Demo v1.0

21 Aralık 2024, Cumartesi

Beta v1.0

Umudun Felsefesi

Sıradan hayatın anlamsız karmaşası bizi umutlarımızda tedbirli ve dik başlı kılmaktan fazlasını içerir.
Çeviren:
Başak Kazan
Kaynak:
The Philosopher

Başlıklar

J.M.E. McTaggart (1866-1925), “Felsefenin işlevi, bilimden daha derin olmasında değil teolojiden daha doğru olmasında; eylemlerle değil dinle ilgili olmasında yatar. Felsefe bize rehberlik etmez fakat umut verir.”

Çağdaş filozofların alışılagelmiş bilgeliğine bu pasajın ortaya koyduğu düşünceden daha yabancı bir şey düşünmek zor. Çağdaş bir filozof, W.V.O Quine (1908-2000), “Öncelikli olarak manevi tatmin için felsefede uzmanlaşan bir araştırmacının yanlış yönlendirildiğini ve onu harekete geçiren entelektüel merak olmadığından muhtemelen başarılı bir öğrenci de olmadığını” savunur. Birçok meslektaşım da kanımca bu konuda hemfikirdirler, ancak McTaggart’ın bunları hemen hemen bir yüzyıl önce yazmış olması bize felsefenin işlevine (use) dair fikirlerin ne kadar hızlı ve büyük ölçüde değişebildiğini göstermektedir.

Modern filozoflar için felsefenin işlevi gerçekliği doğru bir şekilde kavrayabilme yetisi ile alakalıdır, faydası ise entelektüel merakı irdelemesinde yatar. Fakat bu halihazırda sosyal bilimler ve doğa bilimleri tarafından ele alınan bir konu değil mi? Filozoflar çoğunlukla modern bağlamda kendilerine bir yer edinmek için çabalarlar. Kimi filozoflar da bilim insanlarının aksine çok daha genel bir anlayış izlediklerini savunurlar. McTaggart ise gerçekliğin nihai (ultimate) doğası olarak adlandırdığı daha farklı bir anlayış öne sürmüştür. Genel anlayış sunan kişi olarak filozof, en iyi ihtimalle -gerçi bilim insanlarının bu hususta bir yardım talepleri yoktur ama- bilimlerin inşa etmiş olduğu gelişmiş veya karmaşık düşünceler yapısına bezemeler yapmayı ya da bu yapının temellerini sağlamlaştırmayı umabilir. Tam da bu noktada, McTaggart nihai gerçeklikte bu kompleks düşünce yapısına ilişkin tamamen tutarsız bir şey fark etmişti.

McTaggart’ın nihai gerçekliğinde, zaman kavramı ve fiziksel evren yoktur; nihai gerçeklik sadece sonsuz ve karşılıklı sevgi bağları vasıtasıyla meydana gelmiş maddi olmayan bir tinler (spirits) derlemidir. Elizabeth Anscombe’un McTaggart’ın bütün bu çalışmasına dair karakteristik olarak kısa ve özlü incelemesini alıntılamadan duramayacağım:

“Devinim diye bir şeyin var olmadığını savunan Zenon gibi, McTaggart da birçok kişiye onu çürütmesi için ilham kaynağı olmayı başarmıştır ancak iddiayı çürütenler arasında da pek bir düşünce birliği yoktur. Ateist McTaggart’ın olaylara dair genel görüşü, farkına varmasak dahi biz insanların müşterek bir bilgi ve sonsuz bir sevgi yaşamından keyif alıyor oluşumuzdur. Kısacası açıkça böyle ifade etmese bile, McTaggart hepimizin bir nevi tanrılar olduğumuzu düşünüyordu ve bunu mükemmel bir düzyazıyla ifade etmişti.”

McTaggart’ın felsefesi, doğa bilimleri tarafından keşfedilmemiş gerçeklerin var olduğu konusunda doğru hususlar içeriyordu şüphesiz. Ancak biz insanlar sıradan yaşamlarımızı onun nihai gerçekliğinin dışında sürdürdüğümüz için, bunu bilmenin sağladığı yararın rehberlikten çok bir tür umut meselesi olması gerektiğini kendisi de kabul eder.

McTaggart, buluşlarını diğer bilimlerin yöntemlerinden farklı bir yöntemle yaptığını ileri sürmektedir. Ayrıca varoluş, gerçeklik, töz, nitelik, bağıntı gibi doğuştan gelen fikirler üzerine kafa yormuştu. Kendine çok az sayıda deney yapma imkânı tanıyan McTaggart’ın bu deneyleri içgözlemsel türdendi. Örneğin hiçbir şeyin var olmadığını düşünmeyi denemişti ve bunu başaramadığını, hep bir var olanın farkındalığının söz konusu olduğunu görmüştü.

Bu nedenle onun felsefesi Erken Modern Rasyonalistlerin geleneğine aittir. (Bazı tarihçilerin aksine bu terimle bir derdim yok.) Bu geleneğin filozoflarını incelememin nedeni ise eserlerinin sunduğu okuma keyfi ve bu ihtişamlı güzelliğin görümleridir. Fakat çağdaş filozoflar arasında bu filozoflar kötü bir üne sahip. David Stove, McTaggart’ın da dahil olduğu Rasyonalist geleneğin zirvesi İngiliz İdealizmini “Viktorya dönemine ait bir korku hikâyesi” olarak adlandırır. En azından Stove düşmanlığının kaynağını saklamıyordu. İngiliz idealistleri dine fazlasıyla yakın bir felsefe biçimi ortaya koymuştu ve Stove dine karşı bir tür odium theologicum’a1Birebir çevirisi “teolojik nefret” olsa da, tartışmanın taraflarda yarattığı husumet anlamında da kullanılıyor. (Ed.) sahipti: “Dini inançlar itibarsızdır…İnançlar irrasyoneldir ve ortaya çıkardığı duygular da kötüdür.”

Bu, çağdaş filozoflarda daha az belirgin bir saik olsa da, bunun hâlâ bir şekilde var olduğunu düşünüyorum. Pek çok çağdaş zihin filozofunun da yapmaya çalıştığı gibi, öznel içsel deneyimlerin aslında beyinde gözlemlenebilir kimyasal değişiklikler olduğuna dair bir açıklama getirmek gerçekten meşakkatli bir iş. Ancak bu düşünürler böylesine bir açıklama yapılmamasının, doğa bilimlerinin görüş alanının ötesindeki şeyleri kabul etmemize yol açacağı hususunda endişeliler. Bu da ‘umut edilen şeylerin özü, görünmeyen gerçekliklerin kanıtlarına’2İbraniler 11:1. Bunu David Bentley Harts’ın mükemmel ve yeni çevirisinden alıntılıyorum. [Tamamı şu şekildedir: “İman, umut edilenlere güvenmek, görünmeyen şeylerin varlığından emin olmaktır.”] dair travmatik Pazar Okulu3Pazar günleri dini eğitim veren kiliseye bağlı okul. (Çev.) anılarını tetiklemektedir

Spinoza’nın ifadesiyle ‘zihnin gözlerini’4Sanırım Etika’daki şu pasaja atıf: “Sonsuzluğun bakışı altında bedenin özünü açıklayan bu fikir, dediğimiz gibi, zihnin özüne ait belirli bir düşünem biçimidir ve zorunlu olarak ezeli ve ebedidir… Çünkü zihnin şeyleri şeyleri görmesini ve gözlemlemesini sağlayan gözleri aslında birer göstergedir.” Spinoza, Etika, çev. Çiğdem Dürüşken, V. Bölüm, XXIII. Önerme. (Ed.) saf akıl olarak kullanmak için filozof, bilimsel titizliğin göremediği şeyleri kavramayı riskini üstlenir. Ve belki de kendini üstün bir çabayla dinden soyutlamış bilimsel fikirli filozof, sonradan bazı tortusal duygusallıklara teslim olmama ve rasyonel görümün nihai gerçekliğini yersiz fantezi nesneleriyle doldurmama konusunda kendine güvenmiyordur. Ruth Lyda Saw’ın da sorguladığı gibi, her ne kadar filozoflar neden düşünürkenki değil de gözlerimizi açtığımızdaki duruma bilgi (knowledge) denmesi gerektiğine dair yeterli bir açıklama getirmemiş olsa da, zihnin gözlerini tamamen kapatmakta fayda var. İlginçtir ki, In His Defence of Pure Reason kitabında Laurence Bonjour, doğru kullanıldığı takdirde McTaggartçı görüme benzer bir şeyi haklılandıramayacağı güvencesiyle rasyonel kavrayış yetisinin kabul edilmesini savunur. Bana göre bu, düzgün çalındığında müzik üretmeyeceği güvencesiyle birini piyano almaya ikna etmekten farksız değil.

Ben sadece bir tarih felsefecisiyim ve doğru felsefi yöntemler üzerine konuşma yapacak kadar yetkin değilim. Ancak A.N. Whitehead’in otoritesine dayanarak felsefe dizgelerinin çürütülemeyeceğini, yalnızca terk edilebileceğine inanıyorum. Dizgelerin terk edilmesinin sebepleri ise tam olarak tarihçinin kapsam veya görüş alanına girer. Rasyonalizmin terk edilmesinin, Stove’unki gibi bir tutumun yaygınlığıyla ilgili olduğuna inanıyorum, yani “evrenin güven verici veya teselli edici olmasına yönelik dini talepten” muaf olacak kadar kuvvetli bir müdrikeye sahip olmanın verdiği gururla ilgili olduğuna.

Çağdaş filozofların neden bu kadar sabit fikirli görünmeye hevesli olduklarını tam olarak anlamış değilim. Bilim insanlarının onları alaya alacaklarından korkuyor olmaları muhtemel fakat bu korkuları çok da yersiz sayılmaz. “Bilim Adamı” (aslında mühendis) Bill Nye, felsefe dersleri almayı düşünen genç bir hayranı kendisinden tavsiye istediğinde, kıkırdayarak, ayağına bir çekiç indirmesini ve dönüp gerçek olup olmadığına bakmasını önermiştir. O halde çağdaş felsefenin, Rasyonalistlerin –ki onlar çekicin varlığını bile reddedecek türden filozoflardı– mirasını örtbas etmek istemesi şaşırtıcı değildir. Ama ne önemi var? Yine de dizgeleri, sıra dışı dehanın en güzel eserleri idi. Bunu ne Bill Nye ne Richard Feynman ne de Stephan Hawking’in anlamasını ummuyorum. Zaten ben de onların denklemlerini anlayamam, neyse ki dünyada hâlâ hepimiz için yetecek kadar yer var.

Buna rağmen, Stove’un İngiliz İdealizminin ardındaki motivasyonun bazı insanların dini yorumlayabileceği bir umut olarak tanımlamasında yanıldığını düşünmüyorum. Zaten McTaggart‘ın da ateist olmasına rağmen fikrini çok açık bir şekilde ortaya koyduğunu gördük. Yine aynı motivasyon birçok Rasyonalisti de harekete geçirmiş olabilir. Spinoza’nın ilk eseri, sonsuzluğun neşesi olabilecek gerçek iyinin peşinde koşmanın birincil saik olduğunu beyan eder. Descartes da aksine Meditasyonlar kitabının başında istikrarlı ve bilimde kalıcı olanın peşinde olmayı savunsa da, sonraları Sorbonne’daki İlahiyat Fakültesine çok daha dini ve farklı bir saik sunmuştur. Stove ise böyle bir saike sahip olmaktaki sorunun ne olduğuna dair asla konuşmaz, zaten her Rasyonalist filozofun illaki teselli edici bir görüme varacağı fikri de doğru değildir. May Sinclair’ın da dediği gibi, “filozoflar inanması güç Mutlaklar (Absolutes) yaratıp Tanrıyı kilise yaveri, Etik Cemiyeti Başkanı, sonsuza dek geometri ile uğraşan bir matematikçi, pürüpak zümreler kumpanyası” gibi öngördüler. F. H. Bradley’in nihai gerçekliği bana her zaman umutsuz ve nahoş bir yer gibi gelmiştir; neyse ki McTaggart’ın argümanları çok daha iyi.

Ancak bir filozofun görünüşün ötesindeki bir nihai gerçekliğe bakış atma çabasındaki motivasyonunun –sadece genel görünüşün maksimum derecede yakınlaştırılması yerine– görümde huzur bulmak olduğunu varsayalım. Bunda hatalı olanın ne olduğunu anlamıyorum. McTaggart’ın yaşadığı bana mutlu bir hayat gibi geliyor. Yaşarken perdelerin ardından parmaklarının ucunu soktuğu sevgi deryasına dalma umuduyla öldü. Stove ve diğerleri bunu aşırı dini bulabilir. Belki de onlar da kurumsal dinin mağduruydular, ki hepimiz de öyle değil miyiz? Fakat kurumsal din özel bir şey; bir dizi ritüele dayalı pratik ve güç hiyerarşilerinden ibaret bir şey. Kurumsal din büyük Rasyonalist filozofların kılı kırk yaran mantığından ziyade, kapitalizm ve modern devlet ile çok daha benzer özelliğe sahip.

Sıradan hayatın anlamsız karmaşası bizi umutlarımızda tedbirli ve dik başlı kılmaktan fazlasını içerir. Felsefenin partiye katılmasına gerek yok, ki ben de bunu yapmayan filozoflarla vakit geçirmeyi yeğliyorum.

Notlar

(1) Birebir çevirisi “teolojik nefret” olsa da, tartışmanın taraflarda yarattığı husumet anlamında da kullanılıyor. (Ed.)

(2) İbraniler 11:1. Bunu David Bentley Harts’ın mükemmel ve yeni çevirisinden alıntılıyorum. [Tamamı şu şekildedir: “İman, umut edilenlere güvenmek, görünmeyen şeylerin varlığından emin olmaktır.”]

(3) Pazar günleri dini eğitim veren kiliseye bağlı okul. (Çev.)

(4) Sanırım Etika’daki şu pasaja atıf: “Sonsuzluğun bakışı altında bedenin özünü açıklayan bu fikir, dediğimiz gibi, zihnin özüne ait belirli bir düşünem biçimidir ve zorunlu olarak ezeli ve ebedidir… Çünkü zihnin şeyleri şeyleri görmesini ve gözlemlemesini sağlayan gözleri aslında birer göstergedir.” Spinoza, Etika, çev. Çiğdem Dürüşken, V. Bölüm, XXIII. Önerme. (Ed.)