Son zamanlarda aklıma iki konu takılıyor. Birincisi son yıllarda her 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramında sosyal medyada önüme düşen bir video. Muhtemelen sosyal medya kullanıcısı herkes bu videoyla mutlaka karşılaşıyordur. Video Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT) sosyal medya hesaplarında paylaşılmış. Haliyle paylaşılan her görüntü gibi kaynağı sorgulanmaksızın sınırsız bir şekilde her 19 Mayıs’ta yeniden yeniden paylaşılıyor. Özellikle de toplumun laik-dindar, modern-gelenekçi, yerli-yabancı, milli-gayrı milli gibi kutuplaştırıcı kategorilere daha çok hapsedildiği son zamanlarda bu video bir simge işlevi de görüyor olabilir. Ne de olsa siyasetin ve konuşma özgürlüğünün tükendiği yerlerde simgeler daha yoğun iş görmeye başlar. Ayrıca sosyal medyada bir şeyi paylaşmak bedava, beğenmek ve beğenilmek şahane. Bedava olan paylaşma ediminin size esasta nasıl bir maliyetinin olduğunu düşünmezseniz bu bedava eylem size sınırsız bir haz verir ve siz de sorgulamadan yola devam edersiniz. Paylaşacak somut şeyiniz kalmadıysa siz de sosyal medyadan en kolay paylaşılan şeyi paylaşır rahatlarsınız.
Neyse videonun içeriğine gelelim. Videoda sokaktaki gençlerle röportaj yapan spiker lise çağında bazı gençlere “Atatürk geleceği neden gençlere emanet etmiştir?” sorusunu yöneltiyor. Yıl 1979, gencecik bir kız bütün ciddiyetiyle önce Atatürk’ün gelecekten neyi anlatmak istediğine açıklık getirmek gerektiğine dikkat çekerek başlayıp, derinlikli bir analiz yapıyor. Bu gencin bu kısacık, ucu açık ve nispeten provakatif soruya verdiği derinlikli ve analitik yanıtı, muhtemelen bugün televizyon ekranlarına çıkan ve her şeyin uzmanı olarak boy gösteren profesör ya da uzmanlar veremezdi. Aynı derinlik ve feraset elbette videonun takip eden kısımlarındaki diğer gençlerde de hâkim. Hele bir gencin mevzuyu üretim ve emek konusuna getirmesi ve gençliğin üretimde bulunma gücü nedeniyle ne denli önemli olduğuna dikkat çekmesi dönemin ruhu hakkında da çokça ipucu veriyor bizlere.1https://www.youtube.com/watch?v=mnqFn2z5p8U (Erişim tarihi: 22/02/2024). Kuşkusuz bu videodaki gençler, dönemin tüm gençlerini yansıtmıyor olabilir, ancak genele dair bir fikir veriyor. Düşünün, bu dönemde internet yok, bilgiye ancak kitaplar ve ansiklopedilerden ulaşılabiliyor, iletişim aracı olarak sınırlı bölgeye yayın yapabilen siyah beyaz televizyon ve radyo ile gazete ve dergiler mevcut. Belki de ülkenin önemlice bir kısmına henüz daha kentleşme çok sınırlı olduğu için gazete ve dergi bile ulaşmıyor. Bu arada ilk gençlik çağlarımı geçirdiğim seksenli-doksanlı yıllarda bile doğup büyüdüğüm köye gazete gelmediğini de hatırlatmak isterim. Şimdi ise basılı gazetenin pek bir önemi kalmadı, neyse ki herkesin elindeki akıllı telefonlar aynı zamanda neredeyse her biri birer gazete bayii. Yine bu dönemde telefon çok kısıtlı bir kentli azınlığın dışında nüfusun önemlice bir kısmı için büyük lüks. Bazı günümüz iktidar mahfillerinin ve özellikle de tek muktedirin sıklıkla diline doladığı gibi yağ, tüp, akaryakıt kuyruklarının sıradan bir olay olarak hüküm sürdüğü yıllar. Televizyon ve radyo yayıncılığının henüz daha ticari faaliyetin konusu haline de gelmediği yıllar aynı zamanda; bu küçük detayı akıldan da çıkarmamak lazım.
Aklıma sürekli takılan ikinci konu ise yine aynı tarihlere ait. Bu konu aklıma ilk defa “70’li Yıllarda Politik Şiddet ve Basın”2Tezcan Durna (2014), “Yetmişli Yıllarda Politik Şiddet ve Basın”, Modernizmin Yansımaları: 70’li Yıllarda Türkiye, R. Funda Barbaros ve Erik Jan Zürcher (ed.) içinde. Ankara: Efil Yayınevi. s. 230-268. başlığıyla yazdığım bir makale için çalışırken takılmıştı. Makale için çalışırken bu dönemin sosyolojik ve politik iklimine daha derinden bakma şansım olmuştu. Burada altmışlı, yetmişli yıllarda bütün dünyadaki sol hareketlerin birbirinden etkilenme ve birbirinden öğrenme kabiliyetinin muhteşemliği dikkatimi çekmişti. Düşünün yine sol hareketlerin içinde ve arasında WhatsApp grupları yok, dünyadaki sol hareketlerin eylemlerini ve pratiklerini saniyeler içerisinde öğrenebilecek Twitter ve tweet zincirleri yok, deneyim paylaşımları YouTube kanalından canlı yayınlarla, podcastlerle yapılmıyor. Toplantılar, seminerler, atölye çalışmaları ve konferanslar darda kalınırsa Zoom üzerinden düzenlenmiyor, Marksist literatürün başyapıtları çok sınırlı olarak ve yer yer hatalarla çevrilmiş, yani pratik alabildiğine atak, teorik kaynaklar bir hayli kısıtlı. Bütün bu kısıtlı kaynağa rağmen pratik, coşkun seller gibi akarken, Mahir Çayan gibi İbrahim Kaypakkaya gibi gencecik teorisyenler ortaya çıkıp sınırlı iletişim araçları üzerinden dünya solundan öğrendiklerini Türkiye soluna uyarlamaya çalışabilmişler. Kuşkusuz dönemin pek çok teorik tartışması, aynı zamanda solun hücrelerine kadar bölünüp güçsüzleşmesine ve birbiriyle kavga etmesine de yol açmış. Aralarında birbirlerini “revizyonistlikle, Kemalizmin değirmenine su taşımakla, küçük burjuvalıkla” itham etmeler olsa da, yapılan tartışmaların akademik ve teorik derinliği günümüzdeki değme sosyolog ve siyaset bilimcide bulunamayacak nitelikte. Her şeyden öte, benim en çok dikkatimi çeken bu özellik. Sınırlı bilgi, sınırlı iletişim aracı ve sınırlı etkileşimle, olağanüstü derinlikli ve dişe dokunur bir teori-pratik eşgüdümü.
Aynı tarihlerde dünyada da düşünsel anlamda aynı derinliği gözlemlemek mümkün. Teoriyle pratiğin alabildiğine birbirini beslediği, özgürlük mücadelesinin sınırlarının alabildiğine aşıldığı yıllar. Öyle ki, bir noktada mevcut medya olanaklarının bu özgürlük taleplerini radikalleştirdiği ve tam da bu nedenle bu özgürlük mücadelesinin “demokrasiye” zarar verici hale geldiğine yönelik raporlar hazırlatılmıştır. Bu dönemde sendikaların güçlenmesi, örgütlü mücadelelerin Batılı burjuva demokrasilerini bir anlamda çaresiz bırakması ve demokrasi dışı önlemlerin düşünülmesine yol açmıştır. Bu amaçla ortaya çıkan girişimlerden birisi de Trilateral Commission adlı bir komisyonun kurulması olmuştur. ABD, Batı Avrupa ve Japonya’daki “kapitalist demokrasileri” istikrara kavuşturmak amacıyla kurulan bu üçlü komisyon için Fransız Michel Crozier, Amerikalı Samuel Huntinton ve Japon Joji Watanuki’nin ortaklaşa yazdıkları “The Crisis of Democracy, Report on the Governability of to Trilateral Commission” adlı metinde batı demokrasilerinin krizinden kaygıyla bahsedilir. Yazarlar, Batılı kapitalist toplumlarda aşırı ölçekte demokrasi olduğunun ve bu demokrasi fazlalığının bu toplumları artık yönetilemez hale getirdiğinin altını çizerler.
Kuşkusuz Batı demokrasilerinin yönetilemez hale gelmesinde en önemli faktör, yazarların raporuna göre, kamu yayıncılığı yapan yayın organları ve sosyal refah devletinin sürdürülmesi gereğini savunan entelektüellerdir. Yine yazarlarımıza göre Batı demokrasilerini krize sokan en önemli unsur, devlet tekelleri şeklinde sürdürülen kamu yayıncılığı içinde herkesin her şeyi “fazlasıyla” konuşabiliyor olmasıdır. Rapora göre bu “fazla” konuşma ortamı, mevcut kurumların meşruiyet temellerini ortadan kaldıran, devlet ve hükümetin otoritesini sarsan, liderlerin liderlik kapasitelerini zayıflatan bir nevi hasım/muhalif kültür (adversary culture) üretmektedir. Kamu yayıncılığı politikasının bu aşırı demokrasinin yayılmasında, gençlerin aşırı talepkâr ve otorite karşısında boyun eğmez hale gelmesinde önemli etkilerinin olduğunun altını çizen yazarlar, özellikle televizyonun yönetimin otoritesini sarsan demokratik bir “gençlik hastalığı” (democratic distemper) saçtığını iddia ederler.3Michel Crozier, Samuel Huntington ve Watanuki, Joji (1975) The Crisis of Democracy Report on the Governability of Democracy of to Trilateral Commission, New York University Press, USA, s. 6-9, 32, 102-103. Kuşkusuz demokrasinin yönetilemez hale gelmesinin bir de mali boyutu vardır ve bu mali boyut finans krizini derinleştirdiği için durum kritik ve acil hale gelmiştir. Bu aciliyet sonucunda seksenlerden itibaren dünyaya bir hastalık gibi yayılan neoliberal politikalar, burjuva demokrasilerine elbette sermaye lehine “çeki düzen vermiştir”.
Bu altmışlı-yetmişli yıllara ilişkin olarak verdiğim iki örnek ve kamu yayıncılığına dair genel tablo ile bu tablonun değiştirilmesi gereğine dair bahse konu rapor, günümüzde yaşadığımız demokrasi krizi, ifade özgürlüğü-özgürlüksüzlüğü, bilgi yığınları ve içine düştüğümüz düşünsel sığlığı iyi anlamamız açısından bir fikir veriyor. Kuşkusuz altmışlı-yetmişli yıllar özgürlükler açısından güllük gülistanlık değildi. Misal Almanya’da Oscar Negt ve Alexander Kluge adında iki akademisyen Kamusal Alan ve Tecrübe başlıklı çalışmalarını yazmış ve mevcut burjuva devletin sivil toplum tarafından yeniden ele geçirilerek daha da demokratikleştirilebileceği, dahası tümüyle sönümlendirilebileceği fikrini tartışıyorlardı.4Oskar Negt and Alexander Kluge (1993), Public Sphere and Experience: Toward an Analysis for the Bourgeois and Proletarian Public Sphere, USA: The University of Minnesota Press. Aynı Almanya, özgürlük mücadelesini işçi sınıfı ve ezilenlerin lehine radikalleştirmek için bir yandan düşünce üretirken diğer yandan radikal eylemler koyan ve politik stratejisine kent gerillası diyen Almanya Kızıl Ordu Fraksiyonunun (RAF) liderlerini ya hapiste ya dışarıda kuşkulu ölümlerle katlediyordu. Örgütün adı itibarsızlaştırılmak için Alman basınında hızlıca “Bader-Meinhof Çetesi” diye tanıtılıyor ve ardından örgüte adı verilenlerden birisi olan Ulrike Meinhof hapiste intihar süsü verilerek katlediliyordu. Demem o ki, bahse konu ettiğim yıllar, her açıdan muhteşem yıllar değildi. Anlatmaya ve anlamaya çalıştığım sadece dönemin teorik tartışmalarının derinliği ve bu derinliğe eşlik eden politik mücadele azmi.
Geçmişe dönüp baktığımda, günümüzde gürül gürül akan bilgi selinin herkesi entelektüel yapması gerekir değil mi? Sahiden de bütün bunlar bize ne katıyor? Muhtemelen benim gibi bir yandan eleştirip diğer yandan bu selden kaçamayanlar aynı soruyu soruyordur kendisine. Günümüzde sosyal ağlardaki akıp giden fotoğraflar, kısa süreli eğlencelik videolar, bağlamdan yoksun düşünce kırıntıları, içinde büyük düşünceler taşıyan ama yine de paylaşanların sığlığını saklayamayan aforizmalar, özel günlerde paylaşılan içine kabına sığmayan anlamlar tıkıştırılan görseller (afiş ya da billboardların yerini alan görseller bunlar artık), elbette sadece başlığı okunarak saniyeler içinde paylaşılıveren haber linkleri. Bütün bunlar Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun Televizyon Üzerine kitabında bahsettiği “omnibüs olaylara” benziyor. Kuşkusuz Bourdieu’nun burada üzerine yazdığı televizyon özel televizyonlara işaret ediyor. Ticari başarıya odaklı, bu nedenle reyting kaygısıyla içeriklerin belirlendiği ve tam da bu nedenle derinlik yerine sığ bir eğlence mantığına dayalı bir medya bahse konu olan. Bourdieu eskiden gazetelerin birinci sayfalarını süsleyen ama televizyonun popülerleştiği zamanlarda ise ana haberlerin vazgeçilmez unsurları haline gelen bu olayları gelgeç olaylar olarak da tanımlıyor. Bu olaylar, kan, cinsellik, dram, suç, özetle sansasyon içerir. Herkesi ilgilendirir, herkesin ilgisini çeker, ortalamaya hitap eder ama hiç kimseye bir şey söylemez, net bir tavır bildirmez. Bu omnibüs olayların izleyiciye ne yaptığını daha iyi anlamak için Bourdieu’ya uzunca bir alıntıyla kulak verelim5Pierre Bourdieu (2000), Televizyon Üzerine, (Çev. Turhan Ilgaz), İstanbul: YKY, s. 22-23.:
Omnibüs olaylar, söylenegeldiği üzere, hiç kimseyi şaşırtmamak zorunda olan, hiçbir tercih içermeyen, bölmeyen, uzlaşım sağlayan, herkesi ilgilendiren ama hiçbir önemli şeye dokunmayan bir kipte ilgilendiren olaylardır. Gelgeç olay, işte bu türden, basit, ilkel nevaledir, hiçbir sakıncası olmaksızın herkesi ilgilendirdiği ve zaman aldığı, başka şeyleri söylemek için kullanılabilecek zamanı harcadığı için çok önemli olan haberdir. Oysa zaman, televizyonda alabildiğine az bulunan bir nevaledir. Ve eğer bunca değerli dakikalar bunca önemsiz şeyler söylemek için kullanılıyorsa, bunun nedeni, bunca önemsiz bu şeylerin, değerli şeyleri gizledikleri ölçüde, aslında çok önemli olmalarıdır. Bu nokta üzerinde durmamın nedeni, beri yanda, hiçbir günlük gazete okumayan; yegâne enformasyon kaynağı olarak ruhları ve bedenleriyle televizyona bağlanmış insanların oranının çok yüksek olduğunun bilinmesidir. Televizyon, nüfusun çok büyük bir bölümünün beyinlerinin oluşturulmasında bir tür fiili tekele sahiptir. Oysa gelgeç olaylara önem atfederek, o değerli zamanı boşlukla, hiçle ya da hemen hemen hiçle doldurmak suretiyle, yurttaşın demokratik haklarını kullanmak için sahip olması gereken ve asıl önem taşıyan enformasyonlar dışlanırlar.
Bourdieu’nun hiçbir günlük gazete okumayan diye işaret ettiği kitle bugün daha da arttı. Artık gençlerin çok büyük bir kısmı gazete yerine sosyal medya platformlarını takip ediyor. Yine büyük bir çoğunluğu ciddi gazete ve haberler yerine Zaytungvari parodi gazeteciliğe tamah ediyor. Sarkastik ve sinik bir yurttaşlık tutumu bu nedenle temel motivasyon haline gelmiş durumda. Artık ağırlıkla gençler olmak üzere pek çok insan burjuva demokrasisinin seçime dayalı katılım “oyununa” çok az itibar ediyor. Her şeye rağmen seçimler devam ediyor, ancak dünya siyasetini belirleme yeteneği güçlü ülkelerde iktidara geçen muhafazakâr popülistlere ve otokratlara baktığımız zaman burjuva demokrasisisin yine ve yeniden ciddi bir kriz içinde olduğunu görüyoruz. Üstelik son İsrail-Filistin Savaşı, İsrail’in açık bir soykırımına dönüşmesinden sonra dünyada demokrasiyi en önde sahiplenen ülkelerin bu soykırımı sessiz kalarak ve hatta açıktan İsrail’i destekleyerek onaylamaları mevcut demokrasi oyununun iç yüzünü ortaya iyice çıkarmıştır. İfade özgürlüğü ve protesto hakkının dahi yıllar içinde neredeyse söylemsel bir hapishaneye dönüşen “antisemitizm”e hapsedilmesi, krizin derinliğini daha da arttırmıştır. Almanya ve ABD başta olmak üzere pek çok batılı ülke üniversitelerdeki İsrail Protestoları karşısında burjuva demokrat devletlerin iç yüzü iyice ortaya çıkmış, demokrasinin üstündeki cila dökülmüş, altından uzun zamandır başını utangaçça uzatan polis devletleri fütursuzca kendini göstermiştir.
Velhasıl yazımın temelini dayandırdığım iki örneğin geçtiği yetmişli yıllarda dikkatimi çeken düşünsel derinliğin temelinde örgütlü mücadelenin yaygınlığı olduğu çok ortada. Burjuva demokrasileri, kapitalizmi sözde neoliberal politikalarla demokratikleştirmek isterlerken (ki bunun külliyen bir riya olduğu baştan beri biliniyordu) sonuç demokrasiyi kuşa çevirmek olmuştur. Bunu tersine çevirmek için, Nietzsche’nin modern insanı tanımlamak için söylediği “bilgi taşlarını midesine doldurmak”6Friedrich Nietzsche (1996), Tarih Üzerine, (Çev. Nejat Birdoğan), İstanbul: Say Yayınları. yerine kendini bilmek ve dayanışma ve örgütlenme becerilerini yükseltmek gerekir. Bu ise muhtemelen kriz nihai bir derinliğe ulaşmadan mümkün olmayacak gibi.
Notlar
(1) https://www.youtube.com/watch?v=mnqFn2z5p8U (Erişim tarihi: 22/02/2024).
(2) Tezcan Durna (2014), “Yetmişli Yıllarda Politik Şiddet ve Basın”, Modernizmin Yansımaları: 70’li Yıllarda Türkiye, R. Funda Barbaros ve Erik Jan Zürcher (ed.) içinde. Ankara: Efil Yayınevi. s. 230-268.
(3) Michel Crozier, Samuel Huntington ve Watanuki, Joji (1975) The Crisis of Democracy Report on the Governability of Democracy of to Trilateral Commission, New York University Press, USA, s. 6-9, 32, 102-103.
(4) Oskar Negt and Alexander Kluge (1993), Public Sphere and Experience: Toward an Analysis for the Bourgeois and Proletarian Public Sphere, USA: The University of Minnesota Press.
(5) Pierre Bourdieu (2000), Televizyon Üzerine, (Çev. Turhan Ilgaz), İstanbul: YKY, s. 22-23.
(6) Friedrich Nietzsche (1996), Tarih Üzerine, (Çev. Nejat Birdoğan), İstanbul: Say Yayınları.
Editör: Bekir Demir