir çelişki saklıdır.