“Hayallerimin Hatırı Kaldı”

Çağrı Sinci’nin Devrimci Melankolisi

“Öldürülmüş hayallerin hayaleti” olarak rap dünyasına musallat olmak üzere çıktığı yolculuğunda devrimi ve aşkı, rüyayı ve kavgayı zengin imgelemiyle harmanlamaya devam ediyor teşkilatsız eşkıya.
Okuma listesi
Editör:

Zamanla bir derdi var Çağrı Sinci’nin. Saniyelerin birbirini takip ettiği, dakikaların birbirinden ayırt edilemediği, kol saatinin yahut kronometrenin “homojen ve boş” zamanı değil elbette söz konusu olan. Önündekini yıkıp geçen zaman bu. Hayalleri yırtan, umutları yerle bir eden, tutunduklarımızı gelip geçici kılan, var oluşumuzda bir ahenk, bir bütünlük bulmak için bizleri sürekli geçmişe bakmaya zorlayan bir zamansallıkla görülmemiş bir hesabı var Çağrı’nın. “Öldürülmüş hayallerin hayaleti” olarak rap dünyasına musallat olmak üzere çıktığı yolculuğunda devrimi ve aşkı, rüyayı ve kavgayı zengin imgelemiyle harmanlamaya devam ediyor teşkilatsız eşkıya.

İkinci Kez de Teslim Olmayanlar: Sol ve Melankolisi

Devrimci melankoli bahsini Fransız düşünür (“eylem düşünürü”) Daniel Bensaïd açar. Büyük umutlarla başlayan fakat sayısız felaketle sonuçlanan, ezilenlerin cüretkâr atılımlarını hazin mağlubiyetlerin, kahredici ihanetlerin takip ettiği bir yüzyılın son demlerinde irdeleme ihtiyacı duyar bu meseleyi Melankolik Bahis kitabında (1997). Yenilgilerin sürekli tekerrür ettiğine dair bilincin berraklaştığı, büyük harfle tarihin kendinden bir kudrete sahip olmadığının, yolundan saptırılamaz biçimde bir hedefe (sosyalizme) yönelmediğinin ayyuka çıktığı, kutsallaştırılmış bir tarihsel ilerleme garantisinin yerle yeksan olduğu bir evrede devrimci siyasetin imkanlarını tartışır Bensaïd.

Ve her iyi Marksist gibi dönüp (küçük harfle) tarihe bakar, deneyimleri tekrar gözden geçirir. “Gerekli olanla mümkün olanın artık temas etmediği fakat her şeye rağmen imkansızın gerekli olmayı sürdürdüğü” koşullardır bunlar. Hayal kırıklıkları ve felaket bilinci yan yana getirir, hücresinde delilikte flört eden Auguste Blanqui ile mağlup düşmüş Paris Komünü’nün Rimbaud’sunu, yenilmiş devrimciler Saint-Just ile Troçki’yi, intihar eden Walter Benjamin ile katledilen Che Guevara’yı.

“Güçsüz olacağız, az olacağız, yalnız olacağız; fakat ikinci kez de teslim olmayı reddedeceğiz” diyen Charles Péguy’yi;

 “Devrimizin sonu yaklaşıyor. Size çok yoğun biçimde parlama, güneşin gözleri kamaşana kadar parlama sözü veriyoruz, sonsuza dek yok olmadan önce” sözlerini sarf eden Zapatist ordunun komutan yardımcısı Marcos’u…1D. Bensaïd, “Devrimciler Neden Melankoliktir” http://imdatfreni.org/devrimciler-neden-melankoliktir-daniel-bensaid/ ; D. Bensaïd, Köstebek ve Lokomotik. Tarih, Devrim ve Strateji üzerine Denemeler, (der. U. Aydın) Yazın yayıncılık, 2006; D. Bensaïd, Le pari mélancolique, Fayard, 1997.

Enzo Traverso ise bu problematiği daha geniş bir kapsamda ele alıp, çeşitli politik kuşakların fikri-kültürel düzeyde bu hissiyatı nasıl ifade ettiğini inceler Solun Melankolisi kitabında. Onun sözünü ettiği melankoli “kendi içine kapalı bir ıstırap ve hatıra evrenine çekilme anlamına gelmiyor; bu daha ziyade tarihsel bir geçiş sürecini kuşatan hisler ve duygular konstellasyonu” ve bu sol melankoli “yeni fikir ve proje arayışlarının, yitip giden devrimci deneyimler dünyasının ardından duyulan keder ve yasla bir arada var olabilmesinin yegâne yolu”dur.2E. Traverso, Solun Melankolisi. Marksizm, Tarih ve Bellek, çeviren: Elif Ersavcı. İletişim, 2018. Böylece Traverso Marksist bir çerçeve içinde matem, hafıza ve ütopya ilişkisini sinema, pentür, fotoğraf gibi kültürel formlardan siyasal mücadelelere ve tarih felsefesine uzanan bir malzemeler yelpazesi üzerinden ele alır.

Davud Zamana Taş Atarken

Çağrı Sinci, kuşağının her ferdi gibi bir yenilgi döneminin insanı. Üstelik birbiriyle hayli ilintili bir çoklu yenilginin. Sosyalizmle özdeşleştirilmiş rejimlerin çöküşünün ardından toplumsal özgürleşmeye dönük inancın tuzla buz olduğu ve neoliberal kapitalizmin hakimiyetini maddi ve ideolojik olarak tesis etmesiyle küresel düzeyde ezilenlerin mağlubiyetini, elbette en başa yazmak gerekir. Ek olarak son yirmi yıl boyunca ülkeyi nefes alınamaz hale getiren otoriterleşmenin Türkiye halkları açısından yarattığı yenilgi. Bu koşullar altında Çağrı Sinci devrimci siyasal angajmanını hep açık biçimde sergilemeyi tercih eder. “Problemim düzenle/ öyle kolay düzelmez…” Artık kültleşmiş “Hep biz öldük” parçasında sunduğu türdeki daha dolaysız bir toplumsal eleştirinin yanı sıra şiirsel imgelerle, çarpıcı alegorilerle mahkûm edildiğimiz hayatı teşhir eder. Ve yukarıda vurguladığımız gibi zaman burada merkezi bir konuma yerleşir, acımasızca benliğimizi harap eden, hayallerimizi ve umutlarımızı söndüren toplumsal tahakkümün bütününü tarif eder aslında, belki de daha doğru bir ifadeyle bu tahakkümün işleyiş biçimini, üslubunu, sürecini ifade eder. Walter Benjamin’in Tarih Kavramı üzerine Tezlerindeki IX. Tez’de, estikçe arkasında göğe kadar yükselen harabeler bırakan ilerleme fırtınası gibi.[3] Ve işte bu yitirilenlerin matemini tutmayı her ne kadar önemsese de, direnmek her daim başlıca seçenek olur Çağrı Sinci için. Tıpkı On Beş Dakika şarkısında elindeki taşla, Goliath’a karşı Davud misali, zamanla kavgaya tutuşmayı önerdiğindeki gibi:

Elime bir taş almışım, yanımda bir tek sen
Diğer tarafta Dünya, gökdelenler ve şirketler
Elime bir taş almışım, yanımda bir tek sen
Elimde bir taşla savaş da açarım zamana istersen

2023’te çıkan albümü Zaman Sinekleri’nde yine yoğun biçimde bu “hayal bozan” zamansallık teması “unutma/hatırlama” bağlamını da dahil ederek işlenir. Üstelik en önemli ilham kaynaklarından birini, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı misafir eder Çağrı Sinci, Zaman Kırıntıları şiiriyle:

Ben zamanı gördüm
Kaç bakışta bozdu hayalimi
Ve kaç düşüncede
Ben zamanı gördüm
Şimşek gibi bir ânın uçurumunda

Evet, zaman izafi ve unutamazsın en iyiyi
Genel nizamdan bir günde nefret etmedik ki
Mesele biziz sandık, ayıkmadık çağın farkını
Hep bir olasılıktı reddediş ve gitmek istedik
Yine de bizim kadar seven yoktur ayın şavkını

Tanpınar göndermesinin üzerine ayrıca eğilmek gerekir. Çünkü Huzur’un yazarı için sanat, şiir öncelikli olarak hayallerin dünyasından beslenmelidir, kendisine yön veren de bu “rüya estetiği”dir. Rüya/hayal ve sanat ilişkinden söz edince gözlerimiz ister istemez André Breton’u ve sürrealistleri arar. Kendi yaratımlarına sanat tabirinden ziyade “araştırma” mefhumunu daha uygun görmekle birlikte aklın denetiminin dahli olmadan rüyaların dilini, bilinçdışının gerçekliğini, “düşüncenin gerçek hareketini” kavramaya çalışırlar. Böylece en derin arzuları ve güdüleri açığa çıkarabilecek olan şiir bir bilgilenme aracı haline gelir. Tanpınar ise “garp sanatının son ümidi” olarak gördüğü sürrealizmle bağını şöyle ifade eder: “Sanat insanın realitesidir, fakat sanat eserlerinin rüyalarımıza refakat eden ruh haline ihtiyacı vardır. Benim rüya estetiğim nesrime tesir etti; Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda sürrealizm yapmağa çalıştım.” Ayrıca yukarıda gönderme yaptığımız Alman Marksist düşünür Walter Benjamin’in melankolik bakışıyla Tanpınar’ınki arasında, en ufak bir etkilenme ihtimali olmadan, kayda değer bağlar bulunur. Nurdan Gürbilek “Tanpınar’da Hasret, Benjamin’de Dehşet” denemesinde bu yakınlıkların özellikle Baudelaire, Proust, Bergson, Freud gibi ortak kaynaklardan ileri gelebileceğini vurgulayarak, bu “kaybedilene yönelik kaygı dolu geriye bakış”a eğilir: “Benjamin’le Tanpınar arasında benzer kaygılar, ortak izlekler, çarpıcı ifade benzerlikleri var. İkisi de hatırlamanın öneminden, ölülerin bugün üzerinde söz hakkı olduğundan, geçmişin gücünü yaşanan güne aktarması gerektiğinden söz ediyor. İkisi de tarihsel gelişimi doğrusal bir gelişme olarak gören bir ilerlemeciliğe uzak.”3Nurdan Gürbilek, Benden Önce Bir Başkası, Metis, 2011, s. 93-137. Tanpınar’ın sürrealizmle ilgili yorumları için de aynı kaynağa bakılabilir.

Başka Çağın Lafları

Yeni albümü Başkası’nda ise “kör bir bıçak” iken “esen fırtınayla bilenmiş” halde tekrar karşımıza çıkıyor Çağrı Sinci, yine zamanın zorbalığıyla kavga etmek, “kaybolanı bulmak”, “eksilenin hesabını sormak” üzere. Şafak Türküsü’ne bir selam çakarak “yaşamak ağrısı” karşısında yer yer nostaljiyi bir sığınak olarak görür Çağrı: “Geçmişe dönersin aniden/eski zamanlar matemin/ Hatıra koleksiyonlarınla baş başa kaldın yani sen.” Zamanın geçmesi, elbette büyümekle, Çağrı’nın sıkça sözünü ettiği gibi yaşlanmakla da ilgili; daha önceleri kendini “her yerin yabancısı” olarak tarif eden Çağrı Sinci, büyümeyle birlikte “yabancılığın heyecanının” da “garip renklerin büyüsünün” de kalmadığını teslim eder; tekrar ve tekrar yaşanmamış olanların, yitirilmiş düşlerin yasını tutma ihtiyacını kuvvetli bir lirizmle ifade eder: “Biz kandık bu göğün maviliğine/hayallerimizin sadeliğine/Yaşanmamış güzel günlerimizin hatırasının sahiliğine.”

Bu son albümünde Çağrı Sinci bir başka zamanın, bir başka devrin insanı, “damla damla azalmış” bir türe ait olduğunu da kabulleniyor; içinde yaşamaya mahkûm edildiğimiz düzen içinde, artık “eskimiş”, miadı dolmuş olarak görülen bir söylemin, bir kavganın taşıyıcısıdır o. “Bu laflar başka çağın lafları, saçma bulurlar sesli söylediğimde.”

Ne var ki, o ÇS’dir, Türkçe rap dünyasının “sakıncalı piyadesi”, “ezilenlerin iradesi ve dışlanmışların biraderi”, “her koşulda dik durmayı kendine şiar” edinmiştir. Ve bu başka bir devrin yankısını taşıyor olmaktan onur duyduğunu da açıkça ifade eder, bu gerçekliğe sahip çıkar: “Taşıyacağız başka çağın mahlukatı olmanın sancısını/Sol tarafta bir madalya gibi”

Fakat, imkanlarla yüklü bir geçmişe dönük mağlup edilmişlerin melankolik bakışından hızla sıçrayabiliyor Çağrı, hayatla kavgaya tutuşmanın, düzenle devrimci bir hesaplaşmanın gerekliliğine. Bu iki tutumu da bir zıddiyet ilişkisi içinde sunmuyor, aksine neredeyse organik -ve politik!- olarak bunları birbirine, yaratıcı muhayyilesinin de gücüyle, bağlayabiliyor. Hâkim gerçeklikle girişilecek kavga için tam da bu keder bir çeşit yakıt işlevi görüyor ÇS’nin dizelerinde. Ket vurulmuş umutların “hatırı” adına silahına davranıyor, bellek-ütopya-mücadele arasındaki rabıtanın önemini bir kez daha vurgulayarak:

Zamanım çok hızlı aktı, gün kısaldı
Hayallerimin hatırı kaldı, arızamdır
Tabancamda bir nazarlık kabzasında
Tabancadan kasıt bu minvalde hafızamdır

Türkiye’de Marksist kültür sosyolojisinin kurucularından Ünsal Oskay belleğin ve onunla birlikte nostaljinin bu dönüştürücü işlevi üzerine sıklıkla durmuştur. Geçmişin belirli görünümlerini muhafaza etmek isteyen nostalji, hâlâ yitirilmemiş olan insan yanlarımızı yarına saklayabilmenin bir yoludur Ünsal hocaya göre: “Yabancılaşmanın bugünkü kadar yoğun yaşanmadığı farklı bir geçmiş zamana duyulan özlemin, tek başına edilgin ve geriye yönsemeli olacağı doğrudur. Ne var ki, bugünkü hayatımız kadar acı verici olmayan bir ‘eski zaman’ı unutmaz, hatırlayabilirsek; bugünü, hayat tarzımızı yargılamamız için gereken farkındalığı kolaylaştırmış oluruz”.4Ü. Oskay, “Yıkanmak İstemeyen Çocuklar” Olalım, YKY, 1999, s. 148.

Bu hafıza-hatırlama sık sık tekrar edilen bir tema Çağrı Sinci’nin eserlerinde. Son albümde özellikle Uçurtma parçasında da değişmiş, dönüşmüş olanın hatırlanmasına ilişkin göndermeler mevcut. Bu izlek tüm parçayı başından sonuna katediyorsa da finalde, “unutmama”nın gerekliliği neredeyse tanrısal bir buyruk niteliği kazanıyor. Babybird’ün 1996 yapımı parçasına referansla, her şeyi eskisi gibi yapacak, dünmüş gibi hatırlatacak güçteki “Atomic Soda”dan bir yudum bile içmediğini, içmeye gerek duymadığını ifade ediyor Çağrı Sinci, çünkü o zaten unutmamıştır: Ben unutmam/Sen de unutma!

Şiirin Yasası

Çağrı Sinci’nin politik tutum alışları eserlerine yapışan bir mesaj gibi değil, içerik ve formla bütünleşen, bunlara dışsal olarak eklemlenmiş bir ton olarak değil de her ikisiyle birlikte şekillenen bir unsur olarak yer alır. Çağrı Sinci’nin hayat karşısındaki politik-etik pozisyonu sanatsal üretimine hem yönelim sağlar, sonsuz gibi görünen bir imgeler haznesiyle örülen hikâyelerinin -ya da (büyük harfle) hikâyesinin- temel aksını teşkil eder, hem de bu üretimin emrindedir, estetiğin yasasına, şiirin buyruğuna tabidir.

Tam olarak Bağımsız Devrimci Sanat Bildirgesi’nde sürrealizmin kurucusu André Breton ve Kızıl Ordu’nun kurucusu Lev Troçki’nin deklare ettiği gibi. Hem kapitalist piyasa dinamiklerinin hem de Nazi Almanyası ve Stalin Rusyası’nın entelektüel ve sanatsal yaratıcılığı mahkûm eden tahakkümüne karşı yazarlar 1938 yılında Meksika’da, Frida Kahlo ile Diego Rivera’nın Mavi Ev’indeki uzun sohbetlerinin ardından kaleme aldıkları manifestoda sanatın saygınlığını yitirmeden herhangi bir yabancı buyruğa boy eğmeye razı olmayacağını vurgular:

Sanatsal yaratıcılık konusunda en önemli husus, imgelem gücünün her tür kısıtlamadan kurtulmasıdır. Bugün ya da yarın, sanatı doğasıyla tamamen uyumsuz olduğuna inandığımız bir disipline boyun eğmeye ikna etmeye çalışanlara kesin bir reddedişle karşılık veriyoruz ve sanata tam serbesti ilkesine bağlı kalma konusundaki kararlı niyetimizi tekrar ediyoruz.

Bununla birlikte Çılgın Aşk’ın yazarıyla Sürekli Devrim’inki düşünce ve yaratım özgürlüğü veya sözde bir “saf sanat” adına siyasal bakımdan kayıtsız olmayı da savunmaz elbette. Sanatın rolüne dair bakışları onun toplumun kaderi üzerinde bir etkiye sahip olmasını reddetmeyecek kadar yücedir: “Sanatın çağımızdaki en yüce görevinin, devrimin hazırlığında aktif ve bilinçli bir şekilde yer almak olduğuna inanıyoruz. Fakat bir sanatçı, özgürlük mücadelesine ancak onun toplumsal içeriğini özümserse, anlamını ve dramını iliklerine kadar hissederse ve kendi iç dünyasını sanatında özgürce somutlaştırmayı ararsa hizmet edebilir.”5Bkz. Uraz Aydın, “Troçki, Breton ve Coyoacan Manifestosu”, e-skop. Bildirgenin farklı çevirileri için bkz. L. Troçki, Sanat ve Edebiyat, çeviren: Aslıhan Aydın, Yazın yayıncılık, 2001; “Bağımsız ve Devrimci Bir Sanat için”, e-skop.

Sanat ve siyaset ilişkisi çerçevesinde geçtiğimiz “asrın gece yarısında” majör bir kırılma yaratmış olan bu metin bugün hâlâ devrimci niteliğinden bir şey yitirmiş değil.

Şeyleşme ve Rapin Yenilgisi

Bir çoklu yenilgiler bütününün içinden Çağrı Sinci’nin bize seslendiğini ifade ederken sona bıraktığımız ise rapin yenilgisi. Paradoksal biçimde elli yıllık tarihinin zirvesinin aynı zamanda rapin mağlubiyetini tasdik ettiğini düşünüyorum. Anaakım bir müzik türü haline geldikçe rapin kökenindeki vaat örselendi, kelamın öne çıktığı bir ifade biçimiyken tektipleşmiş bir pop müzik işlevi görmeye başladı.

Doksanlı yıllarla birlikte katmerlenecek olan kültürel alanın piyasalaşmasıyla, kültürel üretimdeki metalaşma süreçlerinin radikal biçimde derinleşmesiyle birlikte hip-hop kültürünün içinde barındırdığı en habis eğilim rapin hâkim kodu haline gelmiş bulunmakta. New York’tan Los Angeles’e ve hızla Latin Amerika’ya ve Avrupa’ya yayılan bu yeni müzikal form ırkçılığa, yoksulluğa, dışlanmışlığa dayalı gerçekliğin teşhir edilmesini, toplumsal öfkenin ve umutların herhangi bir profesyonel eğitime gerek duyulmadan kelime haznesi, ritm duygusu ve dans becerisiyle, derme çatma ses düzenleriyle geniş bir katılıma açık biçimde dile getirilmesini sağlıyordu. Elbette ki bu “amatörlük” düzeyinde kalamazdı rap, ancak yoksullukla başa çıkma arayışı içinde gelişen gang kültürü ve buna eşlik eden kendini kurtarma arzusu piyasa dinamiklerinin müdahalesiyle bugün rapi, (başlı başına bir tartışma konusu olan şiddetli patriyarkalizmi bir yana) kapitalizmin dahi ummayacağı ölçüde bir gösterişçi tüketim propagandası haline getirdi. Orta sınıfın illegalite fantazilerini olabildiğince vasat ve kendi taklidine dönüşmüş bir üslupla karşılarken, kısa yoldan edinilmiş zenginliğe ve lükse methiyeler düzen, şeyleşmiş bir görselliğin ve sahne performansının her türden içeriği gereksiz kıldığı bir eğlence endüstrisi şekline aldı.

İşte tam da bu yenilginin içinde, Çağrı Sinci bir başka çağın mahlukatı olarak, bir başka çağın müziğini yapıyor; “çamura düşmüş rap”i eğilip alıyor, ve “zehri salıyor”. Hip-hopın kökenleriyle bağı tekrar kurup geleneği unutuluştan kurtarmak üzere kendi payına düşeni yapıyor. Kendi kuşağımdan referans verecek olursam, Public Enemy’nin, Boogie Down Production’un, Queen Latifah, De la Soul ve NWA’nin (ve elbette NTM’in!) mirasıyla tekrar rabıtayı kurarken elbette rap tekniğinin gelişiminin sağladığı tüm imkanları kullanmaktan geri kalmıyor. Değişken, gerektiğinde a-ritmik flowlar, çok heceli kafiyeler, yaratıcı ses benzeşimleri ve çok geniş bir müzikal altyapı kullanımı şiirsel gücüne eşlik ediyor. Halihazırda heybesine katmış olduğu Yeraltı Sakinleri grubunun katkılarıyla birlikte elektrogitar, klavye ve baslarının yanı sıra klarnet, sitar ve bolca caz sound’u bulmak mümkün son albümünde.

Rap kültürünün tarihsel olarak şekillenmiş -kendi adıma en az eksikliğini çekeceğim-  diss ve ego-trip yani çoğu kez iç içe geçmiş biçimde rakip rapçilerin yetersizliklerini teşhir edip kendi rap yapma kabiliyetini göklere çıkarmayı esas alan janra, biraz da oyunun kuralı gereği (herhalde), bulaşmaktan da imtina etmiyor Çağrı Sinci. Ancak burada da gayet sert çıkışlarla birlikte çoğu kez müphemliğe dayalı bir denge üzerinden, hedef alınanın bir rapçi mi yoksa sistemin kendisi mi olduğu konusunda bir tereddüt yaratıyor ve bu vesileyle rap’taki piyasalaşmayı ve yaratıcılığın çöküşünü, tekdüzeliğe teslim oluşun eleştirisini dile getiriyor.

Doğrudan rap kültürü çerçevesinde belirtilmesi gereken belki de son bir nokta featuringlerle ilgili. Esasında bir müzisyenin bir diğerinin parçasına misafir olmasını ifade eden ama bugün artık daha eşit katılımlı bir düet anlamını da ihtiva eden “feat’ler” rap endüstrisinin can damarı; görünürlüğü artırmanın, yer yer “oyunda” daha önemli bir yer edinmenin de yolu. Ama bütünsel bir yerden bakınca bir featin başarılı olması her iki sanatçının (veya daha fazlasının) birbirlerini tamamlayan, karşılıklı olarak zenginleştiren bir üsluba sahip olmasına ihtiyaç var. Doğrudan benzer alanlarda koşturmayacaklar fakat hayat karşısındaki duruşta benzer kaygılardan hareket etmeliler ki hem yan yana gelişin bir özgünlüğü olsun hem de eserde bir bütünlük sezilsin, bir sembiyoz teşekkül etsin. Çağrı Sinci’nin her featini ayrı değerlendirmek zor ve başka bir incelemenin konusu olur ancak aktarmaya çalıştığım kriterler çerçevesinde özellikle Deniz Sungur (Çarpıntı ve Talan albümleri) ve Saian’la (Göğe Bakmak için) böyle bir sembiyotik bağ yaratabildiklerini düşünüyorum, bilhassa da burada ele aldığımız melankoli, öfke ve şiirsellik çerçevesinde. Çok daha fazlası da vardır elbette, mesela hatırladıkların kadar’da Sürveyan’ın muazzam katkısı. Başkası albümünde ise son parça, Kutlamalar Başlasın’ı başka bir yere koymak gerekiyor. Punk rock grubu Second’ın solisti Özgün Semerci’nin dahliyle oluşan parça, hele de Sular Sarardı gibi bir başyapıtın ardından, ilk aşamada (en azından kişisel olarak) sürekli dönüp dolanıp dinlenebilecek bir şarkı hissiyatı uyandırmamakla birlikte, albümün bütününün akıp buluştuğu yer, bir son ve başlangıç gibi. Baktıkça gözlerinizi huzursuz eden ancak içerdiği mana katmanlarını tüketemediğiniz için tekrar tekrar içine dalınan bir ekspresyonist eser gibi.

Lanetli Şair’in Mirası: Je est un autre

Bu albümde teşkilatsız eşkıya bizi dağlarındaki saklı patikaların, örtük geçitlerin, gizli mağaralarının içine sürüklüyor. Üstelik bu kez bütün albümü baştan sona kat eden varoluşsal -ve şiirsel- bir iddiayla: “Ben Bir Başkasıdır”.

“Kimsenin görmediğini görme lanetidir” dizesiyle kendi kavrayışını tarif eden Çağrı Sinci’nin yolu, böylece bir başka melankolik devrimciyle, lanetli şair Rimbaud’yla kesişiyor. 13 Mayıs 1871’de Arthur Rimbaud retorik hocası Georges Izambard’a bir mektup yazar. Hocasının şiir anlayışıyla atışırken kendisini “emekçilerin öldüğü Paris muharebesine yönlendiren çılgın öfkesi”nden söz ettikten sonra şu anda (şiir yazma konusunda) çalışmayı reddettiğini ve greve girdiğini açıklar ve devam eder:

Acılar çok büyük, ama güçlü olmak, doğuştan şair olmak gerekir ve ben kendimi bir şair olarak tanıdım. Bu benim suçum değil. ‘Düşünüyorum’ demek tamamen yanlış. ‘Ben düşünülüyorum’ denmelidir. Kelime oyunundan ötürü affola.

BEN bir başkasıdır.

Bağlamı yakalamak her zaman kolay değil. Rimbaud iki gün sonra yazdığı bir başka mektupta, aynı ifadeyi tekrar eder ve kendi şairliğini bir çeşit “medyumluk” olarak tarif eder (Türkçeye “kâhinlik” şeklinde çevrilmiştir ancak kastedilen manayı karşılayamadığını düşünüyorum). Şair öncelikle kendi ruhuna nüfuz etmeli, kendini tanımalı ve oradaki “bilinmeyene”, öteki’ye, başkasına ulaşmalıdır. Bunun için bir içsel keşfe çıkmalı, tüm duyuları en uç noktasına kadar sürüklemelidir, “tüm aşk biçimlerini, acıyı, deliliği; kendisini arar, içindeki tüm zehirleri tüketir, yalnızca onların özlerini saklar”. Ve o zaman şunu idrak edebilir ki aslında eserlerinin yaratıcısı kendisi değildir yahut bunlar yalnızca kendi bilinçli emeğinin ürünü değildir. Bunu iddia etmek “bencilliktir” çünkü eser içindeki o başkasıyla birlikte yaratılmıştır; kendisi değildir bunu düşünmüş olan, kendi bilinci de, muhayyilesi de içine doğan ilham da içindeki çokluk tarafından “düşünülüyordur”, belirleniyordur. Ama bir kez tüm gölgeleriyle birlikte şair bu benliğinin bütününe ulaşır, onu tanır, o zaman artık ona iyi bakmak, onu geliştirmekle (“bir canavar” haline getirmekle) yükümlüdür.6Küçük bir parantez: Tarihin ironisi, Rimbaud’nun hocasına mektubu sağcılar tarafından, Paris’in dışından gönderildiği için şairin Paris Komünü’ne katılmadığının delili olarak işlev görür. Bir dizi belgenin yanı sıra polis raporlarına dayanarak aksini iddia edenler de mevcut; bu konudaki savaş bitmedi! Bkz. Uraz Aydın, “Rimbaud’dan Mektup Var: Lanetli Şair, Komün ve Mağlupların Tarihi”, e-skop.

Çağrı Sinci ise albümüne verdiği isim ve bir dizi parçasındaki göndermelerle bu Ben’in keşfini, dönüşümünü ve kendine yabancılaşma serüvenini ele alır. Bu dönüşüm yine zamanın eskiticiliğiyle ilintiliyse, “katı olan her şeyin buharlaştığı” (Marx) bir kaybetme deneyimine tekabül ederse de, baskın olarak, aynı zamanda içindeki bir başkasıyla veya başkalarıyla tekrar şekillenmenin kazandırdığı bir bakış çokluğuna, hissiyat çeşitliliğine dolayısıyla bir zenginleşmeye de işaret eder. Ve herkesi kendi içindeki başkasını bulmaya da davet eder Çağrı. Zamanı kullanmanın bir biçiminin de bu olabileceğini sezdirir. Özellikle Arthur Rimbaud’yla bu bağın kurulmasını kıymetli buluyorum. Rimbaud da politik tutumlarını sergilemekten çekinmemiş ve onu bugün hâlâ sanat-hayat ilişkisinin (yani sanat-siyaset ilişkisinin) köşe taşlarından biri, büyük esinleyicilerden biri olarak kabul etmemek mümkün değil. Yine sanatla siyasal angajman konusunda ileri bir deneyimi yaratmış olan sürrealizmin müktesebatına gönderme yapmak gerekirse: “Dünyayı dönüştürmek diyordu Marx. Hayatı değiştirmek diyordu Rimbaud. Bu iki parola bizim için tek ve birdir.”

Kendi yaşantısına biçim verebilme olanaklarından yoksun bırakılmış modern bireyin acısını, bu köhnemiş dünyada insan olmanın sancısını, kederin ve öfkenin kelimeleriyle bizlere anlatırken Çağrı Sinci, özgürleşmiş bir geleceğe kapı aralamaktan, ütopyanın titrek ateşine bir bakış atmaktan da geri kalmıyor.

“Umudumuz diri, paha biçilmez/Sayımız çok kum tanesinden…” Ve bu kez sembolik şiirin melankolik üstadı Ahmet Haşim’i rapine misafir ederek devam ediyor:

Sular Sarardı,

Kızıl Havaları Seyret!

Notlar

(1) D. Bensaïd, “Devrimciler Neden Melankoliktir” http://imdatfreni.org/devrimciler-neden-melankoliktir-daniel-bensaid/ ; D. Bensaïd, Köstebek ve Lokomotik. Tarih, Devrim ve Strateji üzerine Denemeler, (der. U. Aydın) Yazın yayıncılık, 2006; D. Bensaïd, Le pari mélancolique, Fayard, 1997.

(2) E. Traverso, Solun Melankolisi. Marksizm, Tarih ve Bellek, çeviren: Elif Ersavcı. İletişim, 2018.

(3) Bkz. Michael Löwy, Walter Benjamin: Yangın Alarmı. “Tarih Kavramı Üzerine” Tezlerin Bir Okuması. çeviren: Uraz Aydın. Versus yayınları, 2007.

(4) Nurdan Gürbilek, Benden Önce Bir Başkası, Metis, 2011, s. 93-137. Tanpınar’ın sürrealizmle ilgili yorumları için de aynı kaynağa bakılabilir.

(5) Ü. Oskay, “Yıkanmak İstemeyen Çocuklar” Olalım, YKY, 1999, s. 148.

(6) Bkz. Uraz Aydın, “Troçki, Breton ve Coyoacan Manifestosu”, e-skop. Bildirgenin farklı çevirileri için bkz. L. Troçki, Sanat ve Edebiyat, çeviren: Aslıhan Aydın, Yazın yayıncılık, 2001; “Bağımsız ve Devrimci Bir Sanat için”, e-skop.

(7) Küçük bir parantez: Tarihin ironisi, Rimbaud’nun hocasına mektubu sağcılar tarafından, Paris’in dışından gönderildiği için şairin Paris Komünü’ne katılmadığının delili olarak işlev görür. Bir dizi belgenin yanı sıra polis raporlarına dayanarak aksini iddia edenler de mevcut; bu konudaki savaş bitmedi! Bkz. Uraz Aydın, “Rimbaud’dan Mektup Var: Lanetli Şair, Komün ve Mağlupların Tarihi”, e-skop.

Bunları okudunuz mu?