Bir gün uyanırsınız ve dünya size artık ait değilmiş gibi gelir. Trafik tabelaları anlamını yitirir, insanlar birer gölgeye dönüşür, gözlerinizdeki bakış bile farklılaşır. İşte o an, Japon sinemasına duyulan ihtiyaç baş gösterir. Çünkü Japon sineması, evrenin absürtlüğünü saklamaz, onu vitrine koymaz, güzelleştirmez. Onu alır, öper, bir çay demler ve “hoş geldin dünyam” der.
Bu yazı, ne tam bir analiz ne de akademik bir bakış sunacak. Yüzlerce Japon filminden düşlere kazınası birkaç tanesi, rastgele seçilen bir şans topu gibi seçilecek ve soğuk bir kahve eşliğinde anlatılacak. Kelimelerim Japon sinemasına duyulan bir aşk mektubu sayılırsa ne mutlu bana. Ama biraz deli işi bir mektup. Tıpkı Shunji Iwai’nin Picnic filmindeki gibi, kenarından yırtılmış, göğe doğru salınmış bir mektup.
Dreams (1990)
Başkasının Rüyalarını Deneyimlemek İster miydiniz?
Kurosawa denince akla genelde Yedi Samuray, Ran, Ikiru gibi kült filmler gelir. Fakat Dreams (1990) bambaşka bir hikaye. Kurosawa, yaş aldıkça daha fazla içe dönmüş biri. Bir noktada “Durun bakalım ben size daha rüyalarımı anlatmadım” der gibidir. Ve bu dünyayı iki saatlik bir perdeye döker. Sekiz rüyadan oluşur film. Biri, ölen askerler. Öteki, atom bombası sonrası Japonya’da nükleer cehennemde yürüyen çocuklar. Arada Van Gogh bile var; evet, Kurosawa’nın rüyasında Van Gogh (Martin Scorsese tarafından canlandırılır) Japon kırlarında resim yapar. Bu film, sadece bir izleme deneyimi değil, ki sadece bu olsaydı bile sizi görselliğiyle yine mest ederdi. Dreams, saçma olana değil, kırılgan olana tapar; ve sonunda, yaşamı değil, yaşamın gölgesini bile sevmeyi öğreten bir dua gibi akar perdeye.
“Love Exposure” ve Sion Sono
Aşkın, Günahın ve Slip İç Çamaşırının Anatomisi
Eğer bir filmde kızın kalbini kazanmak için Japonya’nın en iyi “panty-shot” fotoğrafçısı oluyorsan, yönetmenin adı büyük ihtimalle Sion Sono’dur. Love Exposure dört saatlik bir epik delilik. Dört saat boyunca günah, sapkınlık, aile, tarikatlar, İsa, sapkın paparazzilik ve samimi aşk arasındaki o ince çizgide geziniriz. Bir oğul, rahip babasının sevgisini ve saygısını kazanmak için günah işlemeyi öğrenir; kamerayı haç gibi taşır, günahı sanat gibi işler. Tek bir kadına âşıktır, o da Meryem Ana’nın ta kendisidir. Love Exposure, seyirciyi kutsal bir ayine sokar gibi başlar, günahla yoğurur, aşk ile rezil eder, sonra o rezilliğe secde ettirir. Çünkü bazen Tanrı yoktur, ama geri sarılmayı bekleyen bir kaset vardır.
House (Hausu, 1977)
Nobuhiko Obayashi’nin Pop-Art Kabusu
House, bir korku filmi gibi başlar, ama aslında bir LSD halüsinasyonu gibidir. Yedi liseli kız, yaz tatilinde bir arkadaşlarının büyükannesinin evine gider. Ve bu andan itibaren, ağzınızdan o kutsal soru çıkar: Ne izliyorum ben? Yönetmen Nobuhiko Obayashi, bu filmi çekerken 11 yaşındaki kızının fikirlerinden ilham almış. Yani evet, bir çocuğun kâbuslarını izleriz. House, bir tür “Scooby-Doo’nun psikedelik kuzeni” gibidir. Ama sonunda size şunu dedirtir: Japonlar gerçekten başka bir gezegende yaşıyor. Ve o gezegen, bizimkinden çok daha yaratıcı, çok daha nefes kesici.
“Picnic” (1996)
Kıyamet Anında Piknik Çantanıza Hangi Yiyeceği Koyardınız?
Shunji Iwai, Japon sinemasının şairidir. Şiirini bazen gökyüzüne bakıp da yazar, bazen de bir akıl hastanesinin boş koridolarında. Picnic, akıl hastanesinden kaçan üç genç karakterin “dünyanın sonunu izlemek” için çıktıkları yolcuğu anlatır. Filmdeki sorgulamalar, sizi durdurur. Bazılarına gülersiniz bazıları ise sizi film bitene kadar düşündürtür. İwai, karakterlerini yargılamaz. Onların halüsinasyonları, bizim “gerçeklik” dediğimiz şeye göre daha tutarlıdır bazen. Belki de akıl hastanesinden kaçmak değil, dünyaya dönmek deliliktir.
“The Face of Another” (1966)
Kimliğin Maskesini Çıkaran Film
Hiroshi Teshigahara, Japon sinemasında deneysel ve felsefi anlatımın usta ismidir. The Face of Another, yüzü yanan bir adamın yeni bir yüzle kendine başka bir kimlik yaratmasını konu alır. Ama burada mesele, sadece bir yüz değildir. Yüz, benliktir. Benlik, toplumdur. Toplum, maskedir. Film boyunca karakter, yeni yüzüyle ahlaki sınırlarını test eder. Karanlık, steril sahneler ve minimalist anlatım, bir bilimkurgu kabusu kadar gerçektir. Ve şu soru kalır geriye: “Ben kimim?” Japon sineması, bu soruyu en fazla soran sinema. Ve belki de, cevap vermekten özellikle kaçınan.
“Welcome Back, Mr. McDonald” (1997)
Absürdün Kalbinde Bir Radyo Yayını
Juzo Itami’nin çırağı Koki Mitani, bu filmde bir radyo tiyatrosunun canlı yayını sırasında yaşanan kaotik olayları anlatır. Bir gece yayını sırasında, oyuncular rollerini değiştirmeye başlar. Kadın karakter Amerikalı olur, olay Amerika’da geçer, şimşek sesi yerine bebek ağlaması konur. Yani bir radyo yayını, gerçekliğin kendisini değiştirmeye başlar. Akış değiştikçe durgun suda dalgacıklar oluşur. Film, tiyatrovari temposuyla, Japon mizahının ne kadar incelikli ve aynı zamanda çılgın olabileceğini gösterir. Benzer bir örneği ise One Cut of the Dead filminde de görürüz. Ve evet, Japonlar bazen ciddi ciddi saçmalar. Ama öyle bir ciddiyetle saçmalarlar ki, kendinizi sorgulamaya başlarsınız.
Sonuç Yerine
Japonya, Rasyonel Olmamanın Estetik Hali
Japon sineması, Batı’nın “olması gereken hikaye yapısı”na pek kulak asmaz. Zaman bazen geri akar, bazen ileri. Bazen de akmaz, sabit kalır. Karakterler bazen Tanrı olur, bazen çöpte yaşayan çocuk. Ama her zaman bir şeyler ararlar: kayıp sevgililer, kayıp yüzler, kayıp tanrılar… Aynı zamanda Japon filmleri bize şunu hatırlatır: Hayat o kadar da mantıklı olmak zorunda değil. Bazen, tek yön bir bilet alıp onların dünyasına usulca ve anlamsızca geçmek gerekir. Orada her şey tuhaftır, ama bir şekilde daha gerçek gelir. Çünkü o dünyada onurlu insanlar, absürt hayatların içinden geçerken başlarını eğmezler. Ve belki de onur, saçmalığın içinden dimdik geçebilmektir.