Editörün notu
Çulhaoğlu’nu iki yıl önce, hala ondan okuyacağımız çok şey varken kaybettik. Şanslıyız ki yıllar öncesinde yazdıkları dahi bugünün tartışmalarına güncel yanıtlar üretiyor; dahası yeni tartışmalara, yeni sorulara yol açıyor. Metin Çulhaoğlu’nun yazdıkları, güncelliğini hiç şüphesiz onun bir ömürlük bilgi birikiminden, benzeri az düşünsel derinliğinden ve dilinin kuvvetinden alıyor. Ancak konu -kişi, olgu ya da olay olması- fark etmeksizin onu tarihsel bağlamına yerleştirmekte ve bu bağlamla çözümlemekte ya da bir fikri nihayete vardırmakta diyalektik yöntemi en ustaca işleten Marksist olması bu güncelliğin esasını oluşturuyor. Bundan on iki yıl önce, Doğan Avcıoğlu’nun 29. ölüm yıldönümü dolayısıyla yazılan bu yazıyı, 41. ölüm yıldönümünde okurla yeniden buluşturuyoruz.1“Ölümünün 29. yılında Avcıoğlu’yla ‘hesaplaşma'” başlığıyla ilk kez 4 Aralık 2012’de yayımlanmıştır. -ed. n.
Doğan Avcıoğlu’yla ‘Zamansız’ Bir Hesaplaşma
Doğan Avcıoğlu’nu 29 yıl önce, henüz 57 yaşındayken kaybetmiştik.
Kişisel bir açıklama yapmam yerinde olacak. 1960’lı yılların ikinci yarısında, kendi sol kimliğimi ve örgütsel aidiyetimi belirlerken Türkiye solunda fikir ve tezlerinin tersine yönlendiğim iki önemli kişiden söz edebilirim: Biri Mihri Belli, diğeri Doğan Avcıoğlu’dur. İki yıl önce, ağustos ayında Belli’nin ölümü üzerine yazmıştım. Şimdi, Avcıoğlu’nun ölümünün 29. yılında yazıyorum.
Evet, zamanında her ikisinin fikirlerine de katılmamış, artık o yaşlarda ne kadar olabiliyorsa kendi siyasal kimliğimi daha en baştan bu fikirleri karşıya alarak kurmaya çalışmıştım. Dahası, aradan geçen kırk beş yıl içinde, kimi tespitlerinin ve vurgularının ötesinde görüşlerinin temsil ettiği bütünlüğe bakıldığında ne Belli’nin ne de Avcıoğlu’nun görüşlerine yakınlaştığım dönemler oldu.
Ama yazmak farzdır. Hele hele günümüzde daha bir farz olmuştur.
Nedeni, her ikisini de devrimci, giderek devrimci demokrat bulmam, bu özelliklerini yaşamları ve mücadeleleri boyunca hiç yitirmemiş kişiler olarak kendilerine saygı duymamdır. Peki, devrimciliği ve devrimci demokratlığı anladık da ya sosyalizm, Marksizm, komünizm diye sorulursa?
Mihri Belli’nin konumu, aradaki mesafe sanıldığı kadar uzak olmamakla birlikte gene de Avcıoğlu’nunkinden ayrıdır.
Ölüm yıldönümü vesilesiyle yalnızca Avcıoğlu’yla devam ediyorum.
O zaman bu yazıda “bir dakika arkadaş…”, “yani sen şimdi…”, “nereden çıktı bu…” gibi sözlerle başlayan zaman alıcı tartışmalardan kaçınmak için birtakım tanımlar verelim.
Bu tanımların, siyaset bilimi sözlüğünün yerleşik ve herkesçe kabul gören tanımları olduğu ve evrensel geçerlilik taşıdığı iddiasında değilim. Yalnızca, son dönemde Türkiye’de kimi temel kavramların içeriğinin böyle şekillendiğini ve somut karşılığını böyle bulduğunu söylüyorum.
Gündemde Avcıoğlu varsa, ona da buradan, bu tanımlar ışığından bakmak gerekir diyorum.
***
Demokrat: Toplumdaki eşitsizlik ve adaletsizlikleri, güç dengesizliklerini, çıkar ilişkilerini, alttakilerin (zorunlu olarak belirli sınıflar olması gerekmez) maruz kaldıkları baskıları (zorunlu olarak sömürüyü değil) dert eden ve bunlara karşı çıkan kişidir.
Devrimci demokrat: Yukarıda sıralananların hepsini dert ettiği gibi, bu durumun ancak devrim yoluyla değişebileceğini düşünen ve bu yönde eylemli olan kişidir (devrimin yolu ve örgütlenme biçimi ikinci planda gelir).
Demokrasici: Toplumsal sorunların nedenini, bunların hepsinin çözümünün aracı saydığı çok partili demokrasinin şu veya bu nedenle, ama en çok da elit vesayeti yüzünden işlememesinde görür.
Liberal: Genel olarak toplumsal altüst oluşları ve bu arada elbette devrimleri, istenilen her neyse ona ulaşmada gereksiz ve yıkıcı maceralar sayar. Piyasanın serbest ve müdahalesiz işleyişiyle insanların özgürleşmeleri arasında içsel bağlar olduğunu düşünür.
Solcu: En üstte tanımlanan “demokratın”, sorunları sınıf temelinde görmeye daha eğilimli versiyonudur. O da demokrasi ister, ama demokrasici değildir; istediği demokrasinin sınıfsal engellerini sezer.
Sosyalist: Sorunları sınıfsal temelleri veya kaynaklarıyla değerlendirir, işçi sınıfına odaklanır. Ancak aralarında, sınıfın temsilcisi olarak iktidara gelen sosyalistlerin köklü bir dönüşüm yerine ekonomideki ve toplumdaki en belirgin adaletsizlikleri gidermekle yetinmesi gerektiğini düşünenler de vardır.
Komünist: “Sosyalistin” ötesinde, iktidara gelen sınıfın diktatörlüğünü, proletarya diktatörlüğünü öngörür. Siyasal devrimi izleyen uzunca bir toplumsal devrim sürecinin ikinci evresinde tam anlamıyla sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma ulaşmayı hedefler.
***
Avcıoğlu, bir devrimci demokrat, bir solcuydu. Demokrasicilikle ve liberallikle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktu, hiç olmadı. Marksizm’e, sosyalizme ve komünizme mesafesi ise, entelektüel formasyonunun bunlarla bağdaşmamasından çok, bu fikirlerin zorunlu uzantılarını henüz Türkiye’nin gündeminde saymamasından, Türkiye’yi bu anlamda yeterince olgunlaşmamış bulmasından kaynaklanıyordu.
Avcıoğlu’nu 1983 yılında kaybettik. Zamanında hayli yetkin biçimde temsil ettiği solculuk ve devrimci demokratlık, 1983 yılından günümüze ilginç denebilecek bir ayrışma yaşadı. 1960’lı yıllar, eski demokratların sosyalistleştiği ve devrimci demokratlaştığı yıllar olmuştu. Bunun ardından, önce 70’li yıllarda sosyalistlerin ve devrimci demokratların bir bölümü yeniden demokratlaştı. Demokratlaşanlar, 1980’lerden sonra bu kez demokrasici ve liberal oldular. Bir ana çizgi, kendi içinden böyle ayrıştı.
Kuşkusuz, sosyalistler ve devrimci demokratlar arasında süreç içinde Marksizm’e ve komünizme ulaşanlar da oldu. Esasen, bugün Türkiye sosyalist hareketi bu fikir çizgisini temel almakta ve onu temsil eden kadrolarda cisimleşmektedir.
***
Tekrar edelim: Avcıoğlu’nu 1983 yılında kaybettik.
Yaşasaydı?
Yaşasaydı, örneğin şunları bugün de söyler miydi?
“Hayat milli liderleri ve burjuvazinin devrimci unsurlarını sosyalist olmadıkları halde anti-kapitalist tutum almaya, komprador burjuvaziyi ve feodaliteyi tasfiyeye ve sosyalist çözüm yollarına yaklaşmaya zorlamaktadır (…) Böylece Marksist-Leninistlerin modellerinden farklı yollardan, azgelişmiş bir ülkede sosyalizmin zeminini hazırlama ve daha sonra sosyalizme geçme imkânları ortaya çıkmaktadır.” (Aktaran, Hikmet Özdemir, Kalkınmada bir Strateji Arayışı: Yön Hareketi, Bilgi Yayınevi 1986, s. 441 ve 249).
Bence söylemezdi. Ama “bu yaşımda ben Silivri’de ne yaparım” kaygısından değil, 1965’e göre çok farklı bir Türkiye’de yaşıyor olacağından söylemezdi. Özetle, 1960’lı yıllarda mesafe koyduğu düşünce sistemine çok daha yaklaşırdı. Hem düşündüğü ve araştırdığı hem de devrimci demokrat mayası sağlam olduğu için.
Peki, bir zamanlar kendisinin yakın çalışma arkadaşı olanlar dâhil pek çok kişinin içine balıklama atladığı, devrimci demokratlıktan demokratlığa, oradan demokrasiciliğe ve liberalizme uzanan girdap onu da içine çeker miydi?
Bence hiç çekmezdi. Çünkü ölümünden üç yıl önce, 1980 yılında “siyasal liberalizm tutkusunun Türk fikir hayatını kısırlaştırıcı etkisini” tespit edebilecek düşünsel derinliğe sahipti (bkz. Devrim ve Demokrasi Üzerine, Tekin Yayınevi 1980, s.6).
Son olarak, Marksist olduklarını söyleyenlere, Türkiye’ye ve onun Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’e uzanan tarihine sınıfsal açıdan bakma zorunluluğuna vurgu yapanlara bir tavsiye:
“Hesaplaşmak” gerekiyorsa, ıvır zıvır liberaller ve söyledikleriyle uğraşmanın marjinal getirisi artık iyice düşmüştür. “Türkiye’nin Düzeni” ve “Milli Kurtuluş Tarihi” ile hesaplaşılması çok daha verimli ve ileriye taşıyıcı olacaktır.
Notlar
(1) “Ölümünün 29. yılında Avcıoğlu’yla ‘hesaplaşma’” başlığıyla ilk kez 4 Aralık 2012’de yayımlanmıştır. -ed. n.
Editör: Merve Turgan