Bir sabah uyanırsın, aynadaki yüz sana bambaşka gelir. Sanki biri gece gelip suratını yeniden çizmiş. Gözlerin aynı gibi, en azından dünküyle aynı renk, ama bakışların başkasından çalıntı gibi. İşte o sabahlar kaybolduğun sabahlardır. Haritan yok. Pusulan bozuk. Rehberin ise genelde reelsler ve gecikmiş cevaplar.
En son ne zaman kayboldunuz? Hiç bilmediğiniz bir adrese giderken deneyimlediğiniz o andan bahsetmiyorum. Sırtınızı duvara verdiğiniz, elleriniz başınızdaykenki o kısa ama sonsuz gibi geçen o an… Belki seksenlere merdiven dayadınız belki de kırklarınızdasınız. Dert etmeyin, insanız sonuçta. Hepimiz hayatımızın birkaç uğrağında kayboluruz ve bir şeylerin bizi gelip almasını bekleriz; belki beyaz atlı bir prens, belki bir merhaba, belki de bir devrim kim bilir. Ama her ne olursa olsun kesin olan bir şey var: Gençken kaybolmanın tadı başkadır.
Fallen Angels
İçinde Her Bir Rengi Barındıran Ama İçimizi Isıtmayan Neon Işıklar
Wong Kar-wai’nin Fallen Angels’ında (1995) şehir, yalnızlığın süslü neon ışıkları altındaki betondan bir mezardır. Karakterler, kendi metropolünün lehçesini bile unutmuş gibidir; aynı sokakları paylaşırlar ama birbirlerine aynı sokak lambasının altında bile denk gelmezler. Şehir, bir bedende yaşayan binlerce yalnızlıktan ibarettir. Bir biyografi yoktur karakterlerde, sadece birer fragman ibarettirler.Kendi sahnelerinde bile orada olup olmadıklarını merak ederiz. Ne bir geçmiş ne de bir gelecek… Ne tuhaf değil mi? Sadece ‘an’ gibi iki harfin birbirine sarılmasından oluşuyor, tüm bu doksan dakika. Duyguları birbirine karışmış. Âşık değiller ama bir yabancının dudak kenarında bir yaşam sebebi ararken buluruz kendimizi. Her şey hem aşırı yoğun hem içi tamamen boştur; bir sigara dumanı gibi dolar kadraja hayat ve yine öylece yok olup gider. Belki de gençlik tam olarak budur: bir tür duygusal neonsuzluk.
Rosetta
Yalpalayan Bir İşsizliğin Kamerası
Bir başka film, Rosetta (1999). Dardenne Kardeşlerin kamerası sabit değil, çünkü Rosetta da öyle. Bir işten diğerine, bir hayalden ötekine sürükleniriz. Tek derdi hayatta kalmaktır Rosetta’nın. Ve belki biraz da insan olmak. O sadelik içinde yüzüne çarpan şu oluverir: Bu senin hikâyen! İş bulmak, yalnız kalmamak, karnını doyurmak; bazen en karmaşık gibi görünen şeylerin en basit helleri işte. Ne dilini ne de kültürünü bildiğin bir filmde kendinden bir parça buluyorsun. Gençlik de evrensel değil mi? İnsanız sonuçta. Gençtir ve kaybolmuştur Rosetta. Belki de kaybolmak bile bir lüks onun için, çünkü hiç tam anlamıyla “bulunmadı” Rosetta.
Kaybolmak, bazen zamana eşlik etmektir. Nereye gittiğini bilmeden peşinden sürüklenmek… Yine de korkarız bazen ondan. Sahi, neden bu kadar korkarız kaybolmaktan? Çocukken ormanda kaybolmak kötüydü, çünkü kurt masalları vardı. Peki ya şimdi? Belki de başka kurtlar, başka ormanlar gördük. Belki de artık kendi içimizde kayboluyoruz. Ve insanın kendi içinden çıkması ormandan çıkmaktan çok daha zor.
Yine de tuhaf bir güzellik var bu kaybolmuşlukta. Kaybetmeden anlamazsın ki bulunuşun değerini. Kendini, yolunu, başkasını… Gençlik de tam bu değil mi? Sürekli bir kaybetme bulma oyunu. Bir gün birini seversin, ertesi gün nefret edersin. Bir gün yazarsın, ertesi gün yazdıklarından utanırsın. Ve sonra yine yazarsın. Çünkü yazmak, düşünmek, susmak, bağırmak… Hepsi arayışımız bizim.
Microhabitat
Viski, Sigara ve Sen…
Microhabitat (2017). Güney Koreli Miso, gençliğin “buna değmez” dediğimiz her şeyi uğruna terk ettiği bir karakterdir. Evini bırakır, sıcak suyu bırakır, yalnızlığı bile kucaklar… ama viskisini ve sigarasını bırakmaz. Çünkü onun “yaşam alanı” bunlardır. Ve biz anlarız ki, hayatta kalmak bazen sadece nefes almak değildir. Ruhun da bir çatısı olmalı. Miso, bu çatıyı kurmak için kaybolur. Eski arkadaşlarını ziyaret eder, her biri farklı bir kapitalist kâbusta yaşamaktadır artık. Ne çok tanıdık geldi değil mi? Miso ise bilinçli bir kayboluşun kahramanıdır. Bazı insanlar haritayı yakar. Miso da onlardan biri. Bizi mutlu edecek zevklerimiz uğruna Maslow’un piramidine rest çekmek, ancak gençliğin deliliğinde mümkündür.
Lady Bird
Kendi Kanatlarını Boyayan Bir Kuş
Lady Bird ise başka bir yolculuğun kahramanı. Sacramento’da sıkışmış, saçını pembeye boyayan bir kız. Sevilmek ister, anlaşılmak ister ama sürekli yanlış anlaşılır. Annesiyle olan ilişkisi, hem sevgiyle hem çıplak bir gerilimle örülüdür. Ama bu ilişki, gerçek hayat gibidir. Düğmesiz, filtresiz, pütürlü….
Greta Gerwig’in yönetiminde Lady Bird (2017), bir gençliğin içe dönük çırpınışlarını mizahla örer. Film bittiğinde gözlerin dolabilir. Çünkü belki sen de annene bağırmışsındır. Belki sen de bir gün “ben bu şehirden gitmeliyim” demişsindir. Ve belki hala gidememişsindir, belki, belki…
Y Tu Mamá También
Bazen de Yollarda Büyürüz
Ve sonra Y Tu Mamá También (2001). Meksika yollarında geçen bu filmde iki genç, bir kadınla birlikte yola çıkar. İlk bakışta erotik bir macera gibi duran hikâye, derinlerde bir veda mektubudur. Gençliğe, masumiyete, geçmişe bir veda. Yolculuk sırasında sadece coğrafya değil, karakterler de değişir. Julio ve Tenoch, aralarındaki dostluğun çürük yanlarını keşfeder. Ve Luisa… Aslında o çoktan vedalaşmaya başlamıştır. Yol, hepimizi biraz değiştirir. Ve gençlik, aslında o yoldur. Hiçbir zaman tam gidemezsin, ama yine de bir yere varırsın. Ne olursa olsun güzelliği şu ki: Sonu, başladığın yer olmayacak!
Bu filmler, farklı dillerde ama aynı duygudan konuşur: “Kayboldum ama buradayım.” Çünkü belki de gençliğin en dürüst hali budur: kayıp ama canlı; yönsüz ama umutlu. Ne yapacağını bilmeyen ama yine de gününü kurtaran ruhların düzeni bu.
Sonunda ne olur peki? Gençliğin sonuna geldiğinde, bir gün bir yerde durur ve dersin ki: “Ben o zamanlar gerçekten kaybolmuştum.” Ama işin ironisi hâlâ kayıp olmanda. Sadece daha alışmışsındır artık kayboluşa. Harita yine yok ama yürümeye devam ediyorsun.
Çünkü gençsin. Ve bazen kaybolursun.