Demo v1.0

6 Ekim 2024, Pazar

Beta v1.0

Pürüzlü Kenarlar: Kurmacanın Politik İmkânları

Romanın bu zamana kadar kendisi için çizilmiş sınırları sürekli yeniden düşünmesi ve dönüştürmesinin hayattaki karşılığı, erkin çizdiği sınırları yeninden düşünmek ve dönüştürmektir.

Başlıklar

Edebiyat bir eyleme biçimi değildir. Deneyim örüntüleri kurma, bireyi toplumla yaratıcı biçimlerde ilişkiye sokma, açık ya da örtük her tür özgürlük karşıtı söylem biçimiyle mücadele etme potansiyeli taşıyan kurmaca; bizzat ifa edici bir güç değilse de, eyleme biçimlerine müdahale etme, yaşantı formlarını yeniden düzenleme gücüne sahiptir. Jacques Rancière edebiyatın bu potansiyeline ilişkin şunları söyler: “Edebiyat, politik bir eylemi ifa etmez, eylemin kolektif biçimlerini yaratmaz; ancak deneyim biçimlerinin çerçevesinin yenilenmesine katkı sunar.”1“Jacques Rancière’in Yöntemi Üzerine Birkaç Not”, Çev. Utku Özmakas, Duvar 17, s. 42. Söz konusu yeniden çerçeveleme de, politik özneleşmenin yeni biçimlerini düşünülebilir kılar.

Kültürel kabuller ve uzlaşımlarla çatışmalı bir ilişkiye girmesiyle kurmaca, “şimdi ve burada” ne yaşadığımızı, nasıl ve ne kadar yaşadığımızı, tüm olanaklarıyla hayatın ne kadarına ulaşabildiğimizi gösterebilir. Tam da bu özelliğiyle söz konusu ulaşımı en başından sınırlayan zihinsel, toplumsal ve siyasi güçlerin varlığı üzerine düşünmeye yöneltebilir bizi. Politik eylemi önceleyen özgürlük talebinin yükselmesine katkı sağlar kurmaca. Adorno’nun kesinlik dozu düşük “Özgür olamayışın ortasında özgürlük benzeri bir şeyi dile getirir sanat” sözünü bu bağlamda da düşünebiliriz.2“Sanat Şen midir?”, Edebiyat Yazıları, Çev. Sabir Yücesoy-Orhan Koçak, Metis Yayınları: 2004, s. 151. Edebiyatın, özgürlüğü değil de “benzeri bir şeyi” dile getirişi, daha özgür hayatlar yaşamak için politik mücadele veren öznelerin kuruluş süreçlerine atıf olarak da anlaşılabilir. “Şiddetine de tanıklık ettiği gerçekliğin üstünde başka bir sahne gibi açılıyor olması”,3Agy. en karanlık, kısıtlayıcı içerikli edebiyatın bile alımlayıcı ruhlara özgürlük benzeri titreşimler yaymasını mümkün kılar. “Benzeri”, “ta kendisi”ne ulaşma arzusunu körükleyecektir her zaman. 

Romanın icadını da türün bugüne kadarki gelişimini de politik ve toplumsal olandan ayrı düşünmek mümkün değil. 19. yüzyılın klasik gerçekçi romanlarına bakalım. Pozitivist anlayışın da etkisiyle, anlatının teknik ögeleri uyumlu, açık ve anlaşılır bir evren imajı vermeye yönelikti. 20. yüzyıla doğru, böyle bir anlatı kurmak, bütünlüklü bir hikâye anlatmak anlamını yitirdi. Proust, Faulkner, Woolf gibi ilk modernist romancılar için zaman kurgusu önem kazandı. Anlatılan zaman daraldı. Toplumsal kırılmalar, Avrupa siyasi ve felsefi tarihindeki krizler, fin de siècle ruhu roman söylemine de yansıdı. Yüzyıl başında Freud’un zihin kuramının da etkisiyle bilinçdışına yönelik dikkatler güçlendi. Bunun sonucunda modernist romancılar bilinç akışı gibi tekniklerle parçalanmış birey zihnini “anda” yakalamaya çalıştılar. Geçmişi şimdide kristalleşmiş haliyle sezdirdiler. Kronolojiyi bozdular. Lukacs’ın ünlü tabiriyle “Tanrının terk ettiği bir dünyanın epiği” değildi roman onlar için. Epik olmakla, destansı, panoramik olay akışlarıyla ilgilenmiyordu modernist romanlar. Modernite ve beraberinde 19. yüzyıl gerçekçi romanları nasıl dünyanın ve romantizmin büyüsünü bozduysa, modernist roman da anlatılan geçmiş zamana, neden-sonuç ilişkilerine, nesnel betimlemelere dayanan 19. yüzyıl romanlarının gerçekçi büyüsünü bozdu. Teknolojik gelişmelerle üretim ilişkilerinin, gündelik hayat deneyimlerinin dramatik biçimde dönüştüğü 19. yüzyıl sonu Avrupa’sında hayat hızlanırken anlatı zamanı yavaşladı. Modernist romanın tahkiyeden ânın betimlenmesine geçerek ulaşmaya çalıştığı hakikatlerde, çağın toplumsal ve siyasi krizleri gizliydi. 

Modernizmin en temel ilkesi olan özerklik, edebiyatın toplumsaldan, politik olandan tamamen kopuk olması demek değil elbette. Özerklik fikri, edebiyat-dışının (toplumsal-siyasi gelişmelerin) edebiyatı belirlediği yargısını ters yüz etmemize imkân veren bir bakış açısı da sunar aslında. Edebiyatın bizzat bireyi, toplumu, politik söylemi etkilediği o ince ve zor dikkat çeken sızıntıları tartışmamızı, düşünmemizi sağlar. Rancière “Estetiğin Siyaseti”nde “Sanatı siyasal kılan temel unsur, dünyanın düzenine dair aktardığı mesajlar ve duygular değildir. Toplumun yapılarını, toplumsal grupların çatışmalarını ve kimliklerini temsil etme tarzı da değildir. Tam da bu işlevlerle arasına koyduğu mesafe, tesis ettiği zaman ve mekân, bu zamanı şekillendirme ve bu mekânı doldurma tarzı sanatı siyasal kılar” diyordu.4Estetiğin Huzursuzluğu içinde, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İletişim Yayınları: 2012, s. 27. Okur bu şekillendirme edimi, bu yenilik atılımı üzerine düşünecek, düşündükçe de dönüşecektir. Zamanı şekillendirme, mekânı doldurma tarzı, yani metnin formunun zihinsel formları dönüştürme kapasitesi romanı siyasallaştırır. Okurun başka bir hayat formunu hayal edebilmesi, okuduğu romanı politik yapan temel unsurdur aslında.

Romanın bu zamana kadar kendisi için çizilmiş sınırları sürekli yeniden düşünmesi ve dönüştürmesinin hayattaki karşılığı, erkin çizdiği sınırları yeninden düşünmek ve dönüştürmektir. Halihazırda düşünebildiklerimizi, söyleyebildiklerimizi değil, henüz düşünemediklerimizi ya da söze dökemediklerimizi gösteren/hissettiren romanın politik açıdan (ve aslında edebi açıdan) bir kıymeti vardır. Hepimizin paylaştığı, dolayısıyla kanıksadığımız, körleştiğimiz gündelik hayat ortaklıkları üzerine düşünmek, belli bir insan oluş biçimini de, bu biçimdeki tarihsel dönüşümleri de açık eder. Roman, karakterlerin betimlenişinde, iç seslerinde bu dönüşümlerin ipuçlarını barındırabilir. İçindeyken farkında olmayabileceğimiz yaşantılara hayretle durup bakmamızı sağlayabilir. Romanın bu gücü hafife alınacak bir şey değildir. Çünkü baskılanmış, tektipleşmiş hayatları değiştirme iradesi her zaman “Biz ne yaşıyoruz?” diye hayretle durup bakmakla başlar. Schiller şöyle diyor: “Daima bütünün küçük bir parçasına bağlı olarak, insan kendisini ancak bir parça olarak yetiştirir, kulağının dibinde daima döndürdüğü çarkın yeknesak gürültüsü ile asla varlığındaki ahengi geliştiremez ve tabiatındaki insanlığı kuvvetlendireceği yerde, sadece işinin ve ilminin bir kopyası olur.”5Estetik Üzerine, çev. Melahat Özgü, Kaknüs Yayınları, 1999, s. 27. İşte roman, başka bir türün yapamayacağı ölçüde o çarkın monoton sesine odaklanarak ya da o ses dışındaki sesleri yaratıcı tekniklerle duyurarak o sesin insanı ne ne hale getirdiğini bizzat gösterebilir.

Rancière “Mevcut Halin Zalim Parıltısı” yazısında, yoksulların evlerini, yaşantılarını betimleyen bir muhabirin yazısından hareketle, “sanatın ve bilimin ötesinde, hayal edilebilir ve onarılabilir olanın ötesinde, ‘mevcut durumun zalim parıltısı’nı algılayan bütünsel vicdan durumu, her şeye rağmen sözcüklerin dolayımından geçmek zorundadır” der.6Aisthesis: Sanatın Estetik Rejiminden Sahneler içinde, çev. Ayşe Deniz Temiz, Monokl Yayınları, 2019, s. 318. Dilin dolayımından, dolayısıyla anlamları tüketime açma potansiyelinden kaçmak mümkün değilse de, roman, tüketilmek üzere formüle edilmiş söylem kalıplarından kaçabildiği, mayın tarlasında temiz toprak parçası kaldıysa o parçalara basabildiği oranda o zalim parıltıyı gösterebilecek güce sahip olacaktır. Öte yandan roman yazarı da tıpkı betimlemenin sanatsal gücünden yararlanan o muhabir gibi, basit bir gözetlemecinin konumunu aşmak için “her bir kırık düğmeyi, ya da yamalı bir giysinin üzerindeki her bir yamayı işgal eden varoluşun doluluğunu ortaya serme”ye çabalayacaktır.  Dilin dolayımı, aynı anda büyük bir imkân ve imkânsızlık barındırır içinde.

Bizi kandırmayan, yalan söylemeyen roman kaçınılmaz bir biçimde politiktir. Öte yandan roman kurmaca olmakla zaten yalandır; nasıl olacak da yalan söylemeyecek? Kurmacalığından vazgeçerek, yani kendini yok ederek mi? Böyle bir eğilim de var. David Shields Gerçeklik Açlığı’nda bugünün romanında var olan bir yönelimden söz ediyor. Olay örgüsünün çözüldüğü, gerçeklerin, ham, işlenmemiş halleriyle romanlara daha çok sızdığı bir yönelimden. “Olay örgüsünün sunumu bariz bir formüle dayandığında, ki sıklıkla öyledir, gerçeklik yalan gibi algılanır” diyor.7David Shields, Gerçeklik Açlığı, s. 142. Romana ilişkin akımların, olay örgüsü inşa etmeye yönelik güncel pratiklerinin en nihayetinde bir formüle indirgendiği durumlarda, okurun yazarın arka plandaki teknik çalışmasını, söylemeyi ve söylememeyi tercih ettiklerini nedenleriyle fark etmesi ve metnin neoliberal piyasa düzeninde bir “yaratıcı metin yazarlığı” aktivitesi haline dönüşmesi romanı uçucu bir yalan haline getirecektir.

Romanın yalana dönüşmekten kaçınmasının tek yolu ham gerçeklere daha çok dayanması değildir elbette. Romanın siyaseti, kurduğu dünyada olay örgüsünün çarpıcılığı için, dilsel pozlar vermek için deneyimin hakikatini feda edip etmemesiyle, oluşturduğu karakteri söylemsel kalıplara sıkıştırıp bireysel farkı silip silmemesiyle ve yine Adorno’nun sözleriyle “insan onurunu lekeleyen toplumsal uzlaşma oyununa katılmaya” yanaşıp yanaşmamasıyla kendini belli eder.

Hikâye anlatmanın formülatik biçimleriyle derdi olan bir roman anlayışı kuşkusuz hâlâ varlığını sürdürüyor. F. Jameson’ın tabiriyle kendisini “tahkiye dürtüsü”ne bırakmış romanlar ise yaşadığımız hayatta, toplumsal, politik, psikolojik kavrayışlarda karşılığı olmayan bir bütünlük içindeler (ki bu dürtü anlatı ortamında çoğu zaman kendini gerçekleri çarptırmakla, abartmakla ya da yok saymakla belli eder; hakikati değil çarpıcı olanı anlatmanın hazzı anlatıcının gözünde parıldayan bir ışığa dönüşür). Üstelik hem kültür endüstrisini şekillendiren neoliberal piyasa sistemi hem de güncel politika söylemi bize o kadar çok hikâye anlattı, anlatının gücünden son damlasına kadar öyle faydalandı ki, olay örgüsü üzerindeki teknik oynamalar, yalanları maskeleme gayretlerinin tezahürüne dönüştü. Oysa ki romanın günümüzde siyasi bir işlevi olacaksa, bu, kendi yöntemleriyle, icatlarıyla o yalanları gösterebilmesiyle mümkün ancak. Tekniğinin, inşa ettiği bütünün kusursuzluğunu öne çıkarmanın doğruyu söylemekten daha önemli göründüğü romanlar, özgürleşmeyi, politik mücadeleyi konu alsalar da aslında politik olmaktan uzaklaşırlar. Çünkü “ödün vermeksizin söylenen hakikatin kenarları her zaman pürüzlüdür.”8Age. s. 45.

 

Notlar

(1) “Jacques Rancière’in Yöntemi Üzerine Birkaç Not”, Çev. Utku Özmakas, Duvar 17, s. 42.

(2) “Sanat Şen midir?”, Edebiyat Yazıları, Çev. Sabir Yücesoy-Orhan Koçak, Metis Yayınları: 2004, s. 151.

(3) Agy.

(4) Estetiğin Huzursuzluğu içinde, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İletişim Yayınları: 2012, s. 27.

(5) Estetik Üzerine, çev. Melahat Özgü, Kaknüs Yayınları, 1999, s. 27.

(6) Aisthesis: Sanatın Estetik Rejiminden Sahneler içinde, çev. Ayşe Deniz Temiz, Monokl Yayınları, 2019, s. 318.

(7) David Shields, Gerçeklik Açlığı, s. 142.

(8) Age. s. 45.

 

Editör: Bekir Demir