Bu makalede Fransız filozof Simone Weil, Rosa Luxemburg’un hapishanede kaleme aldığı mektuplar üzerinden Stoacılıkla, yaşam sevinciyle olan bağını serimliyor. Ve neden hâlâ Rosa’nın izinden gitmemiz gerektiğine dair bir fikir sunuyor.1Bu pasaj ve başlık Türkçe baskı için eklenmiştir. Yazıyı öneren sevgili dostum Yusuf Karataş’a teşekkür ederim. (Ed.)
Giriş
David Klemperer
Bu makalede, Fransız filozof ve aktivist Simone Weil’in (1909-1943) Rosa Luxemburg’un savaş döneminde hapishaneden yazdığı mektuplar üzerine kaleme aldığı değerlendirme yazısının çevirisi sunuluyor. Bugün hem muhafazakârlar hem de solcular tarafından sahiplenilen devrimci bir figür olarak Weil, sonradan Katolikliğe geçen Yahudi bir kadın, İspanya’daki savaşa gönüllü olarak katılan bir pasifist ve sıradan bir ideolojik karakterizasyona büyük ölçüde meydan okuyan heterodoks bir düşünürdü.
Weil, ortak cinsiyetleri ve etnik kökenleri nedeniyle sık sık Luxemburg ile yan yana getirilir. Her iki kadının da edebi eserleri ve toplumsal hareketlere katılımları aracılığıyla özgürleştirici, anti-otoriter siyasete dair bir perspektif sundukları kabul edilir. Luxemburg gibi Weil de sol siyasi gruplara katılmış, 1930’ların önemli bir bölümünü sendikal çatışmalara katılmaya, sendikalist yayınlara katkıda bulunmaya ve Marksist ideolojiyi analiz etmeye adamıştır. Luxemburg gibi Weil’in de entelektüel çabaları, farklı dönemlerde fabrika işçisi olarak çalışmasına, İspanya İç Savaşı sırasında yaralanmasına ve İkinci Dünya Savaşı sırasında işgal altındaki Fransa’ya paraşütle atlamayı teklif etmesine yol açan bir kendini feda etme tutumuyla birleşmişti. Gerçekten de Weil’in kendini yok sayma konusundaki ısrarı, 1943 yazında kendini aç bırakarak ölmesine neden oldu.
Öte yandan, Weil şüphesiz Luxemburg’tan haberdardı. Çalışmalarını okumuş olmasına rağmen (örneğin, 1934 tarihli ünlü makalesi “Özgürlük ve Baskının Nedenleri Üzerine”de Luxemburg’un sermaye birikimine ilişkin açıklamasına kısaca atıfta bulunmuştur), yazılarında şaşırtıcı bir şekilde Luxemburg’a ilişkin çok az sürekli bir tartışma vardır. İlk olarak Kasım 1933’te yayımlanan bahsi geçen metin, Weil’in yayımlanmış eserlerinde Luxemburg ile yapılan tek sürekli ve açık diyaloğu temsil eder. Metin, iki kadın arasındaki karşılaştırmayı bir bağlama oturtma konusunda hayati önem taşır ve bazı stereotiplere karşı çıkar.
Bir kere, anti-Stalinist fraksiyonun konformist olmayan heterodoks dergilerinden olan La Critique Sociale‘de yer almasına rağmen, Weil’in makalesi Luxemburg’un ideolojisinden ziyade karakterine duyduğu hayranlığı açıkça ortaya koyuyor. Esasen, Luxemburg’un devrimci kendiliğindenlik teorileri Weil tarafından “yanıltıcı umutlar” olarak reddedilir. Dahası, Weil’in Luxemburg’u bir şahsiyet olarak takdir ettiği hususlar oldukça ilgi çekicidir: Weil, kendisini Katolikliğe götürecek dini deneyimlerin ilkini yaşamadan iki yıl önce kaleme aldığı bu yazıda, Luxemburg’u “derin bir pagan” bakış açısından ötürü ve mizacında “Hristiyanlığa dair hiçbir şey” barındırmadığı için övmektedir. Weil’in yazısı, daha sonra hem Luxemburg’a hem de kendisine sık sık isnat edilen şehitlik fikrine karşı bariz bir husumet sergiliyor. Weil’e göre, “Rosa’nın hayatı, eserleri ve hepsinden önemlisi bu mektupların kendisi, ölümden ziyade yaşamaya, fedailik için değil etkin eylem için bir isteğe tanıklık etmektedir.”
Rosa Luxemburg’un Hapishane Mektupları Üzerine
Simone Weil2İlk olarak Kasım 1933 yılında La Critique Sociale’de yayımlanmıştır.
Rosa’nın savaş yıllarını geçirdiği farklı hapishanelerden, kendisi gibi hapiste olan Karl Liebknecht’in eşine hitaben yazılmış ve işkencenin ortasında, bütün bir genç kuşağın katledildiği, sosyal demokrasinin ve işçi hareketinin çöküşünün ortasında yazılmış olan bu mektuplar, sadece şiirden, çiçeklerden, kuşlardan, gündoğumundan ve günbatımından bahseder ve yaşama sevinciyle nefes alıp verirler.
Editörün, Rosa’nın kaleminden rastgele bir cümleyi neden epigraf olarak seçtiğini anlamakta zorlanıyor insan: “Görev yerimde ölmeyi umuyorum: bir sokak savaşında ya da bir hapishanede.” Eğer bu ifade derinlerden gelen bir inancı yansıtıyorsa, yazarının hakkını yerde bırakıyor. Ancak koleksiyonu okuduktan sonra Rosa’nın hayatı, eserleri ve hepsinden önemlisi bu mektupların kendisi, ölümden ziyade yaşamaya, fedailikten ziyade faal eylem için bir isteğe tanıklık ediyor.
Bu anlamda Rosa’nın mizacında Hristiyanlığa dair hiçbir şey yoktur. Derin bir pagandır o. Bu derlemenin her satırı Stoacı bir yaşam kavrayışını fısıldamaktadır; fakat Stoacılığın bugünlerde kazandığı dar anlamda değil, sözcüğün Yunanlılar için taşıdığı anlamda bir kavrayış. Kuşkusuz, bu mektuplarda, özellikle de Rosa’nın dostlarından birinin3Ekim 1917’de cephede öldürülen tıp doktoru Hans Diefenbach’a (1884-1917) atıfta bulunulmaktadır. acımasızca katledilmesiyle ilgili olanlarda, talihsizlik karşısında metin olma tavrı –tam da Stoacılık derken kastettiğimiz şey– sık sık karşımıza çıkar.
Bununla birlikte, göze çarpan en önemli özellik –bilhassa günümüz dünyasında modernler arasında nadir görülen– ne olursa olsun evrende evinde olma halidir. Rosa’nın Goethe’ye olan hayranlığı da buradan gelir. Şüphesiz o ünlü dizelere kesinlikle katılırdı: “Ah neşeli gözler, tanık olduğunuz her şey, ne olursa olsun, her zaman çok güzeldi!”.
O halde keder, sessizce katlanılması ve hızla terk edilmesi gereken bir yenilgidir. Ağıtlar yakmak onun için menfur bir şeydi. Aynı dönemde Luise Kautsky’ye bir mektubunda şöyle yazıyordu:
Bana yazan herkes aynı ölçüde şikâyet ediyor ve ah vah ediyor. Yaşanan bu umumi felaketin ağıt yakılamayacak kadar büyük olduğunu anlamıyor musunuz? Annem hastalandığında ya da işler senin için kötü gittiğinde acı çekebilirim; ama tüm dünya ekseninden çıktığında, sadece ne olduğunu ve neden olduğunu anlamaya çalışırım ve görevimi yaptığım andan itibaren sakinliğimin ve keyfimin yerine geldiğini görürüm…Günün sefaletine tamamen gömülmek benim için anlaşılmaz ve tahammül edilemezdir.
Ve Sophie Liebknecht’e şöyle yazıyordu:
Gecenin, bıkkınlığın, esaretin koyu kıvrımlarına dolanmış, tek başıma kalıyorum, ama kalbim emsalsiz bir iç tepiyle çarpıyor, yeni bir sevinç oluyor bende, sanki parlak güneşin hayat verdiği bir çayırda yürüyorum… hücremdeki gölgelerde hayata gülümsüyorum…Size bu sihirli anahtarı vermeyi o kadar çok isterdim ki, böylece her durumda yaşamda güzellik ve neşe olduğunu hissedebilesiniz.
Başka bir yerde de:
Mektubunda soruyorsun: Her şey neden böyle? ‘Böyle’ dediğin hayatın kendisi çocuğum… Hayatı bütünüyle, hiçbirini dışarıda bırakmadan nasıl alacağını ve sunduğu her şeyde anlam ve güzelliği nasıl bulacağını bilmelisin. En azından ben böyle yapıyorum… Ne hayatımdan bir şeyi silmek isterim ne de olduğundan başka türlü olmasını…
Böyle halleri Marcus Aurelius’tan başkasında bulmak pek mümkün değildir: “Ey doğa, mevsimlerinden gelen her şey meyvedir bana.”4Türkçesi: Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler, çev. Y. Emre Ceren, İş Kültür, 2019. (Ed.)
Bu kısa alıntılar, bu mektup derlemesinin sunduğu insani cazibeyi göstermeye yetiyor. İşçi hareketinin pek çok liderinin –özellikle Bolşeviklerin bilhassa Lenin’in– aksine Rosa hayatını siyasi faaliyetle sınırlamadı. Rosa, her şeye açık ve insani olan hiçbir şeyin kendisine yabancı kalmadığı kâmil bir varlıktı. Politik faaliyeti ondaki alicenap mahiyetin tezahürlerinden sadece biriydi. Bolşeviklerle arasındaki devrimci eylemcinin içsel tutumuna ilişkin bu farklılık, aralarında ortaya çıkan ve Rosa yaşasaydı zaman içinde kesinlikle derinleşecek olan büyük siyasi anlaşmazlıklardan kaynaklanıyordu.
Rosa’nın son derece insani karakteri sayesinde, tarihin akışı ne getirirse getirsin, yazışmaları hâlâ güncelliğini koruyor. Bugün ahlaki açıdan savaş zamanı eylemcilerinden çok daha vahim bir haldeyiz…
Rosa, sosyal demokrasinin bütünüyle batışına rağmen, savaşın Almanya proletaryasını harekete geçirerek ve sosyalist bir devrim getirerek sona ereceğine inanıyordu. Bu umut gerçekleşmedi. 1918’de ortaya çıkan proleter devrim filizi hızla kana bulandı ve Rosa Luxemburg ile Liebknecht’in hayatlarının mahvına sebep oldu. O zamandan bu yana, eylemcilerin kurduğu tüm umutlar bir bir hayal kırıklığıyla sonlandı.
Artık Rosa gibi işçi sınıfının kendiliğindenliğine körü körüne inanamıyoruz ve örgütler çökmüş durumda. Ama Rosa neşesini, yaşama ve dünyaya olan derinden sevgisini hayali umutlarından değil, karakterinin ve ruhunun gücünden alırdı. İşte bu yüzden bugün hepimiz hâlâ onun izinden gidebiliriz.
Notlar
(1) Bu pasaj ve başlık Türkçe baskı için eklenmiştir. Yazıyı öneren sevgili dostum Yusuf Karataş’a teşekkür ederim. (Ed.)
(2) İlk olarak Kasım 1933 yılında La Critique Sociale’de yayımlanmıştır.
(3) Ekim 1917’de cephede öldürülen tıp doktoru Hans Diefenbach’a (1884-1917) atıfta bulunulmaktadır.
(4) Türkçesi: Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler, çev. Y. Emre Ceren, İş Kültür, 2019. (Ed.)
Orijinal Başlık: Review of Luxembug’s Letters from Prison by Simone Weil
Yazar: David Klemperer
Türkçeye Çeviren: Keda Bakış
Editör: Bekir Demir