Coralie Fargeat’nın yönettiği Cevher filmi, Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü kazandı ve Croisette’de büyük yankı uyandırdı. Dahice bir mizah mı, dehşet verici bir şiddet gösterisi mi, yoksa tamamen kiç mi? Çarpıcı estetiğinin yanı sıra kimlik ve ahlakın temelleriyle ilgili yaptığı sorgulamalar filme derinlik katıyor. Hazırsanız filmi incelemeye başlayalım.
Uyarı: Bu makale spoylır içerir.
Film, Oscar Wilde’ın kibir, asalet ve yaşlanmanın reddi gibi temaları işlediği fantastik kurgusu Dorian Gray’in Portresi’nin bir tür Hollywood versiyonu. Cevher filmiyle yönetmen Coralie Fargeat, bir kişinin kendisinin “geliştirilmiş” bir kopyasını doğurmasını sağlayan, (sarımsı bir sıvı olan) gizemli kimyasal “cevheri” sahneye taşıyor: Her yedi günde bir, haftanın bitimiyle orijinal kişiye geri dönülmesi (“benlik değişimi”) koşuluyla gençleşmiş ve güzelleşmiş olan kendilerinin en iyi versiyonunun hayatını sürdürebileceklerdir. Cevher protokolüne titizlikle uyulduğu sürece, bu döngü sonsuza dek devam edebilecektir…
Film, bize iki kadının hikâyesini bir arada, daha doğrusu dönüşümlü olarak anlatıyor:
- Demi Moore tarafından canlandırılan ilk kadın karakter, çok güzel olsa da eskiden olduğu kadar çekici olmadığının farkındadır ve kariyerinin parlak olduğu günleri de geride bıraktığı gerçeğiyle yüzleşmek zorundadır. “Elizabeth Sparkle” adı hâlâ parıldadığını ima etse de Los Angeles’taki Hollywood Şöhretler Kaldırımı’nda kariyerini şereflendiren isminin yazılı olduğu yıldız gibi ölü bir yıldız durumundadır. ‘Cevher’e başvurma arzusunu dile getiren asıl ‘dölyatağı” [matrice] bu kadındır.
- Margaret Qualley tarafından canlandırılan ikinci kadın karakterin adı sadece ‘Sue’ olsa da, gençliğin tüm ışıltısına, küstahlığına ve umursamazlığına sahiptir. Fiziksel çekiciliği sadece yanından geçen erkeklerin bakışlarını değil, sürekli olarak ağır ve rahatsız edici bir ısrarla kusursuz biçimli kalçalarına odaklanan kameranın da ilgisini çekiyor.
“İkisinin de sen olduğunu unutma”
Gerçekten bu karakterler aynı kişinin iki farklı versiyonu mudur? ‘Cevher’ protokolü ve satış danışmanı onlara birçok kez “O ve sen diye bir şey yok, ikisi de sensin” prensibini tekrarlamasına rağmen her iki kadın da buna ikna olmayı reddeder. Sebebi ise açıktır: ikisi de diğerinin kendi haftasında ne yaptığını aklında tutamıyorlar ve bunları sadece kendi haftalarının başında anlayabiliyorlar. Tabiricaizse bu ‘öteki benlik’lerin, örneğin Elizabeth’in, Sue’nun bir partiyi uzatmak için nöbetini birkaç saat gereksiz yere uzattığını fark etmesi ya da Sue’nun, Elizabeth’in televizyon karşısında tıka basa yemek yiyerek kendisine özen göstermediğini fark etmesi anlaşmazlıkların başladığı noktayı oluşturur.
Fakat, John Locke’un (1632-1704) İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme (1689) kitabında vurguladığı gibi zamanın içinde bireylerin kimliğini oluşturan şey, fiziksel devamlılıktan ziyade, aslında bellektir:1John Locke, Essai sur l’entendement humain, livre II, chap. 27, §10
Tüm bu durumlarda, bilincimiz durduğunda ve kendi geçmiş benliğimizi unuttuğumuzda, gerçekten aynı düşünen şey, yani aynı töz olup olmadığımızın şüpheli olduğunu düşünüyorum.
İngiliz filozof Locke, bilincimiz unutkanlıktan dolayı kesintiye uğradığında aynı kişi ve aynı töz mü oluyoruz diye sorguluyor. Burada kullandığı cevher, yani töz kelimesi kimyasal bünyeyi değil, klasik anlamıyla bir şeyin değişime uğramasına rağmen kalıcılığını koruyan temel alt yapıyı ifade eder. Ne Elizabeth Sue’nun yaptıklarını ne de Sue, Elizabeth’in yaptıklarını hatırlayabiliyor, esasında birer yabancı gibi gözüken kendilerini ikisi de tanıyamıyor. Çünkü onlar aynı tözün iki farklı versiyonu ya da iki farklı koşulu değil, gerçekten iki farklı kişilerdir.
Kendimizi sevmek ve nefret etmek arasındaki ince çizgi
Bu nedenle aralarında hızlıca büyüyen, giderek artan ve gerçek bir nefrete dönüşen bir düşmanlık doğmaya başlar:
- Elizabeth kendisi için yeniden gençliğini yaşama fırsatı olsun ister ama bu fırsattan yararlanan tek kişinin Sue olduğunu fark ettiğinde, fazlasıyla güzel, fazlasıyla arzulu ve bir o kadar da bayağı olan bu genç kadına karşı nefret dolu bir kıskançlık duymaya başlaması kaçınılmaz olur. Sue’nun başarılarını kıskanan ve bu başarıların onu daha da hızlı yaşlandırdığını hisseden Elizabeth, ‘Cevher’ protokolü kapsamında kendisine ayrılan zamanın ölçüsünü kaçırarak kullanan Sue’nun onun hayatından çaldığını fark eder ve onun tüm taşkınlıklarının bedelini de ödemek zorunda kalır.
- Bunun tam aksine Sue ise, diğer benliğinin içine düştüğü başarısızlıklarla dolu ve acınası hayatı fark ettiğinde Elizabeth’i küçümsemeye başlar. Zamanla bu küçümseme nefrete bürünür çünkü istemeden de olsa Elizabeth’in küçük düşmüş ve beceriksiz bir versiyonuyla yüzleşmesi Sue’yu bu versiyonundan tiksindirir. Özellikle Elizabeth’in artık delirme aşamasında olduğunu fark eden Sue, bu versiyonundan olabildiğince uzak durmayı ve onu hayatından tamamen silmeyi ister.
Ne kadar mümkün olur bilinmez, her biri öteki benliğini gözlerden uzak tutmak ister ve arka banyoda saklar. Ancak bu geçici çözüm kimse için tatmin edici sonuçlar vermez. Elizabeth için tatmin olmak neredeyse imkansızdır çünkü kendisini giderek daha fazla ‘ötekiyi’ yani Sue’yu yücelten reklam panolarıyla karşı karşıya bulur. Salonundaki portrede, aynalarda ve başkalarının gözlerinde kendi yansımasını arayan Elizabeth, tıpkı Narcissus’un suya yansımasını durmaksızın izleyip büyülenmesi gibi, sonunda baktığı her yerde Sue’yu görmeye başlar. Ayrıca, Sue, Los Angeles’ı yüksekten gören büyük kurşuni reklam panosunda, Elizabeth’in camla kaplı duvarına bakarak onunla alay eder gibidir. Hem kendisini hem de başkaları tarafından çaresizce daha çok sevilmeyi bekleyen Elizabeth, bu konuda başarısız olmuştur. Bu başarısızlığında, onun güzellik hayalini beslemekten asla vazgeçmeyen halkı da yanında sürükler.
Kendinin farklı versiyonları arasındaki uyumsuzluk hakkında bir düşün
Elizabeth kendisinin en iyi versiyonuna ulaşmak için başladığı bu serüvenin sonunda hem fiziksel olarak hem de ahlaki açıdan en kötü versiyonuna ulaşmıştır. Görünüşünün baş döndürücü etkisinin yanı sıra, Cevher’in ortaya koyduğu varoluşsal ve ahlaki açıdan baş döndürücü sorunlar da vardır. Bizim çocukken olduğumuz kişi ile yetişkinlikte ve yaşlandığımızda olacağımız kişi ne ölçüde aynı kalabilir? Gerçekten her yaşta aynı kişi olabilmemiz mümkün müdür? Öyleyse neden tanımadığımız, izi sürülemez bir benliğin farklı versiyonlarına minnettar kalmalıyız?
İşte bu sorular bir diğer İngiliz filozof, Derek Parfit (1942-2017) tarafından ortaya atılmıştır. Parfit, Reasons and Seasons kitabında Locke’un bakış açısına daha radikal bir tutumla yaklaşarak fikrini “önemli olanın kişisel özdeşlik olmadığı” şeklinde öne sürmüştür. Varlığımız boyunca bizimle olan ve “ben” dediğimiz şeyin karşılığını oluşturan temelli ve benzer bir “töz’ün” gerçekten var olup olmadığına dair hiçbir teminatı yoktur. Bu bağlamda, filmin sonunda gördüğümüz birçok kafaya sahip şekilsiz canavarın bahsi geçen “Ben’i” simgelediği çıkarımını yapmaya hiç uzak değiliz.
Belki de Sue, Elizabeth’in gözüne göründüğü gibi katlanılması zor ve bencil bir arsız değildir. Gençliğini yaşadığı için onu kim suçlayabilir ki? Eğer ikisi arasında süregelen ne fiziksel ne de psikolojik bir bağ varsa, Sue’nun Elizabeth’i, sadece kendisine fayda sağlayacak bir varlık yaratma amacıyla ona hayat veren bir “rahim” olarak görmesi dışında önemsemesini gerektirecek hiçbir sebebi yoktur. Cevher, yalnızca Dorian Gray’in Portresi’ni yeniden yorumlamakla kalmaz aynı zamanda belki de daha fazla Frankenstein’ın dehşetini de yorumlar: Fakat unutmamamız gereken bir nokta var ki, yaratılan varlıklar eninde sonunda yaratıcılarına isyan ederler ve özerkliklerini kazanırlar.
Notlar
(1) John Locke, Essai sur l’entendement humain, livre II, chap. 27, §10
Orijinal Başlık: “The Substance” : peut-on devenir une “meilleure version de soi-même” ?
Yazar: Frédéric Manzini
Türkçeye Çeviren: Feyzanur Tokmak
Editör: Bekir Demir