İçimdeki sıkıntıyı bir nebze olsun giderebilmek için sana bu mektubu yazıyorum. Biliyorum ikimiz de birbirimizin yaşamına çok uzağız ama yakın bir mercekten bakıldığında bir o kadar da yakınız.
Nereden başlamalıyım peki? İkimizi de esir almış işe yaramazlık duygusundan mı? Bu duyguyla çok yakından ve çok erken yaşlarda tanıştık biliyorum. Çocukluğumdan bu yana ait hissettiğim duygu her gün yataktan kalktığımda, her şeyin bir önceki günden daha iyi olacağına dair umuttu. Bu benim için büyük bir aidiyetti. Bu aidiyetin ağır koşulları, çeşitli suskunlukları, bununla birlikte yaşamayı öğrenirken vazgeçtiğim pek çok nimet de vardı. Dışlanmaları, yok sayılmaları, bir yere hep en son davet edilen olmayı, “sen” habersizken her şeyin olup bitmesini de söylemiyorum. Bunları elbette sen de benim kadar iyi biliyorsun.
…geçici işlerde kendimi böyle hissettim çünkü yetersiz olduğumu hissederdim, hem aslında ofis ya da fabrika işine ait değildim, bu işler için “fazla iyi” olduğumdan değil, bilakis – tam aksine – fazla eğitimli ve işe yaramaz olduğumdan…
Hayatımız, ilk gençliğimizin olgunluğa eriştiği noktada, adına “çalışma” denilen o dönemin gelip çatmasıyla değişti belki de. Profesyonel yaşam, bize nelerin olmadığını, nelerin de artık istediğimiz gibi olamayacağını gösterdi belki de. Başarısız iş görüşmeleri, başarısız çalışma denemelerimiz oldu. Bu arada bir parantez açmak istiyorum, ikimiz de hayatımızın belli dönemlerinde dört kez psikiyatri kliniğinde yattık veya bulunduk.
…Gençliğimden bu yana ara ara nükseden depresyondan muzdaribim. Bu ataklardan bazıları fazlasıyla kuvvetten düşürücüydü; kendime zarar verdim, sosyal hayattan elimi eteğimi çektim (aylarca odamdan çıkmadım, yalnızca istihdam ofisine görünmek ya da tükettiğim asgari miktarda yiyeceği almak için dışarı çıkıyordum) ve psikiyatrik hastanelerde zaman tükettim…
Ben şanslıydım belki, şanslılığım hastanenin iyi bir hastane olup olmamasından değildi. Yattığım dönemler de benimle birlikte yatan insanların belki de içten tavrı beni şanslı kıldı. Tabii ki o vakitler kliniğin belki de en küçük hastasıydım. İnsanlar bana daha çok sevgi ve ihtimamla yaklaşıyorlardı. Orada bulunduğum farklı dönemler boyunca yaşadıklarım sanki hayatın bir arka bahçesindeki sarmaşıklı demir kapının bir süreliğine aralanması ve benim de o kapıdan geçmekle ödüllendirilmemdi. Ne aradığımı hep akşamları diğer insanlarla çay içip televizyon izlediğim zamanlar kendime sordum. Büyük kalabalık bir aile gibiydik. Ne olursa olsun her gün akşam saat sekizde burada buluşuyorduk. Biliyordum, azalsak bile ertesi gün yine burada televizyonun karşısında oturuyor olacaktık. Çekirdeğimiz, çikolatalarımız, bisküvilerimiz bize eşlik edecekti.
…İçten içe, hala öğretmenlik gibi bir işi yapabilecek türden biri olduğuma belli ki inanamıyordum…
Ne diyordum, konuyu çok dağıttım kusura bakma. Profesyonel hayatta performansımız hep sorgulandı değil mi? İşin ilk zamanları sanki bir efsanenin gerçekleşmesi gibi üstünde güneş açmayan bir ülkede bir anda güneş açması gibiydi gelişimiz. Herkes başlarda çok memnundu. Ama ne oluyorsa ortalarında veya sonlarına doğru sendeliyor, gücümüzü kaybediyorduk. Koordinatör veya İK görevlisi bizi odasına çağırıyor. Başta çok iyi olduğumuzu ama bu inişli çıkışlı grafiğin kendilerini pek tatmin etmediğini söylüyordu. Kısaca kendimize çeki düzen vermemiz gerekiyordu. Beklentileri vardı ve beklentilerini karşılamalıydık. O odadan ayrıldıktan sonra acaba’larımız artıyordu. Acaba iyi değil miyim, diye soruyorduk. Yeteri kadar performans gösteremiyor muyum? İş çıkışlarından eve doğru hep bu sesle giderdik. Bu ses öyle sinsiydi ki çoğu zaman yanımızda olduğunu, ayak seslerini bile işitmezdik.
…Bir süper kahraman olmak isterdim. Elinden geleni bilen, umutlu ve inatlı…
Çok uzattım biliyorum. Ne yapabilirim diye kendime soruyorum. Bu içime işlemiş işe yaramazlık, başarısızlık duygusundan nasıl kurtulabilirim? Otuz yaşıma geldim. Büyük işleri, büyük başarıları eskisi gibi aramıyorum. Daha basit daha huzurlu bir iş belki. Böyle zamanlar ne zaman kendimi umutsuz ve yılgın hissetsem annemle konuşmak iyi geliyor. O şimdi bu yazıyı yazdığımı ve herkesin okuyacağını öğrense emin ol bana yazma, derdi. Çünkü içimi bir otopsi yapar gibi böyle herkese açmamı uygun görmezdi. Yazmadan da içimdeki bu duygunun nasıl gideceğini bilmiyorum.
Ben ve benim yaşımdaki pek çok insanın düşlediği yetişkin hayatı bambaşkaydı. Bunu konuştuklarımdan ya da okuduklarımdan biliyorum. Peki ben başarısız olsam ne olur ne çıkar? Borçlarım mı beni korkutan? Birikmiş taksitlerim mi? Yoksa alaycı bakışlardan mı korkuyorum? Belki de “sandığımız gibi değilsin” diyen büyük bir hayal kırıklığı içeren sözlerden mi? Neyi verirsem vereyim benden hep daha fazlasını isteyen, isteyecek bir sistemin, düzenin olduğunu biliyorum. Belki de “elimden gelen bu” benim yeni sihirli cümlem olmalı ne dersin? Elimden gelen bu deyip süper kahramanlar gibi ortadan kaybolmalıyım. Kaybolduğumda herkes gibi hafiflemeliyim ben de. O kadar hafiflemeliyim ki dünyanın tüm dertlerinden arınmalıyım. Dünyadan uzaklaşmalı ve bulutların arasında kendi küçük dünyama bakıp “amma da küçükmüş” diyebilmeliyim.
…Bir süredir, egemen sınıfın en başarılı taktiği bireyleri sorumlu kılmaktır. Alt sınıfa mensup tek tek bütün bireyler, yoksulluklarının, fırsatlara erişim sahibi olmayışlarının ya da işsizliklerinin, ancak ve ancak kendi hataları olduğunu düşünmeye teşvik edilir. Bireyler sosyal yapılardan ziyade kendilerini suçlayacaklardır, ki zaten bunların aslında var olmadığına inanmaya ikna edilmişlerdir (yalnızca zayıfların başvurduğu bahanelerdir bunlar)…
Evet, kafamın içinde bunlar yankılanıyor. Her zaman en çalışkan olmak zorunda olan, her zaman çalışmayı bir erdem gibi görüp kendinden hep daha fazlasını vermeye istekli olması gereken, her zaman alttan alması gereken, her zaman yapıcı ve makul olması gereken, her zaman buna da şükür diyen, her zaman hep çaba sarf etmesi gereken ben ve sınıfım… Bunu çok iyi biliyorum.
Yıllar önce bir parkta otururken beni odasına çağırıp azarlayan patronumla karşılaşmamı hatırladım. Yüzündeki o korku beni mutlu etmeli miydi? Biliyorum ki bu alan bulmuş, her istediğini yapabileceği, dilediği gibi bağırıp küçük düşüreceği durumdan bizi kurtaracak olan ancak kolektif bir toplumsal mücadele. Sınıfın örgütlü mücadelesi. Bir arada olmak ve belki de unutturulmaya çalışılan yoldaşlık kültürü. Senin sözlerinle:
…Gerçekten de sınıf bilincini yeniden inşa etmek zorlu bir görevdir, hazır çözümlere başvurarak elde edilecek iş değildir. Ancak kolektif depresyonumuz bize ne derse desin bu başarılabilir…
Kronik olan bize atfedilen bu biçimsiz, boğazımıza oturan deli gömleği değil. Kronik olan bizim umudumuz, inancımız ve inadımızdır.1Alıntılar: Mark Fisher, “İşe Yaramaz”, çev. Koray Kırmızısakal, https://terrabayt.com/dusunce/ise-yaramaz/