İşimizin veya ekranların zamanımızı bu kadar kolay çalmasına neden müsaade ediyoruz? Zamanı tüm boyutlarıyla yeniden kazanmamız mümkün olabilir mi? Avoir le temps kitabını henüz yayımlayan Pascal Chabot’yu altı fotoğraf üzerinden çağdaş zaman deneyimlerimizi keşfetmeye davet ettik.
Doğa Yasaları
Kader zamanı dediğim şey kadim uygarlıklardan gelir. Kozmos zamanıdır bu, üzerinde hiçbir etkimizin olmadığı doğanın ritmidir. Güneş’in gökyüzündeki izleği yıl boyunca kendine özgü ve değiştiremeyeceğimiz bir evrim izler. Aynı şekilde insan türünün gebelik süresi, yani dokuz ay veya yaşamak zorunda olduğumuz yıl sayısı da bize dayatılmıştır. Kader’in bu zamansallığında hükmeden şey geçmiştir, tıpkı periyodik olarak geri dönen yaz gündönümü, okyanus gelgitleri veya Ay’ın evreleri gibi. Ve aynı zamanda her şeyin bir sonu vardır çünkü doğa, yıkım ve yeniden yaratım süreçleriyle yönetilir.
Vikipedi’nin tüm maddeleri içinde en güzellerinden biri “Dünya’nın geleceği”ne ayrılmış olandır. 1,1 milyar yıl sonra Güneş’in parlaklığının nasıl artacağı, okyanusların yavaş yavaş nasıl buharlaşacağı ve en olası senaryoya göre gezegenimizin 7,5 milyar yıl sonra kırmızı bir dev haline gelecek olan Güneş tarafından nasıl yutulacağı anlatılıyor bu sayfada. Bu maddenin zekâmızın yanı sıra alçak gönüllüğümüzün de bir kanıtı olduğunu düşünüyorum.
Döngüsel ve kaçınılmaz olanın belirlediği bu Kader zamanının aksine, insanlık tarihinin hem kolektif hem de bireysel açıdan doğrusal olduğunu öne sürme alışkanlığından söz edilebilir. Büyümeden veya ilerlemeden söz ettiğimizde insanlık tarihinin bu çizgisinin yükselmekte olduğunu iddia etmiş oluyoruz. Ama Manhattanhenge’in bu fotoğrafının bir tür kanıtla yakaladığı şey doğrusallığın döngüselliği kapı dışarı etmediğidir. Gerçekten de İlerlemenin ikonik şehri New York’ta zaman, yaz gündönümünde, birkaç dakikalığına neredeyse arkaik bir hayranlıkla askıya alınabilir, durdurulabilir, ki bu da şehrin sakinlerini birkaç dakikalığına doğaya döndürebilir. Manhattanhenge sadece gündönümünde Güneş’in ekseniyle aynı hizaya gelen Güney İngiltere’deki Stonehenge monolitlerini değil, aynı zamanda Mısırlıların güneş saatlerini de hatırlatıyor. Yani İlerleme Kader’i alt edebilmiş değil ve sonunda hakim ve muzaffer olanın doğa yasaları olduğunu bilerek, hayatlarımız iki kalıp arasında sıkışıp kalmıştır.
Bir Ustalık Hayali
Bu saatte bronzdan yontulmuş, merkeze yerleştirilmiş ve insan sureti verilmiş Güneş’i görüyoruz. Ama burada modernitenin tipik bir özelliğini, başka bir zihniyetin ifade edildiğini görüyorsunuz. Teknik ustalık hayaletinin kök salması için René Descartes’ı ve insanların kendilerini “doğanın efendileri ve sahipleri” olarak görmeleri gerektiğini ilan ettiği Yöntem Üzerine Konuşmalar’ı (1637) beklemeye gerek kalmadı. Burada insan endüstrisi kozmik döngüleri modelleyebileceğini ve simüle edebileceğini gösteriyor. Dahası Modernler bir bütün olarak doğayı dev bir mekanizma olarak kavramaya başlamış ve onu sıklıkla saate benzetmişlerdir, ki bu saatin saatçisi de Tanrı’dır. Modern bilimin başlarındaki mekanistik ve determinist bakış açısı büyük ölçüde bu saat metaforuna boyun eğmiştir.
Bu, Avrupa’nın büyük şehirlerinin 1300’lü yıllarda sarkacın icat edilmesinden sonra sahip oldukları, saatlerin sembolik gücüne işarettir. Çan kulesi saati vurduğunda -görseldeki saatte iki kere on iki saatlik bir kadran görüyorsunuz- insan toplumu hizaya getirilerek bölümleme ve tahakküm projesinin içine dahil edilmiş olur. Alın size İlerleme mitinin doğuşu: geleceğin yalnızca doğanın veya ilahi gücün kararından ibaret olmayacağı, aynı zamanda bizi Takdir-i İlahi’nin yolunu izlemeye davet eden Tanrı’nın yardımıyla onun ortak mimarları olacağımız düşüncesi.
Saat ayrıca iş verimliliği üzerinde belirleyici bir güce sahip olacak ortak bir zamanın uygulanması anlamına da geliyordu. Artık manastırlarda olduğu kadar dışarıda da, şehirlerde olduğu kadar kırsalda da -ki “kırsal” kelimesi “campo” yani “çan kulesi” sözcüğünden geliyor- aynı ritimler uygulanacak ve çalışma düzenleri senkronize edilecekti. Zaman tarihçisi David Landes saatler olmasaydı Avrupa “Akdeniz’in sisli bir banliyösü” olarak kalırdı yorumunda bulunuyor. Avrupa’nın zenginleşmesi ve sonradan kurduğu hegemonya zamana hakimiyet ve bunun yarattığı üretkenlik kazanımlarıyla ilişkilidir, zira Charles Taylor da bunun 20. yüzyıldaki vârisinden ibaret. Portekiz, İspanya, Hollanda ve Fransa hükümetlerinin açmış olduğu en cömert ihalelerden biri denizde çalışabilecek bir saatin yapımıyla ilgiliydi, çünkü denizde sarkaç geminin aşağı yukarı sallanmasından epey etkileniyordu. Gemide zamanın ölçülmesi boylamın hesaplanması ve dolayısıyla harita üzerinde doğru bir deniz rotasının çizilmesi için elzemdir. 1730 civarında John Harrison ödülü kazandı ve yayları kullanarak ilk deniz kronometresini yaptı, saat için dişliler ve aynı zamanda enerji gerekiyordu. Bu icadın ciddi sonuçları olacak, büyük deniz yolculukları kapitalizmin yükselişine ve küreselleşme yönünde ilk adımlara katkı sunacaktı. Alman filozof Peter Sloterdijk’in Le Palais Cristal’de (2006) gayet yerinde özetlediği gibi, “modern zamanların temel gerçeği Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi değil, paranın Dünya’nın etrafında dönmesidir.”
İlerlemenin Çıkmaz Sokağında
Robert Smithson, sanatçının bizzat doğaya müdahalesini savunan estetik bir akım olan Arazi Sanatının öncülerinden biri. Sanayileşme ve araba enkazları nedeniyle şekli bozulmuş olan Utah’taki Büyük Tuz Gölü kıyısında bu iskeleyi inşa ettirdi. Sanatçı bir yandan bölgeyi rehabilite etmek istiyordu ama aynı zamanda bu eser aracılığıyla İlerlemenin doğa üzerinde yarattığı tahribatı da eleştiriyordu. Bu doğrultuda spiral bir iskele yarattı. Bu iskele sayesinde ilerleyebileceğinizi ve uzak yerlere yelken açabileceğinizi düşünürsünüz. Fakat iskeleyi kullanırsanız, adımlarınızı geri takip etmek, daireler çizmek ve kendinizi bir çıkmaz sokakta bulmak zorunda kalırsınız; Smithson bu enstalasyonun sonunu “çıkmaz sokak” olarak adlandırmıştır. Bu çalışma 1970 tarihli ve bana öyle geliyor ki İlerlemeye olan naif inancın sonunu işaret ediyor. Gidişatımızın tutarsızlaştığını, bizi geriye götürme, engelleme riski taşıdığını fark ediyoruz.
Doğrusal zaman ve döngüsel zamandan bahsettim ama bence spiral zamana da bakmamız gerekiyor; spiral, çizgi ile daireyi uzlaştıran geometrik bir figürdür. Buna bakmanın iki yolu var: ya spirali merkezden başlayarak alırsınız ve giderek daha büyük küreler tanımlarsınız, genişlersiniz, umutlanırsınız ya da spirali diğer yönde alırsınız ve sizi başlangıç noktasına kilitler, depresif bir hal alır. İkinci durumda, çöküş teorisyenlerinin uyarılarını öngören bir kapalı zaman imgesine sahip olursunuz.
Bütün bir Şimdi’nin Tutsağı
Teknolojik nesneleri gösteren fotoğrafların en güzel yanı, onları birkaç yıl öncesine kadar tarihleyebilmenizdir ve burada, BlackBerry sayesinde 2000’lerde olduğumuzu anlıyorsunuz. Ekranın varlığı, pikselin önünde kendinden geçmiş insanlar bu beyaz deliğe kapılmışlar: Bu fotoğraf artık hayatlarımızı ardışık bir “ekran zamanı” olarak tanımlayabileceğimizi gösteriyor. İşe, Zoom’a, Facebook’a, televizyona, akıllı telefonlara, pembe dizilere ayrılan ekran zamanı söz konusu. Bu ekran zamanlarının her biri operatör için kâr anlamına geliyor.
Tüm teknolojiler arasında ekran şüphesiz en dahice olanlardan biri ve gücünü en eski içgüdülerimizden birini -dikkatimizin görüş alanımızda hareket eden her şey tarafından cezbedilebildiği gerçeğini- yakalamasına borçlu. Kuşun uçması, çalının bir hayvan tarafından karıştırılması dikkatimizi çeker, çünkü hareket yenilik -fırsat ya da tehlike- getirir, öte yandan durağan olansa canımızı sıkar. Şu halının üzerindeki dikdörtgenlere bakın, ekranlara kıyasla şu eski dikdörtgenler, hareketsiz dolayısıyla pek de ilgi çekici değiller. Üstelik, bugünün ekranları saati gösteriyor ve genellikle birbirlerine bağlı oldukları için, mevsim veya saat dilimi değişikliği olduğunda saat otomatik olarak senkronize ediliyor.
İşte bu nedenle artık Kader ya da İlerlemeyle pek ilgisi olmayan ve kitabımda Hiperzaman olarak adlandırdığım bir uygarlık şeması var elimizde. Hiperzamanın çeşitli özellikleri vardır. Mekânı fethetmiştir; ekranların zamanında bilgi bize anında ulaşır, mesafe artık anlamını kaybeder. Bu dolaysızlıktır. Geçmiş, şimdi olabilir. Daha genel olarak ekran, şimdiki zamanda olmayan her şeyi yakalamaya yarayan bir aygıttır. Dahası, Hiperzaman zamanın tersine çevrilmiş halidir. Bir makinenin bir görevi yerine getirmesi gerektiğinde yaptığı ilk şey bunun ne kadar süreceğini hesaplamaktır; bu dosyayı indirmek 4 mü yoksa 22 dakika mı sürecek? Hiperzamana girdiğimizde, biz de bu tersine çevrilmiş zamanın içine yansıtılırız. Ekranlar bizi bilgilendiriyor, otobüsün ya da metronun ne zaman geleceğini söylüyor; navigasyon yazılımı gideceğimiz yere olan yolculuğumuzun süresini sürekli güncelliyor. Yüz yüze bir toplantı ile sanal bir toplantı arasındaki en büyük fark, ikincisinin aşırı dakiklik gerektirmesidir. Son derece niceliksel olan Hiperzamanda tahmine yer yoktur, emir addedilmesi gerekir.
Son olarak, insan ile ekranı arasında çok özel bir ortaklık vardır: bir baloncuk yaratılır. Bu fotoğraftan da görebileceğiniz gibi, eğer çocuğun kendine ait bir ekranı, kendi baloncuğu olmasaydı, annesi onun için erişilmez olacaktı, çünkü bu dikkat baloncukları neredeyse aşılmaz durumdadır. Bense genç nesiller için eğitim ve farkındalık yaratma taraftarı olurdum. Mesele onları bağlantıyı kesmeye zorlamak değil, bazen onları Hiperzamandan çıkarmak; örneğin doğanın zamanına ya da edebi anlatıma açılmak. Ancak, dizilerin senaristleri ya da arayüzlerin tasarımcıları olan zihin mühendisleri o kadar hassas bir dikkat bilimine sahipler ki, neredeyse diğer tüm medya araçlarıyla haksız bir rekabet içindeler: Netflix’i olanın Leibniz okumaya sabrı mı kalır?
Alternatif Gelecekler Yaratmak
Uzun zamandır bildiğimiz gibi, tekno-estetik diye bir şey var ve bu, paslanma ya da aşınma olmaması için titizlikle seçilen çelik alaşımları gösteren bu fotoğrafta açıkça görülüyor. Jeff Bezos’un işe aldığı mühendislerin söz verdiği gibi, Güneş ısısıyla çalışan bu saat gerçekten on bin yıl boyunca çalışacaksa, önümüzdeki dönemin tek değişmezi, tek süreğen çerçevesi olacaktır. Her şey değiştiğinde o hâlâ orada olacaktır. Bundan birkaç bin yıl sonra, belki kaosa geri dönüş olduğunda, Taş Devrine geri dönen insanlar tarafından geçmişin yüksek biliminin bir kanıtı olarak mı değerlendirilecek bu? Yoksa tam tersine, oyulmuş çakmaktaşı gibi geri kalmış bir teknoloji olarak mı?
Geleneksel olarak, uzun zamanın doğanın zamanı, kısa zamanın ise teknolojinin zamanı olduğunu ve ikincisinin birincisinde yerini bulmaya çalışması, onu çok fazla rahatsız etmemesi gerektiğini düşünmeye alışkınız. İklim değişikliğinin yaşandığı, bazılarının birkaç yüz ya da bin yıl içinde Dünya’nın insanlar için yaşanmaz hale geleceğine inandığı bir dönemde, Doğa’nın zamanına yine de bir Son Tarih biçiliyor. Bir felaketle, bir kıyametle karşı karşıyayız. “Uzun Şimdinin Saati” bu gecikmenin teknolojik bir ihlalini temsil ediyor: amaç, bir eser aracılığıyla, doğa tarafından kaybedilmiş gibi görünen uzun zamanı yeniden keşfetmek. Henri Bergson bir keresinde makinelerin unutulma ihtimalinin tarihsel olaylardan daha az olduğunu, çünkü yok olmalarının daha uzun sürdüğünü yazmıştı. Fransız Devriminin izini buharlı lokomotiflerden daha çabuk kaybedeceğimizi, çünkü ikincisinin çok yavaş parçalandığını ileri sürmüştü.
Çöküş teorisinin öngörüsü, teknik uygarlığın bize uzun bir zaman sunamayacağıdır. Genç nesillere bir geleceksizlik dayatan bu düşünce akımının en büyük sorunu da budur; ki ben bunu sadece dayanılmaz bulmuyorum, aynı zamanda kendi içinde de sorunlu olduğunu düşünüyorum. 20 yaşına gelip de size bir geleceğiniz olmadığının söylenmesi ürkütücü ve yapabileceğiniz en iyi şey alternatif gelecekler icat ederek buna karşı koymaya çalışmak. Jeff Bezos’un geleceği tamamen mekanik, ama tam bir alternatif gelecek insanlar için bir macera barındırmalıdır. Geleceği yeniden açabilecek olan şey insanlar ile birlikte teknolojidir, bunların birbirinden koparılması değil. Gelecekte teknolojisiz yaşayan bir insanlığa inanmıyorum.
Mümkün Olanı Yakalamak
“Kader, İlerleme, Hiperzaman ve Son Tarih’ten sonra, Avoir le temps’da Occasion (Fırsat) adını verdiğim beşinci bir zaman rejimi ya da beşinci bir uygarlık şeması tanımladım. Bu, genellikle “fırsat anı” (moment opportun) olarak çevrilen Yunanca kairos kavramının Fransızcaya aktarılmış halidir. Kairos hem bir eylem hem de tefekkür kavramıdır ve geçmiş, şimdi ve gelecek kartlarını yeniden karıştırma erdemini barındırır kendisinde. Fırsat, zamanı tamamen yeniden nitelendirmek için yeni olanın düzenlenmiş olanı istila ettiği olaydır. Bu noktayı daha fazla irdelemeden önce, yaygın bir insan stratejisinin zamandan kaçmak için zamanı kullanmak olduğunu belirtmek isterim. Örneğin, diyelim ki günü sevdiğim insanlar için bir yemek hazırlayarak geçireceğim, ancak bu yemek sırasında zamanın bir şekilde ortadan kalkması, artık saatlerimize bakmamamız amacını taşıyorum.
Fırsat, zamanın başka bir boyutudur. Başka bir deyişle, “sonsuzluk anı”dır. Deklanşöre basan fotoğrafçı gibi, öngörülemeyenin ortaya çıkması ile onu yakalama yeteneği arasında doğru kesişim noktasında olmanız gerekir. Geyiğin boynuzlarına ve elektrik tellerinin karmaşasına, benekli postuna ve tabelalara ya da hayvanın gövdesinin altındaki o gün ortası gölgesine bakın: Bir şey iş üstünde yakalanmıştır. Vahşi doğanın şehri istilası bir olay ya da bir Fırsat’tır.
Bununla birlikte, ilk kapanma dönemi ile sokağa çıkma yasakları ve kısıtlamaların olduğu mevcut dönem arasında bir ayrım yapmak isterim. İlk kapanma sırasında, bahar havası ve hayvanların kentlere geri dönmesiyle, Venedik lagününün sularının bir kez daha berraklaşmasıyla, karasal ekosistemler, üzerlerindeki baskıyı hafiflettiğimiz için nefes alıyor gibi görünüyordu. Pandemiyle mücadelenin içinden geçtiğimiz ikinci aşaması, daha kışkırtıcı, daha parlak ve daha tekinsiz olmakla birlikte, aşıların ve biyoteknolojilerin umut kaynağı olduğu bir aşamadır. İlk an bizi doğaya geri döndürdü, ikincisi ise bilim ve teknolojiyi yeniden değerlendiriyor. Her halükârda Fırsat, her zaman Son Tarih’in keskin kenarından kaçınmak için bir rota değişikliğinin öngörülebileceği andır.
Öyle inanıyorum ki, eğer bir geleceğimiz olacaksa, bu mutlaka teknoloji ve insan arasında yeni bir tür ortak yaşamı, başka bir deyişle İlerlemenin yeniden tanımlanmasını içerecektir. Smithson’ın depresif iskelesi değil, burada ve şimdi ne olduğumuza bağlı olarak olasılıklarımızı genişletmenin bir yolu olan bir metaspiral hayal ediyorum kimi zaman.
Orijinal Başlık: Pascal Chabot. À la recherche du temps perdu
Yazar: Pascal Chabot
Türkçeye Çeviren: Mehmet Çetin
Editör: Bekir Demir